Hazret-i Mevlânâ (rahmetullâhi aleyh) -5-

Hak Dostlarından Hikmetler

2017 – Haziran, Sayı: 376, Sayfa: 032

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, sana gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatalarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu aydır.”

[Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun ki, bizleri yine Ramazân-ı Şerîf’in uhrevî iklîmine kavuşturdu. Ramazân-ı Şerîf, ömür takvimi içerisinde müs­tesnâ bir lûtuf ve rahmet ayı… Mânevî kazançların en kıymetli mevsimi… Cenâb-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed’e büyük bir ihsânı, muazzam bir ikrâmı… Mü’minler için mânevî kıymetlerle dolu, ilâhî bir hazine… Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Eğer kullar, Ramazan’ın fazîletlerini bilselerdi, bütün senenin Ramazan olmasını temennî ederlerdi…” buyruluyor. (Heysemî, c. III, sf. 141)

Şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk’a kulluk, belli zamanlara has bir merasim değil, ömürlük bir takvâ hayatıdır. Ömrün her ânı, rızâ-yı ilâhîyi tahsil fırsatıdır. Lâkin nasıl ki 24 saatlik bir gün içinde seher vaktinin, 7 günlük bir hafta içinde mübârek Cuma gününün apayrı bir mânevî husûsiyeti varsa, senenin ayları içinde de Ramazân-ı Şerîf’in öyle müstesnâ bir kıymeti bulunmaktadır.

Ramazân-ı Şerîf, Cenâb-ı Hakkʼın kuluna yakınlık ve dostluk davetidir. Bu davete icâbet edenler için müstesnâ bir mânevî kazanç mevsimidir. Nasıl ki bazı meslek erbâbı, sahalarında başarılı olabilmek için; sporcular da girecekleri müsâbakalarda gâlip gelebilmek maksadıyla, çalışma kamplarına çekilip ihtilâttan men kararı alırlarsa, yani dış dünya ile alâkalarını keserlerse, Ramazân-ı Şerîf de mü’minler için dünyevî alâkaları asgarîye indirip Hakk’a yakınlık ve dostluğun müstesnâ fırsatları üzerinde yoğunlaşma mevsimidir. Kulu Rabbinden uzaklaştıran her şeyden el çekerek, rızâ-yı ilâhîyi tahsilin bereketli fırsatlarından bolca istifâde etme zamanıdır.

Düşünmeliyiz ki;

Dünyevî işlerimiz için ne kadar çalışıp yoruluyoruz? Dünyevî hedeflerimize ulaşabilmek için ne kadar vakit, nakit ve emek sarf ediyoruz?

İşte bu mübârek ayda; uhrevî hedeflerimiz için, mânevî hayatımızı takviye için, kalben merhaleler katedebilmek için, kulluğumuzu kemâle erdirebilmek için, velhâsıl Hakk’a yakınlaşabilmek için, âdeta bir seferberlik heyecanıyla gayretlerimizi zirveye çıkarmalıyız.

Bunun için de evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarına olan bu müstesnâ ikramının değerini idrâk etmeliyiz. Zira Ramazan, bütün hayır-hasenâtın kat kat sevapla mükâfatlandırıldığı ilâhî bir lûtuf ayıdır. İçinde bin aydan hayırlı bir Kadir Gecesi bulunan Ramazân-ı Şerîf’i lâyıkıyla ihyâ edebilenler, sayısız nîmetlere nâil olurlar. Ona duyarsız kalıp gafletle ziyan edenler ise, dehşetli bir mahrûmiyete dûçâr olurlar.

Ramazân-ı Şerîf gibi yüce bir ikrâm-ı ilâhîye gâfil kalmanın ne büyük bir hüsran sebebi olduğunu, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle haber vermişlerdir:

“…Cebrâil -aleyhisselâm- bana göründü ve; «Ramazan’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim.” (Bkz. Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Bu muazzam kazanç mevsimine bîgâne kalanların hâli, âdeta bir define üzerinde yaşayıp da aç ölen bedbahtların hâline benzer. Yahut bu, bereketli Nisan yağmurlarında sırılsıklam ıslandığı hâlde ondan zerre kadar istifâde edemeyen sert kayalıkların nasipsizliğini hatırlatan bir mahrûmiyettir.]

