Hazret-i Mevlânâ (rahmetullâhi aleyh) -9-

Hak Dostlarından Hikmetler

2017 – Kasım, Sayı: 381, Sayfa: 032

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Nîmete şükretmek, nîmetten daha hoştur. Şükrü seven kimse, şükrü bırakır da nîmet tarafına gider mi?

Şükretmek, nîmetin canıdır. Nîmet ise deri gibidir, kabuk gibidir. Çünkü seni Dost’un kapısına ancak şükür götürür.

Nîmet, insana uyanıklığın zıddına gaflet de verebilir. Şükretmek ise dâimâ uyanıklık getirir.

Sen aklını başına al da şükür nîmeti ile gerçek nîmeti avla!”

[Bize bir dostumuz hadsiz-hesapsız ikramlarda bulunsa, ona karşı en ufak bir hatâ işlemekten utanırız. Onu incitecek her türlü hareketten titizlikle sakınırız. Ona karşı, hoşnut olacağı güzel davranışlarda bulunup şükran ve minnet hislerimizi ifade etmek isteriz.

İçinde bulunduğumuz bu fânî âlemde Cenâb-ı Hak, kendisine şükredelim diye, biz kullarına sayılamayacak kadar nîmetler bahşediyor. Bu nîmetler vesîlesiyle, kimin şükredip kimin de nankörlük edeceği hususunda, bizleri imtihana tâbî tutuyor. Şükredenlerin ilâhî rahmete nâil olacağını, nankörlük edenlerinse kahr-ı ilâhîye dûçâr olacağını beyân ediyor.

Şükür, sadece dilimizin “Yâ Rabbi Sana şükürler olsun!” demesinden ibaret değildir. Bu lâfzî şükrün içini, kalbî ve fiilî şükürle de doldurmamız gerekir.

Kalbî şükür; nîmetlerin asıl sahibinin Allah Teâlâ olduğu şuurunu kalpte sabitlemektir.

Fiilî şükürse; o nîmetleri Allâh’ın râzı olmadığı işlere âlet etmemek, bilâkis onları Allâh’ın arzu ettiği şekilde kullanarak rızâ-yı ilâhîye vesîle kılabilmektir. Rızâ-yı ilâhî ise, insanın kavuşabileceği nîmetlerin en büyüğüdür. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına nâil olmaktan daha büyük bir nîmet düşünülemez.

Nitekim Cenâb-ı Hak da, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında bulunan mü’minlerin fârik vasıflarını sayarken;

“…Onlar, Allah’tan lûtuf ve rızâ isterler…” (el-Feth, 29) buyurmaktadır. Böylece rızâsına erebilmenin, mü’min gönüllerdeki en büyük hedef ve ideal olması gerektiğine işarette bulunmaktadır. Bu itibarla bizler de bütün his, fikir ve amellerimizi dâimâ rızâ-yı şerîfiyle te’lif etmesini Cenâb-ı Hak’tan niyâz etmeliyiz.

Şu bir hakîkattir ki bütün dünya bir insana verilse ve o, zevk u safâ içinde bin yıl saltanat sürse, yine de bir gün ölecek, o nîmetler de dünyada kalacaktır. Fânî nîmetler vesîlesiyle Allâh’a şükredip rızâ-yı ilâhîyi tahsil edebilmek ise, esas hayat olan âhirette ebedî saâdet sermayesi olacaktır.

Bu bakımdan Cenâb-ı Hakk’a şükredebilmek, yine şükrü gerektiren müstesnâ bir nîmettir. Yani kul, nâil olduğu maddî-mânevî sayısız nîmete ilâveten, şükredebildiği için de şükretmelidir. Cenâb-ı Hakk’ı zikredebildiğine, O’na secde edebildiğine, O’na kul olabildiğine şükretmelidir.

