Hazret-i Mevlânâ (rahmetullâhi aleyh) -4-

Hak Dostlarından Hikmetler

2017 – Mayıs, Sayı: 375, Sayfa: 032

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Allah aşkı için çalış, Allah aşkı için hizmette bulun! Halkın kabul etmesi veya reddetmesiyle senin ne işin var?!”

[İhlâs, yani sırf Allah rızâsını gâye edinmek, Hak katında amellerin en mühim makbûliyet şartıdır. Niyet hâlis olduğu takdirde, imkânsızlık sebebiyle yapılamayan sâlih amellere bile, Cenâb-ı Hak ecir lûtfeder. Hattâ gönüldeki niyetin hâlisliği derecesinde, Cenâb-ı Hak kulunun azını çok eder, küçücük bir amele bile, lûtf u keremiyle, dağlar misâli büyük ecirler ihsân eder. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Dîninde ihlâslı ol! Böyle yaparsan, az amel bile sana kâfî gelir.” buyrulmuştur. (Hâkim, Müstedrek, IV, 341)

Horasan melik ve kahramanlarından Amr bin Leys’in hâli, buna güzel bir misâldir. Vefâtından sonra onu sâlih bir zât rüyâsında görmüştü. Aralarında şu konuşma geçti:

“–Allah sana nasıl muâmele etti?”

“–Allah beni affetti.”

“–Hangi amelin sebebiyle affetti?”

“–Bir gün bir dağın zirvesine çıkmıştım. Yüksekten askerlerime bakınca, sayılarının çokluğu hoşuma gitti ve:

«Keşke Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında yaşasaydım da O’na yardım edip destek olsaydım, (O’nun yolunda fedâ-yı cân eyleseydim)…» diye duygulandım. İşte bu niyet ve iştiyâkıma karşılık, Yüce Allah beni af ve mağfiretine mazhar eyledi.” (Kadı Iyâz, Şifâ, II, 28-29)

Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.” buyrulmaktadır. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 194)

Beden için ruh ne ise, amel için hâlis niyet de o mevkîdedir. Buna mukâbil, ibadet ve sâlih amellerde samimiyetsizlik, riyâ ve gösterişe kaçmak ise; zâhiren dağlar misâli büyük ve muhteşem görünen amelleri bile küçültüp ecrini yok eder. Zira Hak katında mühim olan, kulun kalbindeki niyetin hâlis olup olmadığıdır.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Her kim Rabbine kavuşmayı umuyor, buna inanıyorsa, sâlih ameller işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın!” (Kehf, 110)

Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Dolayısıyla, ibadet ve sâlih ameller, sırf Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için îfâ edilmelidir.

Allah için yapılması gereken ibadet, hayır-hasenât ve hizmetlere, fânîler ortak edilirse, yani Allah’tan başkasının da takdîrini kazanmak gibi nefsânî bir gâye karışırsa, hem o amellerin ecri zâyî olur, hem de -nebevî tâbiriyle- “küçük şirk” sayılan riyâ/gösteriş cürmü irtikâb edilmiş olur. Bu ise, îmâna zarar veren, son derece mahzurlu bir hâldir.

Nitekim bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurmuştu.

Yanındakiler:

“–Küçük şirk nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu cevabı verdi:

“–Riyâ, yani gösteriştir. Kıyâmet günü insanlar amellerinin karşılığını alırlarken, Allah Teâlâ riyâ ehline:

«–Dünyadayken kendilerine mürâîlik yaptığınız/amellerinizi göstermek istediğiniz kimselere gidin! Bakın bakalım onların yanında herhangi bir karşılık bulabilecek misiniz?» buyurur.” (Ahmed, V, 428, 429)

Yine bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere; kıyâmet günü ilk olarak aleyhinde hükmedilen kişiler, -zâhiren- şehîd, âlim ve infâk ehli bir zengindir. Fakat bu kimseler, amellerine Allah rızâsının dışında, insanlar tarafından beğenilip takdir edilme niyetini de karıştırdıkları için, Cenâb-ı Hak onların bu amellerini reddedecektir.[[1]

Meselâ bir kimse sağlığında câmi, mektep, Kur’ân kursu gibi bir hayır eseri yaptırır da, sonra da ona nâmını yaşatmak niyetiyle kendi adının verilmesini şart koşarsa, bu amelinin ecrini zâyî etmiş olur. Ancak vefat ettikten sonra kendisinin hayır-duâlarla anılmasına vesîle olması niyetiyle, âilesi veya evlâtları tarafından o hayır eserine adının verilmesinde bir mahzur yoktur.