Mevlânâ Hazretleri orucu mecâzen şöyle konuşturur:

“Oruç der ki: «–Allâh’ım! Bu müʼmin kulun, Sen’in emrine itaat etmek için helâl lokmayı bile yemedi; susuzken su içmedi. Bu müʼmin, nasıl olur da harama el uzatabilir?!»”

[Ramazân-ı Şerîf’in âdeta alâmet-i fârikası olan oruç, belli bir süreliğine de olsa bazı helâlleri bile yasaklamak sûretiyle, haramlardan nasıl sakınmamız gerektiğinin bir telkînidir. Bu yönüyle oruç, hayatın her safhasında günahlardan sakınabilecek sağlam bir irâde inşâsıdır. Diğer ibadetler gibi, nefsi haramlardan, hayâsızlık ve kötülüklerden alıkoyan, müstesnâ bir mânevî terbiyedir. Nefsâniyetin hücumlarına mukâvemet edecek derecede kuvvet bulması için, âdeta rûha verilen bir vitamin gibidir.

Âdâbına riâyetle tutulan bir oruç, mü’min için nasıl ki âhirette Cehennem’e karşı koruyucu bir kalkan olacaksa, dünya hayatında da, kökü Cehennem’de bulunan haramlara karşı kuvvetli bir sakınma vesîlesidir. Bilhassa da gıybet, dedikodu, israf gibi haramlardan titizlikle sakınma hassâsiyeti kazandıran bir gönül terbiyesidir.

Oruçta ağzımıza bir şey girmemesine dikkat ettiğimiz gibi ağzımızdan da yanlış bir kelâm çıkmamasına titizlik göstermemiz gerekir. Aksi hâlde orucun feyz ve rûhâniyeti zaafa uğrar.

Asr-ı saâdette vukū bulan şu hâdise, bu hakîkatin bâriz bir misâlidir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âzatlısı Ubeyd -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

İki kadın oruç tutuyorlardı. Öğle üzeri bir kimse gelerek:

“–Yâ Rasûlâllah! Şurada iki kadın var, oruç tutuyorlar. Neredeyse susuzluktan ölecekler. (Müsâade buyurursanız oruçlarını bozsunlar.)” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ondan yüz çevirdi, cevap vermedi. Gelen kimse sözünü tekrar etti:

“–Yâ Nebiyyallâh! Vallâhi neredeyse ölecekler.” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–Çağır onları!” buyurdu.

Kadınlar geldiler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kap istedi. Kadınlardan birine vererek:

“–İçindekileri çıkar!” dedi. Kadın, kabın yarısını dolduracak şekilde kan, cerâhat ve et kustu.

Diğerine de aynı şekilde emir buyurunca, o da kabı dolduruncaya kadar kan ve taze et çıkardı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bunlar, Allâh’ın helâl kıldığı şeylerden kendilerini tuttular, onlara karşı oruçlu oldular, haram kıldığı şeylerle de oruçlarını açtılar. Biri diğerinin yanına oturup, insanların etlerini yemeye (gıybet etmeye) başladılar.” buyurdu. (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)

Nitekim âyet-i kerîmede:

“…Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz!..” (el-Hucurât, 12) buyrularak, bu cürmün Allah katında ne kadar ağır bir vebâl olduğu ifâde edilmektedir.

Demek ki orucu gerçek mânâda tutabilmek için, onu Allâh’ın sevmediği bütün vasıflardan uzak durarak muhâfaza altına almamız îcâb eder. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“Yaptığınız sâlih amellere gösterdiğiniz ehemmiyetten daha fazlasını, onun kabûlüne ve korunmasına gösteriniz.” buyurmuştur.

Yani bir sâlih ameli işlemek kadar, onu sakatlamadan ve ecrini zâyî etmeden neticelendirebilmek de son derece mühimdir. Ârif mü’minlerin bu hassâsiyetine, şu hâdise ne güzel bir misaldir:

Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin oruçlu olduğu bir gün, yanında sultânı kötülemişlerdi. Hazret:

“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.

Bir talebesi:

“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise:

“–Evet, biz gıybet etmedik ama dinledik. Gıybette söyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.[1]

Allah Teâlâ, gıybet etmeyi yasakladığı gibi onu dinlemeyi de yasaklamıştır. Zira gıybete göz yumup onu dinlemek de zımnen ona iştirâk etmek demektir.

