Hazret-i Mevlânâ (rahmetullâhi aleyh) -7-

Hak Dostlarından Hikmetler

2017 – Eylül, Sayı: 379, Sayfa: 032

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Hazret-i Ahmed’in, akıl ve irfânın zirvesinde olduğunu herkes biliyordu. Fakat kendisine vahyedilen ilâhî bilgileri, her idrak telâkkî edemedi.”

“Vahiy rûhuna ve ledünnî ilme uygun zuhuratlar, pek üstündür, pek yücelerdedir. Akıl onları kavrayamaz. Çünkü o üstün hakîkatler, mânâ âleminin ötelerindedir; akıl ve mantık, oralara ulaşmaktan âciz kalır.”

“Hattâ insanın aklı, vahiy rûhuna uygun hareketleri bile, bazen mecnunluk gibi görür. Bazen de onlara hayran olur, şaşırır kalır. Çünkü bu yüksek hakîkatlerin anlaşılması için aklın da o dereceye yükselmesi, daha doğrusu, aklın kalp ile bir âhenk teşkil etmesi gerekir.”

“Hızır’da tecellî eden ledünnî hakîkatler karşısında Kelîmullah olan Hazret-i Mûsâ’nın bile aklı zorlanmıştı. Hâl böyleyken ey akıllı-fikirli geçinen kişi; söyle bakalım, farenin aklı ne işe yarar?”

“Şunu unutma ki eğer bir zerre, kalkar da bir dağı tartmaya girişirse, o dağ yüzünden terazisi paramparça olur.”

Aklı, Hazret-i Mustafâ huzûrunda kurban et ve; «Allâh’ım bana yeter!» de!”

[Îman; Allâh’ın varlığını, birliğini ve haber verdiği hakîkatleri kalp ile tasdik, dil ile ikrardan meydana gelir. Îman, akıl ile idrak değil, kalben bir ön kabuldür.

Mü’minin alâmet-i fârikası; gözlerin görmediği, akılların idrakten âciz kaldığı gaybî hakîkatleri de, şeksiz-şüphesiz, tam bir teslîmiyetle, kalben tasdik etmesidir.

Akıl, dînen mükellef sayılmanın birinci şartıdır. Cenâb-ı Hak, pek çok âyet-i kerîmede kullarına, akıllarını kullanmayı emir buyurmaktadır. Bu yönüyle akıl, son derece kıymetli bir ihsân-ı ilâhîdir. Lâkin pek çok nîmet gibi akıl da, iki uçlu bir bıçak gibidir. Hayra da kullanılabilir, şerre de. Nitekim iblis de Rabbinin emrine karşı nefsânî bir akıl yürütme neticesinde âsî olup ebedî lânete dûçâr olmuştur. Bu yüzden aklın, kişiyi hakka ve hayra sevk eden bir rehber vazifesi görebilmesi için, vahiyle terbiye edilmesi şarttır.

Akıl, hakîkate ulaşmada sınırsız bir kudrete sahip değildir. Nasıl ki gözün bir görme mesafesi, kulağın bir işitme hududu varsa, aklın da bir sınırı vardır. Sınırlı olanın, sonsuz olanı bütünüyle kavrayabilmesi ise imkânsızdır. Bir bardağa koca bir okyanusu sığdırmak mümkün değildir. Bu yüzden gerçek bir mü’min, bilhassa “gayb” dediğimiz, aklın idrak sınırlarını aşan âleme dâir haberler hususunda, Allâh’a ve Rasûl’üne kalben teslîm olmanın huzuruna erebilmiş kimsedir. Şu hâdise, bu hakîkatin zirve bir misâlidir:

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İsrâ ve Mîrac hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:

“–Ey Cebrâîl! Kavmim beni tasdîk etmez!” dedi.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Ebû Bekir Sen’i tasdîk eder. O sıddîktır.” buyurdu. (İbn-i Sa‘d, I, 215)

Gerçekten de müşrikler, Mîrac hâdisesini duyduklarında, akıl terazilerinin istiâb haddini aşan bu mûcize sebebiyle, müslümanları dinlerinden döndürmek için ellerine büyük bir koz geçtiğini zannedip derhâl Hazret-i Ebû Bekir’e koştular. Alaycı bir tavırla:

“–Arkadaşın, bir gece içinde Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıkıp sabah olmadan tekrar Mekke’ye geldiğini söylüyor. Bakalım buna ne diyeceksin?” dediler.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise gayet tabiî bir şekilde:

“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimal yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım…” dedi.