Niyetlerde ihlâs sırrına riâyet bu derece mühim olmasına rağmen bazı ham nefisler, “tevâzu” kisvesi altında “övünme”yi huy edinirler. Yaptıkları sâlih amelleri insanlara duyurarak bunlarla toplumda kendilerine bir îtibar satın almaya ve fânîlerin iltifâtını celbetmeye çalışırlar. “Bendeniz, ancak on sefer hacca gidebildim. Fakir, haftada ancak bir hatim indirebiliyorum. Ne yazık ki şimdiye kadar sadece bir câmi yaptırabildim…” gibi ifadelerle, güyâ Hakk’a takdim ettikleri amellerini, halka da pazarlamaya gayret ederler. “Tevâzuun fahrı” tâbir edilen ve şeklen fazîlet gibi görünse de esâsen amelleri sergilemekten ibâret olan bu çirkin hâl, o sâlih amellerin ecrini, kişinin bizzat kendi eliyle ziyân etmesi demektir.

Bu itibarla, ihlâsı muhâfaza için, sâlih amelleri mümkün mertebe gizlemek esastır. Fakat gizleme imkânı bulunmayan bir sâlih ameli terk etmek de doğru değildir. Meselâ, riyâ olur endişesiyle cemaatle namaza gitmemek, nefsin aldatmasına kanmaktır. Veya; “Ben riyâdan uzak, huşû ile namaz kılamıyorum; o hâlde yüzüme çarpılacak bir namazı hiç kılmayayım daha iyi!” diyerek namazı büsbütün terk etmek, şeytanın tuzağına düşmek demektir.

Bu bakımdan, bir zarûret durumunda veya hayra teşvik gibi bir maslahat söz konusu olduğunda, sâlih ameller ve hayır-hasenâtın alenî olarak îfâ edilmesinde bir beis yoktur. Bu takdirde ise kalbi gurur, kibir, riyâ ve gösteriş gibi marazlardan koruyup sadece Allah rızâsını hedeflemek şarttır.

Unutmayalım ki Rabbimiz bizden dâimâ samimiyet istiyor. Niyetlerimizde de ihlâs sahibi olmamızı arzu ediyor. Kendisine yaptığımız kulluğumuzu, ivazsız garazsız, hasbeten lillâh, yani sırf Allah rızâsı için îfâ etmemizi istiyor. İbadetlere riyâ ve gösterişle fânîleri ortak etmenin hazin neticelerine karşı, biz kullarını îkaz ediyor:

“Ey îmân edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde, malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın!

Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak, pürüzsüz bir kaya hâline getirivermiştir. Bunlar, kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar…” (el-Bakara, 264)

Yine Cenâb-ı Hak diğer bir âyet-i kerîmede:

“Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) buyuruyor.

O hâlde mü’minler olarak düşünmeliyiz ki:

Canı da malı da bizlere lûtfeden, Cenâb-ı Hak. Üstelik bu nîmetleri rızâsı uğrunda kullanmaya, Cennet’i vaad ediyor. Böylesine muazzam bir mükâfatı, Allah’tan başka verebilecek var mı? Hangi fânînin buna gücü yeter?! Öyleyse fânîlere riyakârlık ederek, Allah için yapılması gereken ibadet ve gayretlere onları ortak etmek, gerçek bir mü’min için, abesle iştigalden başka nedir?! Candan ve maldan fedakârlıkla îfâ edilen ibadet ve tâatleri Allâh’a takdim etmek dururken, onlara fânîleri ortak etmek kadar fecî bir hamâkat, aldanış ve ziyanlık olabilir mi?

