Her Vazifede ve Bilhassa Terbiyede İhsan Şuuru (Kur’ânî Tâlimatlar 49)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Ocak, Sayı: 215

KİME BEĞENDİRİYORUZ?

Hak dostlarından biri; ağırlayacağı âmâ bir misafire, her şeyiyle mûtenâ ve mükellef bir sofra hazırlamıştı. Etrafındakiler;

“–Efendim; gelecek olan misafiriniz âmâ, niçin bu kadar îtinâ gösterip zahmet buyurdunuz? O sizin bu zarif sofranızı göremez ki!” dediler.

O ârif zât ise şu muhteşem cevabı verdi:

“–Evet, hazırladığım ikramları o âmâ göremez, fakat âmânın Rabbi görür!”

Yaratılış gayemiz, Cenâb-ı Hakk’a kulluktur. Rabbimiz; gerek Zâtına karşı kulluk vecîbelerimizi, gerekse birbirimize karşı muâmelât vazifelerimizi;

اَحْسَنُ عَمَلًاۜ / en güzel davranış kıvâmında yapmamızı istemektedir.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendisine;

“–İhsan nedir?” diye soran Cebrâil -aleyhisselâm-’a şu cevabı verdi:

“–İhsan, Allâh’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir.

Çünkü;

Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” (Müslim, Îmân, 1, 5. Ayrıca bkz. Buhârî, Îmân, 37)

Görüyormuş gibi olmak, Allâh’ın sonsuz sanat ve kudret nişânelerini görmeyi de muhtevîdir.

Zaten bu görmek dolayısıyla kelime-i şahâdet, şâhit oluş üzerinden bir îmân ediştir. Cenâb-ı Hakk’ın insana göz, kulak ve gönül vermesi de bu hakikate mebnîdir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Gerçek şu ki, Biz insanı katışık bir nutfeden yarattık; onu imtihan edeceğiz, bu sebeple kendisini işitir ve görür kıldık.” (el-İnsân, 2)

Yani insana lutfedilen;

  • Kulak ve işitme nimetinin hikmeti, vahyi işitsin ve ona itaat etsin diyedir.
  • Göz ve görme nimetinin hikmeti; kevnî âyetleri görsün, ilâhî azamet akışlarından ibret alsın, ilâhî kudreti tefekkür etsin diyedir. Böylece hadîs-i şerifte beyân edilen ihsan kıvâmında yaşayacaktır.

İnsanın Allah katındaki kıymeti de ancak bu îman, ihsan ve irfân ile meydana gelir. Şairin dediği gibi:

İki dünyâda kulun kıymeti îmân iledir,

Gerçek îmân edişin sırrı da irfân iledir. (Seyrî)

Bu hakikate rağmen; gafil insan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini gördüğünü unutur yahut bu hakikatten gaflete düşer de günahlar işler.

Bişr-i Hâfî Hazretleri şöyle der:

“Eğer insanlar, Allah Teâlâ’nın azameti hakkında (lâyıkıyla) tefekkür etseler, O’na isyân edemez, günah işleyemezlerdi.” (İbn-i Kesîr, I, 448)

Bütün günahlar hep Allah Teâlâ unutulunca işlenir. Zira bir insan besmele çekerek günah işleyemez; «Allah!» diyerek haksızlık yapamaz ve bir gönlü incitip ona diken batıramaz. Yapması gereken bir işi de eksik bırakamaz.

Hâlbuki düşünmelidir ki;

Yaratan Allah, yarattığını görmez mi? Yaratan O olduğuna göre görmesi de gayet tabiîdir. Âyet-i kerîmede beyan buyurulur:

“Yaratan, hiç bilmez olur mu?

  • O, en ince işleri görüp bilmektedir ve
  • Her şeyden haberdardır.” (el-Mülk, 14)

İLÂHÎ KAMERALAR

Cenâb-ı Hak muhtelif âyet-i kerîmelerde îkaz buyurur:

“(O gafil insan), kimse onu görmedi mi sanıyor?” (el-Beled, 7)

“(O azgınlaşan insan) Allâh’ın her şeyi görmekte olduğunu bilmez mi?” (el-Alak, 14)

“De ki: Amellerinizi işleyin! Amelinizi Allah da Rasûlü de mü’minler de görecektir.

Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allâh’a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (et-Tevbe, 105)

Bu ilâhî tâlimatlara riâyet ederek;

İnsan, dâimâ ilâhî kameraların altında olduğu şuur ve idrâki içinde yaşamalıdır.

Tasavvufî tabiriyle;

İhsan ve murâkabe hâli, îmânın özü ve cevheridir. Bütün ibâdet ve davranış güzelliklerinde arzu edilen huşû, ihlâs ve takvâ gibi irfan meyveleri, ancak bu kalbî kıvâm ile mümkündür.

Zira;

Cenâb-ı Hakk’ı görüyormuşçasına yapılan her amel-i sâlih; ihlâs dallarını filizlendirir, takvâ çiçeklerini açar ve huşû meyvesini verir.

Kullardan kimsenin görmediği yerlerde dahî istikamet üzere olmak, beşer nazarlarından uzak mekânlarda bile günahlardan sakınmak, ancak;

“O -celle celâlühû- beni her zaman ve mekânda görüyor!” şuuru içerisinde olmakla mümkündür. Onun için tasavvuf; baştan sona bütün usûl ve erkânında, gönlü bu hâle kavuşturma gayesini hedefler.

«İhsân»ın bir mânâsı da; her ne iş olursa, yaptığı işi güzel yapmaktır.

EL-MUHSİN

Bu husus, aynı zamanda Allâh’ın da ahlâkıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır…” (es-Secde, 7)

Cenâb-ı Hak; hiçbir gözün görmediği bir dağ zirvesinde de, bir okyanus dibinde de, fezânın derinliğinde bir yıldızda da her ne yarattıysa mükemmel bir güzellikte ve hikmet dolu bir şekilde yaratır.

Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî vasıflarıyla mücehhez ve muttasıf olmayı gaye edinen insan, Allâh’ın «el-Muhsin» isminden nasîb alma gayretinde olmalıdır.

Mescid-i Nebevî’nin inşâsı esnâsında Hadramevtli, iyi çamur karan bir adam geldi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o adama;

“–Sanatını güzel ve sağlam yapan kişiye Allah rahmet etsin! Sen bu işe devam et, görüyorum ki işini iyi yapıyorsun.” buyurdu. (Semhûdî, I, 333; Diyârbekrî, I, 344)

Cenâb-ı Hak buyurur:

اَحْسِنُوا

“Yaptığınızı güzel / iyi yapın!

Allah muhsinleri / işini güzel yapanları sever.” (el-Bakara, 195)

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, birçok hususta bu «işini güzel yapmak» hatırlatmasını tekrarlamıştır:

“Allah her şeyi en güzel şekilde yapmayı emretmiştir.

  • (Eti için bir hayvanı) kestiğiniz zaman da kesmeyi en iyi şekilde yapınız! Her biriniz bıçağını bilesin ve hayvanını rahatlatsın!” (Müslim, Sayd, 57; Tirmizî, Diyât, 14/1409; Ebû Dâvud, Edâhî, 11-12/2815)

Oğlu İbrahim’in kabri örtüldüğü zaman Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; kabrin yanında, bir taş kadar yerin düzgün olmadığını gördüler. Bir taraftan orayı mübârek elleriyle düzeltirken bir yandan da şöyle buyuruyorlardı:

“Sizden biriniz, bir iş yaptığı zaman, onu sağlam yapsın!

Çünkü;

Böyle yapmak, acıya uğrayan kişilerin gönlünü tesellî eden hususlardan biridir!” (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 141-142)

Diğer rivâyete göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, oğlu İbrahim’in kabrinin kenarındaydılar. Lâhitte bir açıklık gördüler. Mezar kazan kişiye orayı düzlemesi için biraz çamur verdiler ve şöyle buyurdular:

“‒Bunun ölüye ne zararı ne de faydası olur; lâkin (kabrin düz olması) dirinin gözünü aydın eder, onu mesrur ve memnun eder!” (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 142, 143; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 451)

Mü’minin her hâli güzel, tertipli, tam ve muntazam olmalıdır.

Kul hakkına girmemek için; her meslek erbâbı, yaptığı işi düzgün yapmalıdır.