Unutmayalım ki Cenâb-ı Hak bütün ihtiyaçlardan münezzehtir. Bizim kulluğumuza da şükrümüze de aslâ ihtiyacı yoktur. Cenâb-ı Hakk’a duâ, zikir, şükür ve hamd ü senâlarla ilticâ etmeye, bizler muhtacız. Bütün insanlık âlemi Allâh’a secde etse, bu durum O’nun şân-ı ulûhiyyetini bir nebze artıracak değildir. Bunun aksine bütün insanlar O’na isyan etse, yine O’nun şân-ı ulûhiyyetine zerre kadar halel gelmez.

Nitekim Cenâb-ı Hak da:

“Şüphesiz Biz ona (insana, doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör!” (el-İnsân, 3) buyuruyor.

Yani şükretmenin de, nankörlük etmenin de ancak kula fayda veya zarar vereceğini beyân ediyor.

O hâlde, farkında olduğumuz ve olamadığımız sayısız nîmetleri için Allâh’a şükrederek O’nun rızâsını tahsîle çalışmak dururken, rızka takılıp Rezzâk’ı unutmak kadar büyük bir gaflet ve ahmaklık olamaz.

Yunus Emre Hazretleri, nîmete bakıp onun gerçek ikram edenini göremeyen, aynadaki yalanlara aldanıp gaflet içinde oyalananlara şöyle seslenir:

Mal sahibi, mülk sahibi,

Hani bunun ilk sahibi?

Mal da yalan mülk de yalan,

Var biraz da sen oyalan!..

Nitekim dünyaya esir olup gelgeç seraplara aldanan gaflet ehlinin hâlini Cenâb-ı Hak;

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ : Çalışmış, (boşa) yorulmuşlardır.” (el-Ğâşiye, 3) âyet-i kerîmesiyle beyan buyurmaktadır.

Şunu da hiçbir zaman unutmamak îcâb eder ki, şükredilmeyen bir nîmet; esâsen nîmet olmaktan çıkmış, ağır bir külfet hâline gelmiş demektir. Kulun nefsâniyete sermâye kıldığı, varlığına güvenerek şımarıp azgınlaştığı bir nîmet; hakîkatte nîmet değil, âhiret hayatını azap faslına çevirecek mânevî bir felâkettir.

Nitekim asr-ı saâdette Sâlebe isimli ibadet ehli fakir bir sahâbî, kendisi için hayırlı olup olmayacağını bilmeden, ısrarla dünya servetini talep etmişti.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ey Sâlebe! Şükredebileceğin az bir varlık, şükrünü îfâ edemeyeceğin çok varlıktan daha hayırlıdır.” buyurarak onu îkaz etti, kendi sâde ve mütevâzı yaşayışına işaret ederek:

“Benim hâlim sana güzel bir misâl değil mi?..” nasihatinde bulundu. Fakat Sâlebe dinlemedi, ısrarla zengin olmayı talep etmeye devam etti. Nihâyet arzusu gerçekleşip büyük bir servetle imtihan edilince de nîmetlerin asıl sahibi olan Rabbini unuttu. Böylece dünya imtihanını kaybedenlerin dûçâr olacağı hazin âkıbetin ibretlik bir misâli oldu. Ölüm döşeğindeyken de;

“Ah keşke Peygamber Efendimiz’in nasihatlerini dinleseydim!” diyerek ebedî hayatını mahveden şükürsüzlüğünün, kanaatsizliğinin ve ihtirâsının nedâmetiyle kahroldu.[1]

Dolayısıyla kula fayda sağlayacak olan gerçek nîmet, ancak şükrü îfâ edilebilen nîmettir. Şükredilmeyen, hattâ isyan ve küfran üzere kullanılan nîmetler; esasen birer fitne, iptilâ ve külfettir. Gâfil insan, bunu nîmet zannedip sevinir. Ondan mahrum edilse, mahzun olur. Bu hâl; sefâletini saâdet, saâdetini de sefâlet zannetme şaşkınlığıdır.

