Hazret-i Mevlânâ (rahmetullâhi aleyh) -8-

Hak Dostlarından Hikmetler

2017 – Ekim, Sayı: 380, Sayfa: 032

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Gönül namazı kılmayan, namaz ehli olmayan kimseyi; öfke rüzgârı, şehvet rüzgârı, hırs rüzgârı kapıp götürür.

Şehvete kul-köle olan kişi ise, Allah indinde, alınıp satılan kölelerden daha değersizdir.”

[Gönül namazı, tâdil-i erkân ve huşû içinde, gönlü Allâh’a vererek kılınan makbul namazdır. Hevâ ve hevesinin esiri, nefsânî arzularının kölesi oldukları için “gönül namazı” kılabilme şerefinden mahrum kalanlar, bu dünyada zevk u safâ içinde saltanat bile sürseler, Mahşer’in dilencileri olacaklardır.

Buna mukâbil, Allah için nefsinin hevâ ve hevesini bertaraf ederek büyük bir azim, sebat ve istikrarla namazlarına devam edebilenler, bu dünyada fakr u zaruret içindeki bir köle gibi de yaşasalar, hakîkatte âhiret sultanları olacaklardır.

Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün Medîne-i Münevvere’deki çarşılardan birine uğramıştı. Çarşıda siyâhî bir köle[1] müzâyede ile satılıyordu. İslâm’la şereflenmiş olan bu köle:

“–Beni alacak olana bir şartım var.” diyordu. Alıcılardan biri:

“–Nedir o şart?” diye sordu. Köle:

“–Farz namazlarımı Rasûlullâh’ın arkasında kılmama mânî olmayacaksın.” dedi. Adam bu şartı kabul ederek köleyi satın aldı.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o köleyi hep farz namazlarda görürdü. Bir gün yine bakındı, fakat o köleyi göremedi. Kölenin efendisine:

“–Hizmetçin nerede?” diye sordu. Adam:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, o, hummâya yakalandı.” dedi. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına:

“–Kalkın, onu ziyarete gidelim.” buyurdular.

Birlikte kalktılar ve şifâ dilemek için ziyaretinde bulundular. Peygamber Efendimiz birkaç gün sonra yine:

“–Hizmetçinin hâli nicedir?” diye sordular. Adam bu defa:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, onun ölümü yakındır.” cevabını verdi. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalkıp o kölenin yanına gittiler. Bu sırada köle vefat etti. Onun techiz ve tekfinini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz üstlendi ve götürüp defnetti.

Ashâb-ı kirâm, bu durumu bir hayli garipsediler. Muhâcirler:

“–Biz, vatanımızı, mallarımızı, âilelerimizi terk edip buraya geldik; hiçbirimiz Rasûlullah’tan şu kölenin gördüğü iltifâtı, hayatında, hastalığında ve ölümünde görmedi.” dediler. Ensâr:

“–Biz de Allah Rasûlü’nü misafir ettik, O’na yardımda bulunduk ve mallarımızla O’nu destekledik ama, Habeşli bir köleyi bize tercih etti.” dediler. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“…Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır…” (el-Hucurât, 13) (Vâhidî, s. 411-412)

İşte zâhiren bir köle olan bu mü’mini, Allah ve Rasûlü’nün nezdinde bu derece kıymetli kılan; şüphesiz ki onun kalbindeki takvâ duygusu ve bilhassa namaza olan düşkünlüğüdür. Nitekim o, kendisi için dünyevî bir şey istememiş, yalnızca farz namazları Allah Rasûlü’nün ardında cemaatle kılma imkânından mahrum bırakılmamasını şart koşmuştu. Yani onu ilâhî ve nebevî iltifâta mazhar kılan meziyeti; Allah Rasûlü’yle beraber olma iştiyâkı ve namazı cemaatle edâ edebilme arzusuydu.

Şüphesiz ki namaza olan bu iştiyak ve muhabbet, gönüldeki Allah sevgisinin bir tezâhürüdür. Allâh’ı seven, O’nun emrini de severek îfâ eder. Bizler de, sabırla, yılmadan, usanmadan Allâh’ın sevdiği amelleri îfâ etmeye çalışalım ki, Allah da bizi sevsin. Zira Allah bizi sevdiğinde, sevdiği amellerin sevgisini de gönüllerimize lûtfeder, onları târifsiz bir lezzet duyarak îfâ edebilmeyi nasîb eyler.