  • Îmâl ettiği eşya veya sunduğu hizmetinde kusur gösteren kişi, vebâle girmiş olur.
  • Karşılığında ücret aldığı mesaisinde vazifesini yapmayan, başka şeylerle meşgul olan kişi; kul hakkı yüklenmiş olur.

İHSAN MESLEĞİ

Bütün iş, meslek ve vazifeler böyle olmakla birlikte;

Bilhassa hizmet, tâlim, terbiye, imâmet ve muallimlik gibi, Allah yolunda yüksek bir hassâsiyetle edâ edilmesi gereken işlerde, îtinâsızlık ne büyük bir vebaldir!..

Çünkü isrâfın en kötüsü, insan isrâfıdır.

Aldığı ayakkabı yırtık çıkan kişi, neticede bir miktar para kaybetmiş olur. Fakat bir evlâdı, bir insanı ziyân etmenin telâfîsi mümkün müdür?

Eğitimci; kendisine emânet edilen her bir talebenin, istikbâlin zirve şahsiyetlerinden biri olabileceği ihtimâlini dikkate almalı; dünyayı değiştirebilecek dâhîlerin, belki de elinin altında olabileceğini unutmamalıdır.

Koskoca bir çınar istîdâdındaki talebesini, bir metre boyunda bir çalıya dönüştüren eğitimci; Allah katında mes’ûl olmaz mı?

Nasıl ki, tamir ettiği eşya bir tamircinin kartviziti durumundadır; eğitimcinin kalitesi de yetiştirdiği talebeyle ölçülür.

Tâbiînden Ebu’l-Âliye -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, önce onun namaz kılışına bakardık; eğer namazını güzel kılarsa;

«–O, diğer işlerini de güzel yapar!» diyerek yanına otururduk.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)

Yapılan hizmetlerin Allah katında makbul olması, onun ciddî bir edep ve hassâsiyetle îfâ edilmesine bağlıdır. Gelişigüzel yapılan gayretlerin umulan neticeyi hâsıl etmesi çoğu zaman mümkün olmadığı gibi, bazen arzu edilmeyen neticeler verebileceği de bir gerçektir.

Bu fecî âkıbetten sakınmak için; dâimâ, Allâh’ın bizi gördüğü şuuruna sarılmalı ve kendimize Fahr-i Kâinât Efendimiz’i örnek almalıyız.

ÖRNEĞİMİZ O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-

Her sahada bizim için üsve-i hasene / en güzel örnek Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Namazımızı, O’nun namazına benzetmeye çalışmamız gerektiği gibi; her türlü vazifemizi, işimizi ve ahlâkımızı da O’nun yaptıklarının eşiğine olsun eriştirmeye çalışmak boynumuzun borcudur.

  • O’nun sabrı, cömertliği, vefâsı nasıldı; bizimki nasıl?
  • O’nun Hak yolunda hizmet ve azmi, adâlet ve insâfı nasıldı; bizimki nasıl?
  • O’nun bir talebesine, ümmetinin en câhil, en kaba ferdine dahî davranışı nasıldı; bizimkisi nasıl?

Burada ihsânın; cömertlik, iyilikte bulunmak mânâsını da hatırlamalıyız.

GÖNLE ULAŞMANIN YOLU

Bir gün bir bedevî, Peygamberimiz’den bir şeyler istedi. Cömertlerin Şâhı Efendimiz, yanında ne varsa verdi. Fakat bedevî aldıklarıyla yetinmeyerek, kaba bir üslûpla daha da istedi.

Sahâbe efendilerimiz, müdahale etmek ve âdetâ bedevîyi hırpalamak istediler. Peygamberimiz buna müsaade etmedi ve bedevîyi, hâne-i saâdete götürüp, yine ikramlarda bulundu. Bedevî; duâlarla yanlarından ayrılınca, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbına şu beyanda bulundu:

“Benimle şu bedevînin hâli, şu kimsenin hâline benzer:

Onun bir devesi vardır ve evden kaçmıştır. Yakalamak için halk devenin peşine düşünce deve iyice ürker. Bunun üzerine devenin sahibi, halka;

«–Devemle aramızdan çekilin, ben ona daha iyi davranırım, onun huyunu daha iyi bilirim.» diyerek yalnız başına deveye doğru gider. Yere düşmüş hurma döküntülerinden alarak deveyi çağırır, deve de gelir. Adam deveye havutunu vurur ve üzerine binip gider.