Yeri gelmişken ifâde edelim ki gıybet, çok ağır bir kul hakkıdır. Kul hakkı ise Allâh’ın affının dışında bırakılan bir haktır. Dolayısıyla bir din kardeşinin gıyâbında, onu hoşlanmayacağı sözlerle anan biri, gidip ondan helâllik istemelidir. Üstelik bunu isterken de ona bütün samimiyetiyle; “Ben senin hakkında şunları söyledim, yanımda da şu kimseler vardı…” diyerek, her şeyi olduğu gibi îtirâf etmesi gerekir. Hattâ yaptığı gıybet, şayet herhangi bir fitneye sebebiyet vermişse, bunun için de bol bol istiğfâr etmesi, sadakalar vermesi, Cenâb-ı Hakk’a nedâmet gözyaşlarıyla yalvarıp af dilemesi îcâb eder.

Demek ki gıybet, telâfisi son derece zor olan en ağır kul haklarından biridir. Dolayısıyla onu işleyip telâfisiyle uğraşmaktansa, vaktinde dile sahip çıkıp bu günaha hiç bulaşmamak, en doğru yoldur.

Velhâsıl oruçlunun, gıybet başta olmak üzere, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı her türlü hâl ve davranıştan, elini, dilini, gözünü, kulağını, bütün uzuvlarını sakınması gerekir. Yani bütün vücuduna oruç tutturması îcâb eder. Aksi hâlde şu nebevî îkaz ve ihtarlara muhatap olmak kaçınılmazdır:

“Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz!..” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21)

“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allâh’ın, o kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına ihtiyacı yoktur.” (Buhârî, Savm, 8)

Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ- da şöyle buyurmuştur:

“Namaz kılmaktan zayıflayıp yay gibi, oruç tutmaktan eriyip çivi gibi olsanız da, haram ve şüphelilerden kaçınmadığınız takdirde, Allah o ibadetleri kabul etmez.”]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü feyz pınarlarından doldurmaya bak. Zira yücelere gidecek ve şe­reflenecek olan, odur.

Bedenine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini fazla besleyen kimse, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.

Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere/ukbâ âlemine güçlü-kuvvetli gitsin!

Ey ahsen-i takvîm üzere/en güzel vasıfta yaratılan insan! Kıyâmet gününü inkâr etmiyorsan, O Dost’un kapısına eli boş olarak nasıl ayak atıyorsun? Bu fânî âlemde uykuyu ve yemeyi-içmeyi azalt da, Cenâb-ı Hak’la buluşacağın zaman için bir hediye hazırla!..”

[Oburluk, israf, aşırı tüketim, tembellik, çok uyumak gibi hâller; kişinin rûhâniyetini zedeler, mânevî zindeliğini kaybetmesine sebep olur. Kalbe hantallık, ibadetlere karşı isteksizlik ve üşengeçlik verir. Bu yüzden Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- az yemeye teşvik ederek şöyle buyurmuştur:

“Hiçbir insan, midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kişiye, kendisini ayakta tutacak birkaç lokma yeter. Şayet bir kimsenin mutlakâ çok yemesi gerekiyorsa, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefesine ayırsın!” (Tirmizî, Zühd, 47)

Aynı zamanda bir yeme-içme disiplini ve açlık tâlimi de olan, dolayısıyla oburluk hastalığını tedâvi eden oruç ibadeti, kulun maddî-mânevî sıhhati için büyük bir şifâ vesîlesidir.

Mü’min, bedeninin aç kalmasından ziyâde, rûhunun aç kalmasından endişe etmelidir. Zira rûhun elbisesi hükmünde olan beden, netice itibâriyle aslına, yani toprağa dönecektir. Rûh ise mânevî gücü nisbetinde yükselip yücelecektir. Dolayısıyla insanın, beden sıhhatini ihmâl etmemekle beraber, daha ziyâde rûhunun sıhhat ve selâmetiyle alâkadar olması îcâb eder.