Yeri gelmişken burada bir hâtıramı da nakletmek isterim:

Bir gün siyâhî bir genç yanıma geldi ve;

“–Hocam benim için duâ edin.” dedi.

“–Oğlum ne arzu ediyorsun, hangi müşkülün için duâ istiyorsun?” dedim.

Çünkü gençlerden ekseriyetle; ya bir imtihanda başarılı olabilmek, ya iş-güç sahibi olabilmek, yahut evlenebilmek gibi hususlarda, yani dünyevî meselelerle ilgili duâ talepleri geliyordu. O siyâhî gencin talebi ise çok mânidardı:

“–Hocam, benim için duâ edin; Allah bana namazı çok sevdirsin!” deyiverdi.

Hakîkaten namazı sevmek; her mü’min için, mühim bir hedef ve ideal olmalıdır. Zira bu sevgi, Allah sevgisinin bir alâmetidir. O siyâhî gencin bu hâlisâne talebi, âdeta Hazret-i Dâvud -aleyhisselâm-’ın şu niyâzından hisseler taşıyordu. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere;

Dâvud Peygamber şöyle duâ ederdi:

«Allâh’ım, Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıran ameli isterim. Allâh’ım, Sen’in sevgini bana kendimden, âilemden ve soğuk sudan (yani dünyanın en câzip lezzetlerinden) daha sevimli eyle.»” (Tirmizî, Deavât, 72)

Yine o siyâhî gencin bu talebi, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın derdini hatıra getiriyordu. Nitekim o da şöyle yalvarıyordu Rabbine:

“Ey Rabbim! Beni ve zürriyetimden gelecekleri, namazı devamlı kılanlardan eyle! Ey Rabbimiz, duâmı kabul eyle!” (İbrahim, 40)

Demek ki kendisinin ve neslinin takvâ üzere namaz kılanlardan olabilmesi, peygamberlerin dahî gündemini en çok meşgul eden meselelerden biridir. Allah’tan gâfil kalmamak, bilâkis secdelerle O’na yaklaşabilmek, bunun için de gönlümüzü namaz sevgisiyle doldurması için Cenâb-ı Hakk’a yalvarmak, ne yüce bir îman ufkudur…

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “namaz, gözümün nûru kılındı” buyurmuşlardır.[2] Evlâtlarımızın da “göz nûru” olmasını dilemek, Cenâb-ı Hakk’ın biz mü’minlere Kur’ânî bir telkînidir.[3] O hâlde evlâtlarımıza namazın ehemmiyetini öğretmeli ve onlara güzel bir namaz terbiyesi vermeliyiz ki, onlar da bizlere bir göz aydınlığı, yüz aklığı, sadaka-i câriye olsunlar.

Nitekim hanım sahâbîlerin derdi de buydu. Evlâtları şayet Allah Rasûlü’nü uzun müddet görmemişlerse, Efendimiz’in ardında namazlarını cemaatle edâ etmemişlerse, onları derhâl uyarır, bir an önce bu hatalarını telâfi etmelerini isterlerdi.

Bizler de evlâtlarımızı bugünden namaza ve câmiye alıştıralım ki yarın ıssız bir kabirde, sadaka-i câriyelerden mahrum ve perişan bir hâlde kalmayalım.

Unutmayalım ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hesap gününde ibadetlerden ilk sorulacak suâlin “namaz” hakkında olacağını, eğer kul, namazlarını Allâh’ın istediği şekilde edâ etmişse kurtuluşa ereceğini, aksi hâlde hüsrâna uğrayacağını haber vermiştir.[1]

Ümmetine son derece şefkatli ve merhametli olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son nefeslerini verirken de üç defa; “Namaz hususunda Allah’tan korkunuz!” buyurmuştur. Ardından bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra yine “Namaz, namaz!..” diye tekrarlayarak muazzez rûhunu Rabbine teslîm etmiştir.[5]]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Sünnet’i, topluluğu bırakan kişi, yırtıcı canavarlarla dolu yerde kendi kanını dökmez de ne yapar?!”