Müşrikler şaşkınlık içinde:

“–Yani sen O’nu tasdîk mi ediyorsun, O’nun bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tereddütsüz tasdîk ediyorum. (O’na ötelerden haber gönderen, dilediğinde kulunu o mekânlara götüremez mi?)” dedi.

Daha sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat Efendimiz’den dinledi ve:

“–Sadakte (doğru söyledin) yâ Rasûlâllah!..” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, O’nun bu tasdîkinden son derece memnun kalarak:

“–Ey Ebû Bekir! Sen Sıddîk’sın!..” buyurdular. (İbn-i Hişâm, II, 5)

Hazret-i Sıddîk’ın bu kalbî sarsılmazlığı ve tereddütsüz bir şekilde Allah Rasûlü’nü tasdîk edişi, şüphesiz ki sahip olduğu îman kuvvetinin bir tezâhürüydü. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- onun hakkında:

“Sen, kasırgaların bile hareket ettiremediği ve şiddetli sarsıntıların yerinden oynatamadığı ulu bir dağ gibiydin!” buyurmuştur.[1]

Dîne hücumların çoğaldığı âhir zaman hengâmında da mü’minler olarak buna benzer sadâkat imtihanlarıyla zaman zaman karşılaşmaktayız. Kâfî derecede ilmî ve irfânî birikimi olmayan bazı müslümanların zihinlerini bulandırmak için, müslümanları içten yıkmayı hedefleyen müsteşriklerin hastalıklı fikirlerini benimseyip bunları diline dolayan, sözde “ilim adamı”(!) etiketli sapkınlara bugün sıkça rastlamaktayız.

Bunların bazıları, birkaç felsefî fikir veya mantık kâidesi öğrenince, Kur’ân ve Sünnet’i küçümsemeye kalkışan bedbahtlardır. Bazıları, servet, şehvet ve şöhret tuzaklarıyla nefislerine mağlup olup dînî hakîkatleri, dünyevî menfaatlerine göre anlayıp anlatan idlâl ehlidir. Bazıları da kendi idrak zaaflarının veya kalplerindeki hastalıkların faturasını dînimiz İslâm’a kesmeye çalışan nasipsizlerdir. Bu nevî gafillere Hazret-i Mevlânâ asırlar öncesinden şöyle seslenmektedir:

“Eğer burnun koku alamıyorsa, bâri güle kabahat bulma!”

Yani Hazret, âdeta şöyle nasihat etmektedir:

“Kurʼân ve onun hayata tatbîki demek olan Sünnet’in sonsuz hikmet ve hakîkatlerle dolu tefekkür iklîmine giremiyorsan, hiç olmazsa bir de onlara kusur bulma hamâkatine düşme, hatâyı kalbinde ara!”

Şu bir hakîkattir ki, cehâletinin farkında olanı yola getirmek kolaydır. Zor olansa, kendini çok akıllı yahut âlim zanneden, “en doğrusunu ben bilirim” havasındaki mağrur bilgiçleri ve inatçı ahmakları yola getirmektir. Mevlânâ Hazretleri der ki:

“Belâlardan çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham adamları yola getirmek, başlı başına bir belâdır.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyâmete yakın meydana gelecek bazı fitneleri haber verdikleri bir hadîs-i şerîflerinde:

“…Öyle bir zaman gelecek ki münâfık, kâfir ve müşrik, Allah hakkında mü’minin söylediği sözler gibisini söyleyerek îmân ehliyle tartışacak!” buyurmuşlardır. (Hâkim, Müstedrek, IV, 504/8412. Krş. Buhârî, İlim, 24)

Nitekim günümüzde de takvâdan uzak yaşadığı hâlde Kur’ân ve Sünnet’i kendi nâkıs aklıyla dünyevî menfaatine göre yorumlayıp istikâmetten sapan, dinde tâdilâta yeltenen, Allah Teâlâ hakkında îtikâdî hatâlara sürüklenip istikâmet ehli mü’minlere akıl vermeye kalkışan birtakım tarihselci ve reformist ilâhiyatçıların; güyâ İslâm adına müslümanlarla mücadeleye girişen tekfircilerin ve yine dînin dosdoğru yolunu zaafa uğratan câhil sofuların bir hayli çoğalmış olması da, bu nebevî ifâdeleri te’yid etmektedir.