Hak dostlarının bu hususta taşıdıkları gönül hassâsiyetini, şu hâdise ne güzel îzah etmektedir:

Muhammed bin Kâ‘b el-Kurazî şöyle anlatır:

Bir zamanlar Ömer bin Abdülazîz g ile Medîne-i Münevvere’de karşılaşmıştım. O vakit gâyet yakışıklı, ter ü tâze bir gençti ve bolluk içinde yaşıyordu. Daha sonra halîfe olduğunda yanına gittim. İzin isteyip içeri girdim. Onu görünce şaşırdım ve yüzüne şaşkın şaşkın bakmaya başladım. Bana:

“–Ey Muhammed! Niçin öyle hayretle bakıyorsun?” dedi.

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Renginiz uçmuş, bedeniniz yıpranmış, saçlarınız ağarmış ve dökülmüş! Sizi bu hâlde görünce hayretimi gizleyemedim.” dedim.

(Ümmetin ağır mes’ûliyetini omuzlarında taşımaktan dolayı âdeta erimiş olan) Ömer bin Abdülazîz g bana şöyle dedi:

“–Ey Muhammed! Beni kabre konulduğumdan üç gün sonra görsen kim bilir ne kadar şaşıracaksın? O zaman karıncalar gözlerimi çıkarmış, gözlerim yanaklarımın üzerine akmış, ağzım-burnum kan ve irinle dolmuş olur. İşte o zaman beni hiç tanıyamaz ve daha çok şaşırırsın.

Şimdi bunları bırak da sen bana İbn-i Abbâs’ın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den rivâyet ettiği hadîsi tekrar et…” (Hâkim, IV, 300/7706)

Görüldüğü üzere Cenâb-ı Hakk’ın sâlih kullarının asıl arzusu, bedenlerinin değil, ruhlarının ferahlığı ve selâmete ermesidir. Zira ebediyet yolculuğunda kişiye fayda sağlayacak olan, bedeninin ne kadar güçlü, sıhhatli ve güzel olduğu değil; rûhunun ne kadar Hakk’a yakın olduğudur.

Kulu Rabbine yaklaştıransa günahlardan arınmış selîm bir kalbe sahip olması ve rızâ-yı ilâhîyi celbeden sâlih ameller işlemesidir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Allah, sizin sûretlerinize (dış görüntünüze) ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)

Cenâb-ı Hak bizleri dünyaya nasıl tertemiz göndermişse, huzûruna dönerken de günahların kir ve pasından arınmış, tertemiz bir gönül götürmemizi istiyor. Unutmayalım ki Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna götürebileceğimiz en kıymetli hediye, O’nun cemâlî esmâsının akisleriyle müzeyyen, saf, duru ve berrak bir gönül aynasıdır.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Şunu iyi bil ki, bedenden, maldan, mülkten kaybetmekte rûha fayda vardır; onu vebâlden kurtarır. Mal; bağışlamakla, infâk etmekle, görünüşte elden çıkar gider ama, onu verenin gönlüne yüzlerce mânevî hayat gelir!”

[Oruç ibadeti, yaşattığı kısacık bir mahrumiyetle, nîmetlerin kadrini hatırlatarak açların hâlinden ve muhtaçların derdinden anlamayı telkin eder. Böylece gönüllerde şefkat, merhamet ve cömertlik pınarlarının coşup taşmasına vesîle olur.

Yani orucun verdiği ilk ders, merhamet dersidir. Merhametsizlikle tıkanan kalplerin damarlarını oruç açmaktadır. Zira açın hâlinden aç olan anlar.

Nitekim Mısır’da şiddetli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde Yusuf -aleyhisselâm-’a:

“–Siz, devletin hazinelerine hükmeden bir idârecisiniz. Niçin kendinizi aç bırakıyorsunuz?” diye sorduklarında o aziz peygamber şu ibretli cevabı verir:

“–Karnım tok olursa açların hâlini anlayamam diye korkuyorum!..”

İşte Ramazân-ı Şerîf ikliminin rûha verdiği rikkatle, bu ayda fakir-fukarâya şefkat ve merhamet kanatlarını daha cömertçe açmak îcâb eder. Unutmamak gerekir ki Cenâb-ı Hak, verdiği imkânları ne kadar rızâsı yolunda sarf edebildiğimize dâir, bizleri sürekli imtihan etmektedir.

Ayrıca malı-mülkü Allah için sarf edebilmekte çok ayrı bir sır vardır. O da, infak edilen malın zâhiren eksiliyor gibi görünse de hakîkatte, budanan bir ağacın daha gür filizler vermesi gibi güçlenip bereketlenmesidir.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Mal, sadaka vermekle hiç eksilmez. Bilâkis hayırlarda bulunmak, malı kaybolmaktan, zâyî olmaktan korur!