“Sünnet yoldur; cemaat/topluluk da yol arkadaşı gibidir. İnsan, yolsuz ve arkadaşsız kalırsa, pek sıkılır, darlığa düşer.”

[Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti topluluk üzerindedir. Hadîs-i şerîfte:

“Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyrulmuştur. (Münâvî, III, 470)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Şeytan, insanın kurdudur. Tıpkı sürüden ayrılan koyunu kapan kurt gibi. Sakın gruplara bölünmeyin. Cemaatten, toplumdan ve mescitlerden ayrılmayın!” buyurmuşlardır. (Ahmed, II, 400; V, 335; Hâkim, I, 73/59)

İslâm; ferdiyetçiliği, egoizmi, bencilliği, toplumdan uzaklaşıp kendi kabuğuna çekilerek yaşanan bir hayat tarzını men eder; buna mukâbil, diğergâmlığı, din kardeşleriyle beraberliği, kaynaşmayı, yardımlaşmayı ve ictimâîleşmeyi emreder. Şüphesiz ki bunun en güzel vesîlelerinden biri de, Allâh’ın evi, İslâm’ın şiârı ve müslümanların birlik, beraberlik ve tevhîdinin sembolü olan câmilerde, namazların cemaatle kılınmasıdır.

Nitekim câmi veya mescitlere devam edip namazı cemaatle kılmak, Peygamber Efendimiz’in vâcibe yakın müekked sünnetlerinden biridir. Bazı mezhepler ise bunu farz-ı kifâye, hattâ farz-ı ayn derecesinde görmektedirler.[6]

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Bir kimsenin câmilere gitmeyi îtiyad hâline getirdiğini görürseniz, onun îmanlı olduğuna şâhitlik edin. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

«Allâh’ın mescitlerini ancak Allâh’a îmân edenler îmâr eder…» (et-Tevbe, 18)” (İbn-i Mâce, Mesâcid, 19)

Demek ki îman alâmeti olan “mescit îmârı”nın bir mânâsı da, o mescidi cemaatle ihyâ ve âbâd etmektir. Zira ümmet-i Muhammed’e bütün yeryüzü mescit kılınmıştır. Mühim olan, o mescidin içini doldurabilmektir. Nitekim bir mescit cemaatten mahrum kalmışsa çok geçmeden mahzun bir vîrâneye dönüşüverir. Onu tekrar ihyâ etmek ise, mü’minlerin boynunun borcudur.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâb-ı kirâm ve diğer İslâm büyükleri, cemaate devamlılık hususunda büyük bir titizlik göstererek bizlere de örnek teşkil etmişlerdir. Nitekim sahâbe-i kiramdan Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- der ki:

“Yarın Allâh’a müslüman olarak kavuşmak isteyen kişi, namazlarını ezan okunan yerde kılmaya devam etsin. Şüphesiz ki Allah, sizin Peygamberiniz’e hidâyet yollarını açıklamış ve emretmiştir. Namazları cemaatle kılmak da hidâyet yollarındandır.

Şayet siz, cemaati terk edip namazı evinde kılan şu adam gibi yapacak olursanız, Peygamberiniz’in Sünnet’ini terk etmiş olursunuz. Peygamberiniz’in Sünnet’ini terk ederseniz, sapıklığa düşmüş olursunuz.

Herhangi bir kimse güzelce abdest alır, sonra şu câmilerden bir câmiye gitmek için yola çıkarsa, Allah Teâlâ, onun attığı her adım için bir sevap yazar, onu bir derece yükseltir ve bir günahını siler.

Vallâhi ben, nifâkı bilinen bir münâfıktan başka, namazdan geri kalanımız olduğunu görmemişimdir. Allâh’a yemin ederim ki biri hastalanırsa, iki kişi tarafından tutularak onların arasında namaza getirilir ve bunların iki taraflı desteğiyle safta durdurulurdu.” (Müslim, Mesâcid, 257)