Nitekim Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz bu hassâsiyet sebebiyle, herhangi bir sadaka vereceği zaman, o sadakanın ecrini zâyî etmemek için büyük bir titizlik gösterirdi. Yoksulun duâsına dahî aynıyla mukâbelede bulunurdu. Kendisine:

“–Hem sadaka veriyorsun, hem de duâ ediyorsun; niçin böyle yapıyorsun?” diye sorulduğunda şu cevâbı vermişti:

“–Onun yaptığı duânın, benim sadakamın karşılığı olmasından korkuyorum. Bana yaptığı duânın aynısını ona yapıyorum ki, sadakam hâlis olsun, böylece infâkımın mükâfâtını sadece Allah’tan beklemiş olayım.”[2]

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ile zevce-i tâhireleri Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz, kendileri de muhtaç oldukları hâlde, yiyeceklerini, yoksula, yetime ve esire infâk ettikleri zaman, aynı hassâsiyet içinde, o muhtaçlara şöyle demişlerdi:

“Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. (Minnet altında kalmayın!) Zira biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.” (el-İnsân, 9-10)

İşte o örnek şahsiyetler, ihlâslarını muhâfaza edebilmek ve amellerine dünyevî menfaatlerin gölgesini dahî düşürmemek için, kılı kırk yararcasına bir hassâsiyet gösteriyorlardı.

Bizler de unutmayalım ki, kıyâmet günü ibadet ve fedakârlıklarımızın ecrini verebilecek olan, yalnızca Allah Teâlâ’dır; fânîler değil! O hâlde;

“اِلٰه۪ي اَنْتَ مَقْصُود۪ي وَ رِضَاكَ مَطْلُوب۪ي”

“Yâ İlâhî! Maksadım yalnız Sen’sin, talebim de sadece Sen’in rızâ-yı şerîfindir.” niyâzı, kulluk hayatımızın her ânında, gönül semâmızda yankılanmalıdır.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Bu fânî dünya pazarında mânevî altın kazanmak için müşteri mi istiyorsun? Allah’tan daha iyi müşteri var mı?”

[Aklı başında her tüccar, ticaretinde kâr elde edebilmek için, malını müşterisinin beğeneceği kalitede hazırlar ve yine müşterisinin beğeneceği şekilde pazarlamaya gayret gösterir.

Mü’min de Cenâb-ı Hakk’ın rızâsının kazanılacağı, dolayısıyla Cennet’in satın alınacağı bir pazar yeri hükmünde olan bu dünyada, bütün ibadet, muâmelât ve hayır-hasenâtını, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı kıvamda îfâ edip, yine Cenâb-ı Hakk’a beğendirme gayretiyle takdim etmek durumundadır.

Zira bu dünya pazarında, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın tâbiriyle; gece ile gündüz sermayelerimiz, sâlih ameller ticaret mallarımız, Cennet kazancımız, Cehennem de -Allah korusun- zarar ve iflâsımızdır.

Yine bu pazarda en kârlı alışverişin, cömertlerin en cömerdi olan Allah Teâlâ ile yapılabileceğini, aslâ unutmamak gerekir. Zira hiçbir beşer, Cenâb-ı Hakk’ın vereceği karşılığı veremez. Cenâb-ı Hak, kuluna bahşettiği nîmetlerin, şükür hissiyâtıyla yine kendisine takdim edilmesine, kulunun ihlâsı nisbetinde, birden yedi yüz misline kadar mükâfat ihsân eder.

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Allah yolunda mallarını harcayanların misâli, yedi başak bitiren bir dâne gibidir ki, her başakta yüz dâne vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allâh’ın lûtfu geniştir, O her şeyi bilir.” (el-Bakara, 261)

“…Allâh’a gönül hoşluğuyla ödünç verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız, Allah katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere…” (el-Müzzemmil, 20)

İşte ârif mü’minler nazarında en kârlı kazanç, cömertlerin en cömerdi olan Cenâb-ı Hakk’ın şân-ı ulûhiyetine yaraşan sonsuz mükâfatlarına nâil olabilmektir.

Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın halîfeliği döneminde bir ara Medîne-i Münevvere’de kıtlık başgösterir. Tam da o sırada Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın Şam’dan yüz deve yükü buğday kervanı gelmiştir. Kervanı görenler, buğday satın almak için koşuşurlar. Hattâ bir dirhemlik buğday için yedi dirhem teklif ederler. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- ise:

“−Hayır! Sizden daha fazla veren var, ona satacağım.” der.