İşte bunun gibi ben; şu bedevî o sözleri söylediği vakit, sizleri dinlemiş olsaydım zavallı cehenneme gitmişti!” (Heysemî, IX, 15-16; Isfahânî, el-Emsâl fi’l-Hadîsi’n-Nebevî, Bombay, 1987, s. 301)

İnsan zayıf yaratıldığı için ihsan (iyilik) ve ikrâma mağlûptur. Denilmiştir ki:

“Problemini çözdüğünüz insan, sizindir.”

Tabiî ki o ihsanda bulunmak, o problemi çözebilmek; fedâkârlık ister, cömertlik ister, diğergâmlık ister.

Bir insanın gönlünü kazanmayı, onu Allah yoluna celbedebilmeyi; kendi menfaatinden, kendi rahatından, kısacası her şeyden üstün görmeyen kişi, bu fedâkârlıkları gerçekleştiremez.

Mehmed Âkif’in dediği gibi:

Adam ister, yalınız etmeye bir kavmi adam!..

O keyfiyetli adam, o vasıflı insan; dâimâ özlenen, aranan ve temennî edilen kişidir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, sohbet arkadaşlarının temennîlerde bulunmasını istemişti. Onların; «Bir oda dolusu para veya altın sahibi olup, onu Allah yolunda infâk etmeyi» temennî etmelerine karşılık, o şöyle dedi:

“Ben ise bu odanın Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Muâz bin Cebel ve Huzeyfetü’l-Yemânî gibi (müstesnâ ve seçkin, her yönden kâmil) kimseler ile dolu olmasını ve bunları Allâh’a itaat yolunda, yani tebliğ ve ıslah hizmetlerinde istihdâm etmeyi temennî ederim…” (Buhârî, Târîhu’s-Sağîr, I, 54)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- vefât edince, Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh-;

“–İlmin onda dokuzu gitti.” dedi.

Sahâbe de kendisine;

“–Daha içimizde âlimler var!” dediler.

O ise;

“–Ben mârifet ilminden bahsediyorum.” dedi.

Zihne depo edilen bilgi ile, kalpte hazmedilen ilim arasındaki fark da «ihsan»dır.

İlim, Allâh’ın bir sıfatıdır. Kul, Allâh’ın verdiği bilgilere ilâve olarak yine Allah’tan «ihsan» duygusu lutfedilmesi ile ârif hâline gelir. Mârifetten, yani Allâh’ı tanıyabilmekten hisse almaya çalışır.

Her medeniyet, kendi insan tipini inşâ eder.

İslâm medeniyetinin inşâ etmeyi gaye edindiği insan tipi, ihsan sahibi insandır.

Peygamberimiz, tebliğ ederken kendisine sorarlardı:

“–Ey Kureyşli kardeş! Sen nelere davet ediyorsun?

Rasûlullah Efendimiz şu âyeti okurdu:

“Muhakkak ki Allah;

  • Adâleti, ihsânı ve muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder.
  • Hayâsızlığı, çirkin işleri, zulüm ve haddi aşmayı yasaklar.

Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (en-Nahl, 90)

Onlar da şu itirafta bulunurlardı:

“–Ey Kureyşli kardeş! Vallâhi Sen bizi en üstün ahlâka ve en güzel amellere davet ettin!” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, V, 250-251; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 187-189)

İhsan derecesine ulaşmak, gayret ve fedâkârlık ister. Lâkin neticesi çok bereketlidir.

Rabbimiz buyurur:

“…Muhakkak ki ihsan sahiplerine Allâh’ın rahmeti çok yakındır.” (el-A‘râf, 56)

Bu rahmetin tefsîri mâhiyetinde denilmiştir ki:

Hayatın lezzeti de şu üç yerde zuhûr eder:

  • Aşk ile birleşen îmanda.
  • Vecd ve huşû ile edâ edilen ibâdette.
  • Meftûn edici davranış güzellikleriyle yapılan hizmette.

Yine âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Biz, yaptığını ihsân üzere / en güzel şekilde yapanın amelini asla zâyî etmeyiz.” (el-Kehf, 30)

En güzel ve sağlam bir şekilde yapılan hizmetler, kulluklar ve gayretler hiçbir zaman zâyî olmaz.