Fedâle bin Ubeyd -radıyallâhu anh- da Ashâb-ı Suffe’nin, içinde bulundukları büyük mahrûmiyetlere rağmen, namazı cemaatle îfâ hususunda sergiledikleri azim, sabır ve gayretin bir misâlini şöyle nakleder:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına namaz kıldırırken, onlardan bazıları, açlığın verdiği tâkatsizlik sebebiyle ayakta duramayarak yere düşerlerdi. Bunlar Suffe Ashâbı idi. Çölden gelen bedevîler onların hâline hayret ederlerdi. Allah Rasûlü namazı bitirince, açlıktan bayılanların yanına gelir ve onları tesellî ederek:

«Allah Teâlâ’nın katında sizin için neler hazırlandığını bir bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.» buyururdu.” (Tirmizî, Zühd, 39/2368)

Yine harpte bile namazın terk edilmemesi, cemaat hâlinde nöbetleşe kılınması, Cenâb-ı Hak tarafından Kur’ân-ı Kerîm’de tafsîlâtıyla bildirilmektedir.[7] Bu ilâhî emir de cemaatle namazın müslümanlar için vazgeçilmez bir kulluk mes’ûliyeti olduğunun mânidar bir ifadesidir.

Diğer taraftan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âmâ sahâbîye bile namazını câmide cemaatle kılmasını öğütlemiştir.

Bütün bunlar, ashâb-ı kirâmın ne kadar zor şartlar altında olsalar da aslâ tâviz vermedikleri cemaate devam hassasiyetinin sayısız misâlinden birkaçıdır.

En büyük örnek şahsiyetimiz olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, ezan okununca Allâh’ın huzûruna çıkacağı için, âdeta hayatı durdurur, etrafındakileri tanımaz hâle gelirdi. Namazı hemen ilk vaktinde kılar, sonra da o ibadet rûhâniyeti içinde işlerine devam ederdi.

Bizler de Peygamber Efendimiz’in Sünnet’ine uyarak günlük işlerimizi, plân ve programlarımızı namaza göre tanzim edebilirsek, ezan vakti girer girmez her şeyden sıyrılıp Rabbimiz’in huzûruna koşabilirsek -inşâallah- O’nun rızâ ve muhabbetine nâil oluruz. Ayrıca namaza göstereceğimiz bu îtinâ, hayatımıza da ayrı bir feyz ve rahmet olarak akseder.

Unutmayalım ki namaz, insanı ancak fahşâ ve münkerden, yani dînin ve aklın kötü ve çirkin gördüğü şeylerden alıkoyar. Mü’min, namaz sebebiyle hiçbir meşrû ve hayırlı işten alıkonulmuş olmaz. Bilâkis işine ara verip namazını tâdil-i erkân üzere ve huşû ile kıldıktan sonra meşgalesine devam eden bir mü’minin işleri daha da hayırlı ve bereketli olur.

Meselâ ezanı duyunca arabasını park eden, dolmuştan-otobüsten inen, yolculuğuna ara verip namazını ilk vaktinde ve cemaatle kılan bir mü’minin yolunun daha açık, yolculuğunun daha huzurlu olacağı muhakkaktır. İşine ara verip namazdan sonra devam eden mü’minin işleri kolaylaşır. Ders çalışan bir talebe, ezan vakti kitabını kapatıp namazını güzelce edâ ettikten sonra yeniden kitabının başına oturursa, zihninin daha berrak, gönlünün daha münevver olduğunu bizzat kendisi müşâhede eder.

Nitekim bu hassâsiyeti sergileyen mü’minler, nice ilâhî lûtuf ve yardımlara mazhar olmuşlardır. Bizler de günlük hayatın akışı içinde Allah rızâsını umarak bu gayreti gösterebilirsek, ihlâsımız nisbetinde, nice ilâhî nîmet ve ihsanlara mazhar oluruz -inşâallah-.

Nitekim Cenâb-ı Hak, ibadet hayatında bu hassâsiyeti sergileyen kullarını seviyor ve onları şöyle medhediyor:

“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin, kendilerini Allâh’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (en-Nûr, 37)

Demek ki Cenâb-ı Hak, hiçbir şeyin ibadetlere mânî olmasını istemiyor. Bu mânîleri bertaraf ederek huzûruna koşan kullarından da râzı oluyor.