Cenâb-ı Hak, nice insanın düştüğü bu gaflete işaretle âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:

“İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde (bunun bir imtihan olduğunu düşünmeden sevinir de) «Rabbim bana ikram etti!» der.

Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise (hâline rızâ göstermeyip üzülerek) «Rabbim beni önemsemedi!» der.” (el-Fecr, 15-16)

Demek ki kul evvelâ, nîmetlerin mutlak sûrette bir hayır vesîlesi olduğunu zannetmekten vazgeçmelidir. Onun -iki uçlu bir bıçak gibi- hayra da şerre de vâsıta olabileceğini unutmamalıdır. Ancak şükrünü îfâ edebildiği helâl nîmete sevinmelidir. Kendisini gaflete sürükleyecek bir nîmetten mahrum kalmanın, aslında kendisi için ilâhî bir lûtuf olduğunu düşünüp bu mahrûmiyetine de şükretmelidir.

Kendisine, hiçbir insana verilmemiş bir saltanat lûtfedilen Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- bu nîmetlerin asıl sahibi olan Rabbini hiçbir zaman unutmadı, kalbini dünyalıkların kasası yapmadı. Cenâb-ı Hak da ona; نِعْمَ الْعَبْدُ : Ne güzel bir kul…”[2] iltifâtında bulundu.

Buna mukâbil, çok ağır sıkıntı, ıztırap, hastalık ve fakirlikle imtihan edilen Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- da sabır, rızâ ve şükür hâlini hiç bozmadı. Cenâb-ı Hak ona da; نِعْمَ الْعَبْدُ : Ne güzel bir kul…”[3] iltifâtında bulundu.

Demek ki ağniyâ-i şâkirîn ve fukarâ-yı sâbirîn, yani şükür ehli zenginler ile hâline sabredip rızâ gösteren fakirler, Allâh’ın rızâ ve muhabbetine nâiliyet bakımından aynı fazîlet zirvelerindedirler.

Bunun içindir ki, hayatın med-cezirlerinde, acı veya tatlı her ahvâlde dâimâ Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükür hâlinde bulunmak, mü’minin değişmez bir vasfı olmalıdır.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Allâh’ın cömertlik tecellîsinin tezâhürü, fakirlerdir. O fakirler ki kerem sahiplerine mürâcaat ederler. Dertlerini onlara açarlar. Böylece hamiyetli zenginler için saâdet yollarını hazırlarlar.”

“Yoksul kişi nasıl cömertlik ve iyiliğe muhtaç ise, cömertlik ve iyilik de yoksul kişiye muhtaçtır. Güzeller, güzelliklerini seyretmek için nasıl tozsuz, passız, parlak bir ayna ararlarsa, cömertlik de yoksulları, zayıfları öylece aramaktadır.”

“Yoksul kişi cömertlerin aynasıdır. Sakın aynaya karşı gönül kırıcı sözler söyleyerek onu buğulandırma.”

[Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri yine O’nun rızâsı yolunda infâk etmek, Rabbimiz’e olan şükran duygularımızı ifade etmenin en güzel yoludur. Zenginliğin gerçek saâdet ve saltanatı da; nefsi cimrilik ve israftan kurtararak malı Allah yolunda infâk edebilmek, muhtaç ve muzdaripleri, ikram ve ihsanlarla sevindirebilmektir. Mü’min, muhtaçları sevindirme neşesiyle yaşayan, fedakâr, diğergâm ve cömert insandır. Gönül huzuru, ancak Allâh’ın muzdarip kullarını sevindirmekle elde edilebilir.

Şu bir hakîkattir ki, bu dünyada fakir zengine muhtaçtır, âhirette ise zengin, fakirin hayır duâlarına daha çok muhtaçtır. Bu yönüyle fakirler, varlıklı kimseler için paha biçilmez bir nîmettirler. Zira varlıklı kimseler, o fakirler vesîlesiyle Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsil imkânına kavuşmaktadırlar.