Müslümanın vazifesi, bu nevî şarlatanlara îtibar etmek yerine, bunların zuhûr edeceğini on dört asır evvelinden haber veren Peygamber Efendimiz’e îmânını tazelemek, O’na olan şükran ve sadâkatini daha da artırmaktır.

Hakîkaten günümüzde, Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun Azîz Elçisi’ne teslîmiyet hususunda kalbinde hastalık bulunan bazı kimseler, akıllarının almadığı veya nefislerinin kabullenemediği bazı ilâhî hakîkatler sebebiyle şek ve şüphe bataklığında çırpınmaktan kurtulamıyorlar. Bu şek ve şüphe, şeytânî vesveselerle de birleşince, bu sefer onları; İslâm’ın temel kaynaklarını o nâkıs akıllarıyla sorgulamaya sevk ediyor.

Hâlbuki İslâm, aklımızın beğendiği tarafını alıp beğenmediği tarafını atabileceğimiz bir şey değildir. İslâm bir bütündür. Onu bütünüyle kabul ve tasdik etmeyen hiç kimse mü’min olamaz. Îman tecezzî kabul etmez, yani cüzlere/parçalara bölünemez; o ancak bir bütün olarak geçerlidir. Kurʼânʼın tamamını inkâr etmekle bir hükmünü inkâr etmek arasında, kişinin düşeceği âkıbet bakımından hiçbir fark yoktur. Her iki durum da, kişiyi îmânından eder. Bu bakımdan müslüman; İslâm’ı bütün esaslarıyla kabul edip Allâh’ın ve Rasûl’ünün emirlerine, gönlünde hiçbir sıkıntı duymadan, bilâkis canına minnet bilerek teslîm olup itaat eden kimsedir.

Dolayısıyla günümüzde İslâm büyüklerini, mezhepleri ve bilhassa da Sünnet’i dillerine dolayan, böylece İslâm’ı gözden düşürüp îmanlara kasteden mukaddesat hırsızlarına verilecek en güzel cevap; Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz’de âbideleşen o “sıdk”ı, yani Allah ve Rasûl’üne karşı sarsılmaz sadâkat, bağlılık ve teslîmiyeti sergilemektir. Îmâna, Kur’ân’a, Sünnet’e, İslâm medeniyetinin müesseselerine ve yetiştirdiği âbide şahsiyetlere sımsıkı sarılıp sahip çıkmaktır.

İslâm’ın değerlerine karşı kıyâmete kadar devam edecek olan bu nevî saldırılar, aslında birer “îman imtihanı”dır. Bu imtihanları, Hakk’a teslîmiyet zırhına bürünerek ve îmânı aşkla yaşayarak bertaraf etmek gerekir. Böylece her imtihandan daha da güçlenerek çıkmak îcâb eder.

Ayrıca bu nevî bâtıl fikirlerle karşı karşıya kalan mü’minlerin son derece dikkatli olmaları da lâzım gelir. Zira mâhir bir dalgıç, derin sularda korkusuzca yüzerek muhteşem manzaralar seyredebilir. Seviyeli bir müʼminin, pergelin sâbit ayağı şerîatte olduğu müddetçe, diğer ayağıyla 72 fırkanın farklı dünya görüşlerinde dolaşmasının bir mahzuru yoktur. Mahzurlu olan; yüzme bilmeyen kimsenin derin sulara dalmasıdır. Yani Kurʼân ve Sünnet kültürünü lâyıkıyla hazmedememiş birinin; müsteşriklerin güçlü diyalektik teknikleriyle (mantık oyunlarıyla) süslenmiş bâtıl fikirlerine muhâtap olduğunda, onları hakîkat zannetmesi veya en azından bâtıla hayranlık duyması, son derece tehlikelidir.