Fakat bunun aksine; “ben çok meşgulüm, koşturmaktan fırsat bulamıyorum, çoluk-çocuk, iş-güç bırakmıyor ki…” gibi nefsânî bahaneler ve dünyevî menfaatler uğruna, namazı, ibadeti, Allah yolundaki gayretleri ihmâl edenleri de Cenâb-ı Hak şiddetle îkaz ediyor ve şöyle buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allâh’ı anmaktan alıkoymasın! Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (el-Münâfikûn, 9)]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Şunu bil ki, Cenâb-ı Hak, Peygamber’in ashâbını dahî azarladı. Çünkü bir kıtlık yılında (kervan geldiğini haber veren) davul sesini duyunca, hemen mescitten çık­mışlar ve Cuma namazını terk etmişlerdi.

Başkaları daha önce davranıp ucuza almasınlar, biz daha kârlı çıkalım düşüncesinde idiler.

Peygamber Efendimiz namazda yapayalnız kaldı. Yanında, dînine çok bağlı birkaç kişiden başka kimse yoktu.

Cenâb-ı Hak, namazı bırakıp gidenlere; «Ticaret davulunun sesi, nasıl oldu da sizi Peygamber’in huzûrundan ayrı düşürdü?!» diye buyurdu.

Siz, buğday almak için telâşla dağıldınız da, Hazret-i Peygamber’i minber üstünde ve ayakta tek başına bıraktınız.

Buğday almak için, yanlış ve uygunsuz davranışların tohumunu ektiniz ve Allâh’ın Rasûlü’nü dinlemeyerek O’nu mescitte yalnız bıraktınız.

Hâlbuki O’nun sohbeti, eğlenceden de hayırlıdır, maldan da. Dikkat et ki, buğday için kimi bıraktın da gittin?! Gözlerini ovuşturarak gaflet uykusundan uyan!

Cenâb-ı Hakk’ın; «Herkesin rızkını veren Ben’im, Ben rızık verenlerin en hayırlısıyım.» buyurduğunu, hırsınız yüzünden, lâyıkıyla idrâk edemediniz!..”

[Mevlânâ Hazretleri bu ifadeleriyle Cuma Sûresi’nin 11. âyetinde zikredilen hâdiseyi şerh etmektedir:

Rivâyete göre Medîne’de kıtlık yaşanan bir dönemde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cuma hutbesi îrâd ederken oradan yiyecek yüklü bir kervan geçiyordu. Kervanın geldiğini haber veren ve bir sevinç gösterisi olarak çalınan davul sesini duyanlar, hemen kervana koştular. Efendimiz’in yanında yalnızca on iki kişi kaldı. Bu hâdise üzerine, fânî menfaatler için ebedî bir kazancı kaçırmanın ne vahim bir hatâ olduğunu beyan sadedinde, Cenâb-ı Hak, ashâb-ı kirâm ve onların şahsında kıyamete kadar gelecek ehl-i îmânı şöyle îkaz buyurdu:

“Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman, hemen dağılıp ona giderler ve Sen’i ayakta bırakırlar. De ki: Allâh’ın katında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (el-Cum’a, 11)

Nice insan, bazen bir rızık endişesi, bazen makam-mevkî meşgalesi, kimi zaman da servet, şehvet ve şöhret gibi nefsânî arzu ve ihtiraslara esir olarak, bu dünyaya gönderiliş gayesi olan kulluk vazifelerini ihmal etmektedir. Hâlbuki bizler, bu dünyaya sahip olmaya değil, şâhid olmaya geldik. İbadetlerimizle, kulluk vazifelerimizle, Allâh’ın yeryüzündeki şâhitleri olduğumuzu ispatlamak için dünya denilen misafirhânede bulunuyoruz. Bu misafirhânede ev sahibi edâsıyla oyalanmak, dünyanın ardı arkası gelmez işlerini biz bitirecekmişiz gibi hırsa kapılıp namazdan, zikirden ve sâir kulluk vazifelerinden uzak düşmek, büyük bir hüsran sebebidir.