Nitekim büyüklerimiz bir nakdî yardımda bulunacakları zaman, bu şuur ve hassâsiyet içinde, o meblâğı güzel bir zarfa koyar, üzerine de; “Kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” şeklinde zarif ve gönül alıcı bir ibâre yazarlardı.

Zira her şeyin olduğu gibi infâkın da bir âdâbı vardır. Âdâbına riâyetle yapılan infaklar, kulu fazîlette zirvelere taşırken; bunun aksine, başa kakmak, rencide etmek veya büyüklenmek gibi çirkin davranışlar, o müstesnâ fazîletin imhâ olmasına sebebiyet verir.

Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:

“Güzel bir söz ve bağışlama, arkasından gönül incitme gelen bir sadakadan daha hayırlıdır…” (el-Bakara, 263)

“Öyleyse yetimi sakın ezme! El açıp isteyeni de sakın azarlama!” (ed-Duhâ, 9-10)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, eline bir dünyalık geçtiğinde onu muhtaçlara infâk etmeden huzur bulamazdı. Yoksullara infâk edecek bir şeyi kalmadığında ise, utancından başını öbür tarafa çevirirdi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Eğer Rabbinden umduğun (beklediğin) bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” (el-İsrâ, 28)

Demek ki İslâm ahlâkında muhtacı reddetmek, ona çıkmaz sokak göstermek yoktur. Bir mü’min, şayet hiçbir şey veremeyecek durumdaysa, hiç olmazsa gönül alıcı birkaç sözle onu tesellîye gayret etmelidir.

Zira gönüller, nazargâh-ı ilâhîdir. Cenâb-ı Hak, kalbi kırıkların yanıbaşındadır. Dolayısıyla mazlum ve mağdurlara karşı son derece dikkatli ve nâzik olmak gerekir. Yine unutmamak îcâb eder ki kaba ve kırıcı ifadelerin mahzun gönüllerde açacağı bir yarayı hiçbir merhem iyileştiremez. Bir cam bir defa kırılırsa, sonradan ne kadar yapıştırılırsa yapıştırılsın, aslâ eskisi gibi olmaz, ömür boyu izi kalır…]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Oğul! Herkesin ölümü kendi rengindedir. Allâh’a vuslat olduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere ve ölüme düşman kesilenlere, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”

“Ey ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, aslında sen ölümden korkmuyorsun; sen kendi günah ve gafletlerinden korkuyorsun.”

“Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun; ölümün çehresi değil, kendi çirkin yüzündür. Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise o ağacın yaprağıdır. Her yaprak, ağacın cinsine göre vücut bulur…”

[Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar îmân edip takvâya ermiş olanlardır.” (Yûnus, 62-63)

Nasıl ki Allâh’a îman edip takvâ üzere bir kulluk hayatı yaşayan mü’minlere kabirde ve kıyâmette korku ve hüzün olmayacaksa, fânî dünyaya vedâ ânı olan son nefeste de aynı hâl tezâhür edecektir. Zira ebedî âleme açılan ölüm kapısından, herkes mânevî durumuna göre geçecektir. Kimileri gayet kolay, kimileri ise zor ve meşakkatli bir sûrette…

Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:

“Müslüman bir kimse âhirete yaklaştığı ve dünyadan ayrılma vakti geldiği zaman, ölüm meleği gelir ve başucuna oturur. Semâdan da melekler inerler; yüzleri güneş gibi parlaktır. Yanlarında Cennet kefenlerinden ve kokularından vardır. O şahsın önüne, baktığı yere otururlar. Ölüm meleği şöyle der:

«‒Ey huzura ermiş nefs! Rabbinin mağfiretine ve rızâsına kavuşmak için çık!»

O da bir su damlasının kaptan aktığı gibi kolaylıkla çıkıverir…

Fâcir (günahkâr) kimseye gelince; o da âhirete yaklaşıp dünyadan ayrılma vakti geldiğinde, ölüm meleği gelir ve başucuna oturur. Semâdan melekler inerler; yüzleri simsiyah ve ellerinde kıldan yapılmış, kaba ve sert giysiler vardır. Önüne, gözünün baktığı yere otururlar. Ölüm meleği:

«‒Ey pis ruh! Allâh’ın hiddet ve gazabına uğramak için çık!» der.