Nitekim zamanımızda, müsteşriklerin içimizdeki sözcüleri de İslâm hakkında görüş bildirirken, bâtıl fikirlerini kabul ettirebilmek için, bir yanlışı on doğru ile ambalajlayarak sunmaktadırlar. Bu taktik sayesinde, İslâmî bilgisi zayıf veya takvâ derinliğinden mahrum kimselerin akîdeleriyle oynamaktadırlar.

Dolayısıyla herhangi bir mü’min, şayet ilim ve irfan noksanlığı sebebiyle gönlüne bir şüphe düşerse, derhâl takvâ ehli ilim erbâbına danışmalı, meselenin doğrusunu onlardan öğrenmeli, şüphe virüsünü içinde büyütmeden bertaraf etmelidir. Sâlih ve sâdık mü’minlerle ünsiyet kurarak mâneviyâtını dâimâ takviye etmelidir.

Şunu da hiçbir zaman unutmayalım ki, sakat felsefelerle mâlûl akılların hezeyanları; kulu son nefeste, kabirde, kıyamette, Mahşer’de, Mîzan’da, Sırat’ta kurtaramayacaktır. Fakat Allâh’a ve O’nun Habîbi’ne olan derin muhabbet, candan teslîmiyet ve hâlisâne itaat ise, ebedî saâdetin yegâne gönül sermâyesi olacaktır.

Öte yandan şu da bir hakîkattir ki, dâimâ “meyveli ağaç taşlanır”. Hırsız; eskici dükkânını değil, kuyumcu dükkânını soymaya çalışır. Dolayısıyla bâtıl ve muharref dinlerin insanlığa verebileceği bir şeyin kalmadığı günümüz dünyasında, Allah katında yegâne hak dîn olan İslâm’a saldırıların artmış olmasını, garip karşılamamak gerekir. Fakat bu saldırılar, İslâm’la irtibâtımızı zayıflatmak yerine, bilâkis onun kıymetini daha iyi takdir etmemize ve daha büyük bir aşk ve teslîmiyetle yüce dînimize sarılmamıza vesîle olmalıdır.

Nitekim bizlere örnek nesil olarak takdim edilen ashâb-ı kirâm, Allah ve Rasûl’üne öyle bir aşk ile bağlıydılar ki, ilâhî ve nebevî emirleri; kınayanın kınamasına aldırmadan, müşrik ve münâfıkların lâkırdılarına kulak asmadan, hattâ çoğu zaman hikmetinden suâl etmeye bile lüzum görmeden, derin bir vecd ve istiğrak içinde; سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا : İşittik ve ita­at ettik!”[2] diyerek derhâl hayatlarına tatbik ediyorlardı. Zira onlar, bütün rûhî ihtilâçlarını ve nefsânî istifhamlarını Allah ve Rasûl’üne teslîmiyet potasında eriterek gönül huzuruna ermişlerdi. Yine onlar, Allah Rasûlü’nü yakından tanımış ve O’na hayran olmuşlardı. Bu yüzden O’nun gönlünde ufacık bir yer edinebilmeyi, cihan saâdetine tercih ediyorlar ve bu uğurda her türlü fedakârlığı canlarına minnet biliyorlardı. Bu îman heyecanıyla da; “Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah, yeter ki Sen emret!” diyorlardı.

Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah -radıyallâhu anhumâ-, çocukluğundan itibaren bütün ömrünü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i adım adım tâkibe adamış, -hikmetini bilsin veya bilmesin- Efendimiz’in yaptığı her şeyi yapma iştiyâkıyla yaşamış bir Peygamber âşığıydı.