Kul, elbette ki kendisinin ve mes’ûl olduğu kimselerin geçimini temin için, Allâh’ın meşrû kıldığı işlerde çalışıp gayret etmelidir. Lâkin bunu hiçbir zaman Rabbine karşı kulluk vazifelerini ihmâlin gerekçesi kılmamalıdır. Allâh’ın rızâsını celbedecek en ufak bir uhrevî amelin, dünya ve içindekilerden daha değerli olduğunu aslâ unutmamalıdır. Bu hakîkatin îzâhı sadedindeki bir hâdiseyi, ashâb-ı kirâmdan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle nakletmiştir:

Bir keresinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir yere askerî birlik göndermişti. Bu birlik çok kısa bir sürede ve çok büyük ganimetlerle geri dönmüştü. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Biz bu birlikten daha çabuk dönen ve bu birlikten daha fazla ganimet getiren bir birlik görmedik.” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise:

“–Ben size bundan daha çabuk dönen ve daha çok ganimet sağlayan bir şeyi haber vereyim mi? Bir adam güzelce abdest alarak mescide varır, sabah namazını edâ eder, ardından da kuşluk namazını kılarsa, işte bu şahıs hem daha çabuk dönmüş, hem de daha fazla kazanmış olur.” buyurdu.[8] Böylece hayat ve hâdisâta îman ölçüleriyle bakışın hikmet dolu bir misâlini sergiledi.

Yine hayat ve hâdiselere aynı pencereden bakabilen Allah dostları da, maddî kayıplarına üzüldükleri hâlde mânevî kayıplarının farkında bile olmayan gaflet ehline hayret etmişlerdir. Hâtem-i Esam Hazretleri’nin şu serzenişi, bunun mânidar bir misâlidir. O büyük zât buyuruyor ki:

“Bir vaktin namazını cemaatle edâ edemeyince beni yalnızca Ebû İshak tâziye etti. Hâlbuki bir çocuğum ölse, beni on binden fazla kişi tâziye edebilirdi. Çünkü insanlar nezdinde dînî musibetler, dünyevî musibetlerden daha hafif görülmektedir.” (Gazâlî, İhyâ, I, 136)

Bütün bu hakîkatlere rağmen, son derece mühim bir sünnet-i müekkede olan cemaatle namaza, günümüzde maalesef yeterinde ehemmiyet verilmediğini görmekteyiz. Hâlbuki bizler, cemaatten hiçbir zaman mahrum kalmamak için merkezlere büyük câmiler inşâ eden, bununla da yetinmeyip mahalle aralarına küçük küçük mescitler yaptıran ve îman celâdetiyle fethettiği diyarlara çil çil kubbeler serpen bir “ordu millet”in torunlarıyız.

Bugün o câmi ve mescitleri cemaatsizlik sebebiyle ıssız bırakırsak, yarın kıyâmet günü ecdâdımızın yüzüne nasıl bakabiliriz?! Mahşer günü Allah Rasûlü’nün şefaatini dilerken O’nun bu mühim sünnetini ihmâlimiz sebebiyle sitem ve serzenişlerine mâruz kalırsak, hâlimiz nice olur?!.]

Cenâb-ı Hak, yakınlığına vesîle olacak keyfiyette secdeler edebilmeyi, mîrac ikliminde namazlar kılabilmeyi, cemaate devam etmek sûretiyle câmileri mânen de îmar ve ihyâ eden mü’minlerden olabilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin. İslâm’ın telkin ettiği cemaat rûhu ve birlik-beraberlik şuuruyla gönüllerimizi inkişâf ettirerek, mazlum, mağdur ve muzdarip hâldeki ümmet-i Muhammed’in yeniden diriliş, uyanış ve kurtuluşuna vesîle kılsın.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Kölelik, harp hukukunun bir neticesi olarak tarih boyunca var olagelmiştir. Lâkin İslâm, aldığı tedbirlerle köle âzâdını teşvik etmiş ve köle sahibi olmayı âdeta bir külfet hâline getirmiştir. Neticede kölelik zincirini insanoğlunun boynundan çıkaran, İslâm dîni olmuştur.

[2] Nesâî, İşretü’n-Nisâ, 10; Ahmed, III, 128, 199.

[3] Bkz. el-Furkân, 74.

[4] Tirmizî, Salât, 188/413; Nesâî, Salât, 9/462.

[5] Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477.

[6] Bkz. Ahmed Nâim, Tecrid-i Sarih Tercümesi, II, 604.

[7] Bkz. en-Nisâ, 102.

[8] İbn-i Hibbân, Sahîh, VI/XVIII, 276, Beyrut, 1993.