Güzel ve sağlam yapılmayan işler ise, vicdana büyük bir yük getirir:

VİCDAN AZÂBI

Hazret-i Mevlânâ îkaz buyurur:

“Vazifesini tam yerine getirmemiş olanın vicdan yarasına; ne mazeret çare olur, ne de ilâç şifâ verir.”

Vicdan yarası, mazeretlerle ve ilâçlarla tedavi edilemez. Onun tek çaresi; âh u vâh etmek yerine, o hâli telâfî edecek olan kendi üzerindeki vazifeyi yapmaktır. Dolayısıyla temiz vicdanlı olmak, o şekilde yaşamak ve aynı hâl üzere ölebilmek; her müslümanın şiârı olmalıdır. Zira temiz bir vicdan; insana kendini, kendinde buldurur ve onu insanlık haysiyetine kavuşturur.

Bu itibarla;

Hizmet ehli;

  • Hizmetini, talebesini ve muhataplarını sevmelidir. Kendisini sevdirmeli, sevilen bir eğitimci olmalıdır.
  • Hizmetin gerektirdiği bilgi, beceri ve tecrübeye sahip olmalıdır. Bu liyâkati kazanmak için gayret etmelidir.
  • Yaptığı hizmetin en güzel nasıl îfâ edilebileceğini öğrenmekle mükelleftir.
  • Kendisini ilmen ve ahlâken sürekli geliştirmelidir. Kendisini inşâ edemeyen, başkasını da inşâ edemez. Kendisi uyuyan, başkalarını uyandıramaz.
  • Tatlı dilli, güler yüzlü, etrafına huzur tevzî eden bir mâhiyette olmalıdır.
  • Tevâzu ve vakar dengesini muhafaza edecek tarzda, sevgi dolu ve samimî olmalıdır.

Unutulmamalıdır ki;

Kazandığımız her insanın ecri, kaybettiğimiz her insanın da ağır vebâliyle karşılaşacağız.

KAÇMAK ÇARE DEĞİL!..

Ancak bu nevi îkazları, nefsânî bir şekilde tabir ederek, vazifeden kaçmaya bir bahane hâline de getirmemelidir:

“–Ben kim, dîne davet etmek kim! Bu iş benim boyumu aşar. Bunu başkaları yapsın!” diyerek vazifeden kaçmakta da asla selâmet yoktur.

Çünkü düşünülürse; bir vazifeyi tamamen terk eden, o işi yapmaya gayret edip de kusurlu olandan daha mâzur olamaz.

Zira zamanımızda bu vazifeler; farz-ı kifâye olmaktan öteye geçmiş, farz-ı ayn hâline gelmiştir.

Nasıl ki, seferberlikte;

“–Ben iyi harp edemem, o sebeple işi erbâbına bırakayım!” demek mümkün olmaz, bu bahaneyle cepheden kaçan suçlu hâle gelirse; günümüzde de Allah yoluna davet vazifesini terk etmeye mazeret yoktur.

Hikmet ehli der ki:

–Şu üç sınıf insan Allah’tan uzaktır:

  1. Rahatlarını düşünerek hizmetten kaçanlar,
  1. Hassas olduklarını öne sürerek ızdırap ve sefâletlerin, dert ve mâtemlerin civarına yaklaşmayanlar. Bunlar;

“–Benim içim kaldırmıyor!” diyerek türlü türlü mazeretlere sığınanlardır.

  1. Gafiller topluluğu ile beraber olanlar. (Neticede onlar da gafilleştikleri için Allah’tan uzak olurlar.)

Allâh’a yaklaşmak isteyen mü’mine düşen; «Ben vazifemi daha iyi hâle nasıl getirebilirim?» şeklinde iyi niyetle gayret etmektir.

Mü’min; her işini, şu üç vasfa nâil eylemeye çalışmalıdır:

  • Ahsen; yani her işi en güzel olmalı, etrafına dâimâ güzellik tevzî etmelidir.
  • Ecmel, yani gönle huzur ve ferahlık verecek zarâfet ve letâfette olmalıdır.
  • Ekmel; yani çok olgun, en mükemmel olmalıdır.