Ashâb-ı kirâm, mahzun bir şekilde oradan ayrılıp halîfe Hazret-i Ebû Bekir’in yanına varırlar. Vaziyeti anlatıp Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın bu tavrına üzüldüklerini bildirirler.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise, o fazîlet ehli sahâbînin bu davranışının altında muhakkak bir hikmet bulunduğunu sezerek:

“−Osman hakkında hemen kötü düşünmeyiniz. O, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in damadı ve Me’vâ Cenneti’nde arkadaşıdır. Herhâlde siz onun sözünü yanlış anladınız.” der. Ardından beraberce Hazret-i Osman’a giderler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“−Yâ Osman! Ashâb-ı kirâm senin bir sözüne üzülmüştür.” deyince Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-:

“−Evet, ey Rasûlullâh’ın halîfesi! Bunlar bire yedi veriyorlar, hâlbuki onlardan daha hayırlı olan Cenâb-ı Hak ise, bire yedi yüz veriyor. Biz buğdayı, bire yedi yüz vererek alana sattık.” buyurur.

Sonra da yüz deve yükü buğdayı, Allah rızâsı için Medîne fukarâsına dağıtır. Kervandaki yüz deveyi de kurban eder.

Buna çok sevinen Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Osman’ı alnından öper ve:

“−Ashâbın, senin sözündeki inceliği kavrayamadıklarını önceden sezmiştim…” buyurur.[3]

İşte kendi varlık ve benliklerinden geçerek Cenâb-ı Hak’ta fânî olan yüksek ruhlar, öyle muhteşem bir vuslat ikliminde yaşarlar ki, artık onların gözleri ve gönülleri, Hak’tan gayriye bakmaz olur. Hakk’a vuslatın hazzıyla âdeta mest olurlar. Bu rûhî coşkunlukla da canlarını ve mallarını Allah yolunda bezletmek, onlara bütün dünyevî lezzetlerden daha kıymetli hâle gelir. Tıpkı Yunus Emre Hazretleri’nin; “Ballar balını buldum; kovanım yağma olsun!” mısrâlarında dile getirdiği vecd ve istiğrak ikliminde yaşarlar.

İşte bu fânî dünya pazarında en hayırlı müşterinin, sonsuz lûtuf ve kerem sahibi Allah Teâlâ olduğunun idrâkine eren ârif mü’minler, can ve mal emanetini, günün birinde zarûrî olarak terk etmeden evvel, fırsat eldeyken gönüllü olarak Allâh’a takdim edebilmeyi, canlarına minnet bilirler.

Ayrıca ibadet ve tâatlerin yegâne alıcısının Allah Teâlâ olduğu şuuru, onları ibadetlerde müstesnâ bir edep, hürmet, nezâket ve zarâfete sevk eder.

Nitekim merhum pederim Mûsâ Efendi g, birine herhangi bir ikramda bulunacağı zaman, o ikramın muhtaçtan önce Allâh’ın kudret eline geçeceği şuuruyla, bu işi büyük bir nezâketle îfâ etmeye son derece ehemmiyet gösterirdi. Vereceği meblâğı temiz bir zarfa koyar, üzerine de; “Muhterem, filân efendi! Hediyemizi kabul ettiğiniz için sizlere teşekkür ederiz…” tarzında, gönül alıcı, zarif ifadeler nakşederek takdim ederdi.

Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretleri’nin şu ifadeleri de bu nezâketin hikmetine işaret etmektedir:

“Veren kişi, alana bir teşekkür edâsı içinde ikram etmelidir. Çünkü alanın nasibi, dünyevî bir ihtiyacının giderilmesi; verenin nasibi ise ilâhî rızâ ve âhiretteki sonsuz lûtuflardır. Böyle olunca, veren daha kârlı durumdadır. Onun için muhâtabına teşekkür etmelidir.”