Meselâ; Efendimiz’in bir kuyudan su içtiğini görmüş, o da zaman zaman o kuyuya giderek su içmiş; Efendimiz’in bir ağacın altında gölgelendiğini görmüş, o da ara sıra o ağacın altında gölgelenmiş; yine Efendimiz’in mübârek sırtını bir kayaya yaslayıp biraz oturduğunu görmüş, o da bazen uğrayıp o kayaya sırtını vererek bir müddet oturmuştur. Yine o mübârek sahâbî, Peygamber Efendimiz’e ittibâ heyecanını ifade sadedinde şöyle buyurmuştur:

“Biz hiçbir şey bilmezken Allah Teâlâ bize Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gönderdi. Biz Rasûlullâh’ı ne yaparken gördüysek aynen O’nun gibi yaparız.”[3]

Sahâbe-i güzîn efendilerimiz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dile getirdiği emirler kadar, O’nun îmâ ve işaretlerine bile büyük bir hassâsiyetle dikkat ederlerdi. Öyle ki, Efendimiz’i bir sâlih amel üzere bir defa görmeleri kâfî idi. Bunun ayrıca emredilmesine gerek kalmaz, o güzel sünneti ömür boyu tatbik etmeye çalışırlardı.

Nitekim Enes -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bir gün Duhâ namazını kılarken gördüm. O günden sonra bu namazı hiç terk etmedim.”

Bu rivâyeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassâsiyet içinde şöyle demiştir:

“Hazret-i Enes’in bu ifâdelerinden sonra, ben de o namazı hiç terk etmedim.” (Taberânî, Evsat, II, 68/1276)

Yine Allah Rasûlü’ne aşk ile bağlılıkta zirve şahsiyetlerden olan Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri ne kadar ibretlidir:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ayağa kalktığını gördük, biz de kalktık; oturduğunu gördük, biz de oturduk.” (Ahmed, I, 83)

Zira o mübârek sahâbîler çok iyi biliyorlardı ki, Allah Rasûlü’nün yaptıkları, Allâh’ın yapılmasını istediklerinden ibâretti. O’nun muallimi ve mürebbîsi Allah Teâlâ idi. O hevâsından konuşmaz, ancak Allah’tan geleni tebliğ ederdi. Nitekim bunu Cenâb-ı Hak da pek çok âyet-i kerîme ile te’yid etmektedir:

“Kim Rasûl’e itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31)

“…Peygamber size ne verdiyse onu alın; neyi de yasakladıysa ondan sakının…” (el-Haşr, 7)

Bu yüzden ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’in emirlerini, aklın dar hudutları içinde sorgulamaya lüzum duymadan, hikmetini bilseler de bilmeseler de derhal tatbik ederlerdi. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zâten bütün akılları yaratan Cenâb-ı Hak’tan tâlimat alıyordu. Dolayısıyla beşerin en akl-ı selîm’i olan Allah Rasûlü’ne tâbî olmak, aklı pek çok vehim ve hayallerle mâlûl bulunan insanoğlu için en akıllıca yoldu.

Dolayısıyla bizler de bilhassa günümüzde sûret-i haktan görünerek “Kur’ân bize yeter!” diyen, böylece Kur’ân’ın canlı bir tefsîri demek olan Sünnet-i Seniyye’yi gözden düşürmeye çalışan gürûha karşı son derece uyanık olmalıyız.

Nitekim tâbiîn neslinin fıkıh ve hadis âlimlerinden Eyyûb es-Sahtiyânî -radıyallâhu anh- şöyle buyurur:

“Bir kişiye Sünnet’ten bahsedildiğinde o; «Bırak bunları, sen bize Kur’ân’dan haber ver!» derse, bil ki o kişi kendisi sapıtmış olduğu gibi insanları da saptırmaktadır.”[4]
Tebe-i tâbiîn neslinin fıkıh ve hadis âlimlerinden olan İmâm Evzâî -radıyallâhu anh- de:

“Bunun sebebi, Sünnet’in Kur’ân üzerinde hüküm koyucu olarak gelmesidir.” buyurmuştur.