Bu gayeye ulaşmak için, mühim bir şart da ümitle dolu olmaktır.

YEİS YOK!..

Unutmamalıdır ki;

En büyük insan terbiyecileri olan peygamberler, gönderildikleri toplulukları hazır bir vaziyette bulmadılar. Onlar büyük gayret ve fedâkârlıklarla, müstesnâ bir sabır ve sebatla ümmetlerini bizzat yetiştirdiler.

Mekke devrinin sabrı, Medine devrinin inkişâfıyla neticelendi. İlk 6 senede sadece 40 kişi müslüman oldu, 23 senenin sonunda ise müslümanların sayısı 150.000’i geçti.

Güçlü bir eğitimci; bütün menfî şartlara rağmen, ye’se kapılmayan ve muhtaç olduğu insanı kendisi inşâ edebilendir.

Hazret-i Mevlânâ şöyle bir kıssa nakleder:

“Bir gece vaktiydi. Evimden dışarı çıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gördüm:

«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» diye sordum.

Adam;

«–İnsan arıyorum.» diye cevap verdi.

Ona dedim ki:

«–Yazık! Boşuna yoruluyorsun… Ben yurdumu terk ettim de yine onu bulamadım. Git evine… Yat, rahatına bak! Nâfile arıyorsun, onu hiçbir yerde bulamayacaksın!»

Adamcağız acı acı baktı:

«–Bulamayacağımı ben de biliyorum. Ama, yine de hasretle aramaktan zevk alıyorum!» dedi.”

Hazret-i Mevlânâ, bu kıssada bir adam aramanın hasretini anlatır. Toplumda keyfiyetli, ideal bir insana duyulan hasret… İşte eğitim, bunu yetiştirmektir.

Toplumlar, dâimâ bu sebeple peygamberlere ve Hak dostlarına hasret duyar.

O hâlde;

Asla ümitsizliğe dûçâr olmamalı; neticesi hemen hâsıl olmasa dahî, samimî gayretlerin Allah katında makbul ve me’cûr olacağını hatırda tutmalıdır.

Şâzelî meşâyıhından Derkāvî -rahmetullâhi aleyh- anlatıyor:

“Üstâdım beni bir kabîleye gönderiyordu. Dedim ki:

«–Gittiğim yerde mânevî sohbetler yapıp hasbihâl edebileceğim bir Allâh’ın kulu bile yok, yapayalnız kalacağım…»

Bana üstâdımın cevabı şöyle oldu:

«–Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın! (Yani kendin arayıp, bulup, yetiştireceksin!)»”

Hâsılı;

Eğitim, gelip geçici bir sevda değildir. Son nefese kadar aşk ve vecd ile ve bilhassa Allâh’a beğendirme, O’nun rızâsını kazanma şuuruyla îfâ edilmesi gereken yüce bir vazifedir.

Gönlü Kur’ân ve Sünnet’in feyz ve rûhâniyeti ile dolu bir eğitimcinin talebelerine yaptığı tesir; tıpkı gül, karanfil ve nâdîde çiçeklerle bezenmiş bir bahçe üzerinden esen meltemlerin gittikleri her yere, gönüllere bahar ferahlığı veren latîf râyihalar götürmesi gibidir.

Eğitim dünyasında nice notlar yazılır ve nice karneler verilir. En ehemmiyetlisi şu üç nottur:

Birincisi: Eğitimcinin talebesine verdiği not.

İkincisi: Talebenin eğitimciye vereceği muhabbet notu. (Hocanın talebede nasıl bir iz bırakabildiği…)

Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk’ın mahşerde hepimize vereceği not.

Nasıl ki eğitimcilerin talebelerinden beklentisi, dönem sonunda güzel bir karneye sahip olmalarıysa; Rabbimiz’in bizlerden arzu ettiği de, îman ve sâlih amellerle dolu bir ömür karnesiyle huzûruna çıkabilmemizdir.

Bir güzel ism-i şerîfi de el-Muhsin olan yüce Rabbimiz, her işimizi ihsân üzere yapabilmemizi lütuf ve ihsan buyursun.

İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak yolunda her birimizi, seven ve sevilen ehl-i hizmet bir muallim ve rehber kılsın.

Âmîn!..