Hak dostları da buyururlar ki:

“İbadet, insanı Cennet’e götürür; ibadette edep ve tâzîm ise Allâh’a götürür, Hakk’a dost eyler.”]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Hacca gidenler orada Beytullâh’ın sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”

[Cenâb-ı Hak biz kullarından; zâhir ve bâtın, şekil ve ruh, kalp ve beden âhengi içinde bir kulluk hayatı istiyor. Meselâ namazda bedenin kıblesi Kâbe olduğu gibi, kalbin kıblesi de dâimâ Kâbe’nin Rabbi olmalıdır. Zira Cenâb-ı Hak’la beraber olan bir kalp, nerede olursa olsun, âdeta Kâbe’de gibidir. Zâhiren Kâbe’ye yönelmiş olup da kalben Cenâb-ı Hak’la olmayan bir kimse ise, bunun tam zıddı bir durumda demektir.

Nitekim Cenâb-ı Hak’tan gâfil bir gönülle yapılan ibadetlerin; huşûdan uzak, geometrik ve şeklî hareketlerden ibaret olduğu, yani feyz ve ecrini kaybettiği mâlumdur.

Demek ki kalbî hayata dikkat etmek ve onu gafletten korumak zarûrîdir. Kalbî hayatı inkişâf ettirip mârifetullah’tan nasip almak ve Cenâb-ı Hak’la kalben beraber olmak elzemdir. Bunun yolunu beyan sadedinde Rabbimiz:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) buyurmaktadır.

En büyük saâdet, Cenâb-ı Hak’la kalben beraber olabilmek ve bu beraberliği kalpte sabitleyebilmektir. İşte bu mânevî kıvam kazanıldığı takdirde insan, hayatının her safhasında Rabbine ubûdiyet ikliminde yaşar.

Yine Allah Teâlâ âyet-i kerîmelerde:

“…Nerede olsanız, O (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

“Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

“…Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24)

“Kullarım Sana, Ben’i sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım…” (el-Bakara, 186) buyuruyor. Yani Rabbimiz, bize bizden daha yakın olduğunu haber veriyor.

Kul için esas mesele de, bu âyetlerin muhtevasından gâfil kalmamaktır. Allah ile dâimî beraberliğin gönül feyziyle yaşamaktır. Bu hâle kavuştuktan sonra her yer, mü’minin nazarında âdeta Kâbe gibi ilâhî feyizlerin tecellîgâhı olur. Yahut Cenâb-ı Hak kulunu, Kâbe’de alacağı ecri kazandıracak pek çok sâlih amele muvaffak kılar.

Zira meşhur tâbiriyle; kulu Cenâb-ı Hakkʼa vâsıl edecek vesîleler, mahlûkâtın nefesleri adedince çoktur. Mühim olan, dâimâ Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını tahsîl arayışı içinde bir gönle sahip olmaktır.

Bilhassa nazargâh-ı ilâhî olan muzdarip gönülleri dertlerinden kurtarmak, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına ulaşmanın en güzel yollarından biridir. Nitekim Molla Câmî g der ki:

“Gönül al; (çünkü gönül almak) hacc-ı ekberdir.

Bir gönül, binlerce Kâbeʼden daha iyidir.

Kâbe, Âzeroğlu İbrâhim’in yaptığı binâdır.

Gönül ise, Celîl ve Ekber olan Allâh’ın nazargâhıdır.”

Öte yandan hiçbir ibadet, bir diğerinin yerini tutamaz. Hac sevabına yahut Kâbe’de bulunmanın ecrine nâil edebilecek kulluk tezâhürleri de “hac farîzası”nın yerini dolduramaz. Burada kastedilmek istenen; hac da dâhil bütün ibadetleri, Allâh ile beraberlik şuuru içinde îfâ etmenin lüzûmudur. Aksi hâlde, Allah’tan gâfil bir gönülle îfâ edilen ibadetlerin, ecrinin de feyzinin de zâyî edilmiş olacağıdır.]

Cenâb-ı Hak cümlemizi ihlâsa erdirip ihlâsını da son nefese kadar muhafaza buyurduğu bahtiyar kulları arasına lûtf u keremiyle ilhâk eylesin.

Âmîn!


Dipnotlar:

[1] Bkz. Müslim, İmâre, 152.

[2] Komisyon, Sünen-i Ebû Dâvûd Terceme ve Şerhi, İst. 1988, VI, 304.

[3] Bkz. Hz. Osman Zinnûreyn, Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, sf. 140.