Altın, zekât vermekle hiç eksilmez; aksine fazlalaşır, artar! Verdiğin zekât, kesene bekçilik yapar, onu korur.

Ekin ekenin ambarı boşalır, lâkin hasat vakti gelince, saçtığı tohumlara karşılık kaç mislini geri alır! Boşalttığı bir ambara mukâbil, kaç ambar dolusunu iâde alır!..

Fakat buğday, yerinde kullanılmaz da ambarda saklanırsa, bitlere, küçük kurtlara, farelere yem olur. Bunlar da onu tamamıyla mahvederler.”

[Zekâtlar, sadakalar, fitreler, velhâsıl Allah için yapılan bütün infaklar, sarf edilişlerindeki ihlâs nisbetinde, malın bir bakıma mânevî sigortası olur, onu zâyî olmaktan muhâfaza eder. Cenâb-ı Hak kulunun hâlisâne cömertliğine mukâbil, 10’dan 700 misline kadar ecir ihsân eder.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurmuşlardır:

“Her sabah yeryüzüne iki melek iner. Bunlardan biri:

«Allâh’ım! Malını hak yolunda harcayana halefini (infâk ettiğinin yerine yenisini) ihsân eyle!» diye duâ eder.

Diğeri de:

«Allâh’ım! Cimrilik edenin malını telef et!» diye bedduâ eder.” (Müslim, Zekât, 57)

İnsan şahsiyetine en çok tesir eden iki husus vardır. Biri arkadaşının sâlih veya fâsık oluşu, diğeri de kazancının helâliyet derecesidir. Herkes parayı kendisinin kullandığını zanneder. Hâlbuki ekseriyetle irâde paradadır, sahibinde değil. Yani paranın mânevî keyfiyeti, insanın şahsiyetine yön verir. Zira para yılan gibidir, geldiği delikten gider. Bu sebeple de kazancın helâliyet derecesini görmek için, onun nerelere sarf edildiğine bakmak kâfîdir. Helâlden gelen, helâl yollara sarf edilirken; haramdan gelense, haram yollara harcanır.

Dolayısıyla malını Allah yolunda infâk edebilmek, büyük bir şereftir. Bu şeref, her kula nasip olmaz. Bu şereften nasipsiz cimriler hakkında Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın şu tespiti ne kadar mânidardır:

“Cimrilerin hâli ne gariptir. Dünyada fakirler gibi yaşarlar, âhirette ise zenginler gibi hesap verirler.”

Velhâsıl ilâhî rahmetin tuğyân ettiği bu mübârek ayda, candan ve maldan fedakârlıklarla kardeşlik vazifelerimizi yerine getirmeye daha büyük bir ehemmiyet göstermeliyiz. Nitekim insanların en cömerdi olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ramazân-ı Şerîf’te hiçbir engel tanımadan tatlı tatlı esen rahmet rüzgârlarından daha cömert olur, bütün ibadet ve ihsanlarını artırdıkça artırırdı. Kendisine:

“–Hangi sadaka ecir bakımından daha büyüktür?” diye sorulduğunda:

“–Ramazân-ı Şerîf’te verilen sadaka…” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Zekat, 28/663)]

Cenâb-ı Hak cümlemize, her gecemizi Kadir, her gördüğümüzü Hızır bilerek mübârek Ramazan ayının ebedî kazanç fırsatlarını lâyıkıyla değerlendirebilmeyi nasîb eylesin. Ramazân-ı Şerîf’i bütün güzellikleriyle ihyâ ederek ilâhî af fermânını almış hâlde hakîkî bayrama erişebilmeyi lûtf u keremiyle ihsân buyursun. Bu Ramazan ayını, ihlâslı niyetler ve sâlih amellerle gelecek senenin Ramazân’ına bağlayabilmeyi ve hayatımızı dâimî bir Ramazan rûhâniyeti içinde yaşayabilmeyi, cümlemize müyesser kılsın. Âhiret yurdunu da bizlere ebedî bir bayram sürûru eylesin.

Âmîn!..


Dipnot:

[1] Abdülganî bin Ebî Saîd, Hüvelganî Risâlesi, s. 152.