Hakîkaten, Kur’ân’ın hayata nasıl tatbik edileceği, Sünnet’e bakılmadan bilinemez. Meselâ, ölü eti yemek haramdır. Fakat yakalandıktan sonra kendi kendine ölen balığın yenilebileceğini, Sünnet’ten öğreniyoruz. Cuma namazı Kur’ân-ı Kerîm’de emrediliyor. Fakat onun ne vakit ve nasıl kılınacağını Sünnet’ten öğreniyoruz.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın halifeliğinde Basra kadılığı yapan İmrân bin Husayn -radıyallâhu anh-’a bir adam gelerek:

“–Siz bize birtakım hadisler rivâyet edi­yorsunuz ama biz Kur’ân’da onların kaynağını bulamıyoruz?” der.

Bunun üzerine İmrân -radıyallâhu anh-:

“–Her kırk dirhemde bir dirhem, şu kadar koyunda bu kadar koyun, şu kadar devede bu kadar deve zekât vermek gerektiğini Kur’ân’da buluyor musunuz?” der. Adam:

“–Hayır.” deyince, İmrân -radıyallâhu anh-:

“–Peki, kimden öğrendiniz bunları? Bizden öğrendiniz. Biz de Allâh’ın Nebîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den öğrendik.” diyerek buna benzer başka misaller de zikreder.[5]

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

(Rasûlüm!) Onu Rûhu’l-Emîn (Cebrâîl) uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-195)

Kur’ân-ı Kerîm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in 23 senelik nebevî hayatıyla tefsir edildi. Dolayısıyla Allah Rasûlü’nün gönül dokusundan hisse almadan, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmadan, O’nun Sünnet’ine tâbî olmadan, Kur’ân’ı anlamak da yaşamak da mümkün değildir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden biri, (rahat) koltuğuna kurulup Allâh’ın, Kur’ân’daki­lerin hâricinde haramlarının bulunmadığını mı zannediyor? Haberiniz olsun, vallâhi ben nasihatte bulundum, emrettim, birçok şeyi de yasakladım. Bunlar, Kur’ân’ın bir misli kadar, belki de daha fazladır…” (Ebû Dâvûd, Harâc, 31-33/3050)

“Şunu iyi biliniz ki bana Kur’ân-ı Ke­rîm ile birlikte (onun bir) benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun; koltu­ğuna kurulan karnı tok bir adamın: «Siz sadece şu Kur’ân’a sarılın! Onda bulduğunuz helâli helâl, haramı da haram kabul ediniz yeter!» diye­ceği (günler) yakındır…” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5/4604; Ahmed, IV, 131)

Velhâsıl bizler, Peygamber Efendimiz’in haber verdiği o günlere, yani Sünnet-i Seniyye’nin gözden düşürülmek istendiği zamana ulaşmış bulunuyoruz. Bu zamanın fitnelerinden kendimizi ve neslimizi muhâfaza için, dînimizi doğru öğrenmeye gayret etmeliyiz. Unutmamalıyız ki Peygamber Efendimiz’in Sünnet’i, Kur’ân ile nasıl amel edileceğini gösteren yegâne rehberdir. Dolayısıyla Sünnet’e yapılan îtirazların ucunun, Kur’ân-ı Kerîm’e ve netice itibariyle de İslâm’a ve Cenâb-ı Hakk’a varacağını aslâ hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Nitekim tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden Abdullah bin Deylemî –rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Bana ulaştığına göre dînin yok olup gitmesi, Sünnet’in terkiyle başlayacaktır. Halatın tel tel çözülüp nihayetinde tamamen kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle elden gidecektir.” (Dârimî, Mukaddime, 16/98)]

Cenâb-ı Hak cümlemizi, Rasûl’ünün iki büyük emâneti olan Kur’ân ve Sünnet’e samimiyetle sahip çıkarak dâimâ rızâ-yı ilâhî istikâmetinde yaşayan sâlih kulları arasına lûtf u keremiyle ilhâk eylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Ebû Nuaym, Ma‘rifetü’s-Sahâbe, I, 264.

[2] el-Bakara, 285.

[3] İbn-i Mâce, İkāme, 73; Ahmed, II, 65, 94; IV, 78.

[4] Hâkim, Maʻrifetü Ulûmi’l-Hadîs, s. 65; Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 16.

[5] Ebû Dâvûd, Zekât, 2/1561; İbni Ebî Âsım, es-Sünne, II, 386; Taberânî, el-Muʻcemü’l-Kebîr, XVIII, 219.