Ruh cesetten, kancalı ve çatallı bir şişin, ıslak yünün içinden çekilip çıkarılması gibi oldukça zor ayrılır. Onunla birlikte vücuttaki bütün damarlar ve sinirler de (sanki) kopar, (o derece ıztırap verir)…” (Bkz. Hâkim, Müstedrek, I, 93-95/107. Krş. Ahmed, IV, 287, 295; Heysemî, III, 50-51)

Yani ölüm, herkesin karşısına, yaşadığı hayatın mânevî keyfiyetine uygun bir sûrette çıkacaktır.

Allâh’ın müstesnâ bir ikramı olan ömür nîmetini nefsinin esiri, şeytanın oyuncağı olarak ziyan eden kâfir ve fâsıklara, kâbuslarla dolu bir azap yolculuğu olarak çıkacak, kabir onu karanlık bir zindan ve Cehennem çukurlarından bir çukur hâlinde karşılayacaktır.

Allâh’ın emir ve nehiylerine riâyet edip nefsânî arzula­rını aşan mü’minlere ise son nefeste bir bayram huzuru ve mes’ûd bir vuslat heyecanı nasîb olacak, kabir onu Cennet bahçelerinden bir bahçe hâlinde karşılayacaktır.

Böyle sâlih kullar için ölüm, hayal ötesi güzellik ve idrâk üstü mükemmellik sahibi olan Rabbimiz’e vuslatın mecburî bir şartı olarak görülür. Böylece çoğu insanda soğuk ürpertilere sebep olan ölüm, gönüllerde “En Yüce Dost”a kavuşma heyecanına dönüşür.

Nitekim bir defasında Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Kim Allâh’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Kim de Allâh’a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz!” buyurmuşlardı.

Efendimiz’in zevcelerinden biri:

“–Yâ Rasûlâllah! (Ölümden hoşlanmama hâli de buna dâhil midir?) Hepimiz ölümü mutlak sûrette kötü görür, ondan hoşlanmayız!” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:

“–Hayır, kastettiğim o değil. Lâkin kendisine ölüm geldiğinde mü’min; Allâh’ın rızâsı, cömertliği ve sonsuz ikramlarıyla müjdelenir. Artık onun için, önündeki şeylere kavuşmaktan daha sevimli bir şey kalmaz. Bu sebeple Allâh’a kavuşmayı ister ve sever. Allah Teâlâ da ona kavuşmayı sever.

Kâfir ise, ölüm kendisine gelince, Allâh’ın azâbı ve cezasıyla müjdelenir. Artık onun için, önündeki şeylerle karşılaşmaktan daha çirkin bir şey yoktur. Bu sebeple Allâh’a kavuşmaktan hoşlanmaz. Allah Teâlâ da ona kavuşmaktan hoşlanmaz!” (Buhârî, Rikāk, 41; Müslim, Zikir, 14)

Demek ki îman edip sâlih ameller işlemek sûretiyle bu dünyada ilâhî muhabbete mazhar olan kullar, son nefeslerinde Allâh’ın rızâsıyla müjdelenip O’na kavuşmayı cân u gönülden arzu edecekler, ölüm geçidinden de huzur içinde geçeceklerdir.

Emevî halîfelerinden Süleyman bin Abdülmelik, zühd ve takvâ ehli bir âlim olan Ebû Hâzim’e:

“–Allah Teâlâ’ya gidiş nasıl olacak?” diye sorar.

Ebû Hâzim -rahmetullâhi aleyh- şu cevâbı verir:

“–İtaatkâr bir kulun Allâh’a gidişi; evinden, ailesinden ayrı düşen bir insanın, onu iştiyakla bekleyen ailesine kavuşması gibidir. Ama âsî bir insanın Allâh’a gidişi ise, efendisinden kaçan bir kölenin yakalanıp tekrar ona dönüşü gibidir.”

Yani bu dünyada son nefesini îman selâmetiyle verebilme endişesi içinde yaşayan, asıl hayat olan âhirete hazırlığını ikmâl gayretinde bulunan bir kul için öbür dünyaya gidiş, âdeta gurbetten sılaya dönüş mutluluğudur. Fakat bunun aksine bu dünyaya gönderiliş gayesinden habersizmiş gibi nefsânî arzuları peşinde gününü gün eden, kimin mülkünde yaşadığını, nereden gelip nereye gideceğini düşünmeden ömür tüketen gâfillere ise ölüm, ansızın başlara çöken korkunç bir felâket hâlinde tezâhür edecektir.

Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh- bu hakîkatin bir misâlini şöyle anlatır:

Hükümdârın biri, bir yere gitmeye hazırlanırken üzerine giymek için sayısız elbiseler içinden en güzelini ve binmek için de birçok at içinden en gösterişli olanı seçti. Adamlarıyla birlikte ihtişam içinde, böbürlenerek yola çıktı. Yolda, üstü-başı perişan biri, atının yularına yapıştı. Hükümdar hiddetle:

“–Sen de kimsin, benim karşımda kim oluyorsun, çekil önümden!” diye bağırdı.

Adamcağız ise sakince:

“–Sana söyleyeceklerim var! Senin için çok hayâtî bir mesele…” dedi.

Hükümdar merakla karışık bir hışımla:

“–Söyle bakalım!” deyince, adam:

“–Gizlidir, eğil de kulağına söyleyeyim!” dedi.

Hükümdar eğildi, adam:

“–Ben Azrâil’im, canını almaya geldim!” dedi.

Hükümdar bir anda neye uğradığını şaşırdı, telâşa kapıldı, aman dilemeye başladı:

“–Ne olur biraz müsâade et!..” dedi.

Azrâil -aleyhisselâm- ise:

“–Hayır, sana müsâade yok. Ailene de ulaşamayacaksın!” dedi ve oracıkta hükümdârın canını alıverdi.

Daha sonra yoluna devam eden Azrâil -aleyhisselâm- sâlih bir mü’min kul ile karşılaştı. Ona selâm verdikten sonra:

“–Seninle bir işim var, bunu sana gizli söyleyeceğim.” dedi ve kulağına eğilerek kendisinin Azrâil olduğunu söyledi. Mü’min kul buna sevindi ve:

“–Hoş geldin, ne zamandır seni bekliyordum…” dedi.

Azrâil -aleyhisselâm-:

“–Öyleyse yapmakta olduğun işi tamamla.” dedi. Adam:

“–Benim en mühim işim, Allah Teâlâ’ya vuslattır.” dedi. Bunun üzerine ölüm meleği:

“–Hangi hâl üzere istersen, o hâl üzerinde canını alayım.” dedi. Adam:

“–Buna imkân var mı?” diye sordu. Melek:

“–Evet, senin için bununla emrolundum.” dedi. Adam:

“–Öyleyse abdestimi tazeleyeyim, namaza başlayayım ve başım secdede iken canımı al.” dedi ve öyle de oldu.[4]

Nitekim, son nefese hazırlanıp onu güzelleştirebilen Hazret-i Mevlânâ ve emsâli Hak âşıkları da, ölümü bir ayrılık ve hicran değil; mes’ud bir “şeb-i arûs” ve vuslat sevinci olarak telâkkî etmişlerdir.]

Rabbimiz cümlemizi; ölüm, kabir ve âhirete gereği gibi hazırlanıp kâmil bir îman, selîm bir kalp ve yüz aklığıyla huzûr-i ilâhîsine varabilen bahtiyar kullarından eylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 370-372.

[2] Sâd, 30.

[3] Sâd, 44.

[4] Gazâlî, İhyâ, c. 4, s. 834-835, Bedir Yay. İst. 1975.