Hazret-i Mevlânâ (rahmetullâhi aleyh) -2-

Hak Dostlarından Hikmetler

2017 – Mart, Sayı: 373, Sayfa: 032

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ey işlerinde Hakk’ın emrine uymamayı kendine huy edinmiş gâfil kişi! Şunu bil ki senin bedeninin zerreleri bile, Allâh’ın irâdesinin memurlarıdır. Şimdi ikiyüzlülük ediyorlar da, sana uymuş gibi görünüyorlar. Eğer Allah, onların sana karşı gelmelerini isterse, her biri, senin amansız bir düşmanın olur.

Allah göze; «Şu kulumu rahatsız et!» derse, göz ağrısı senden yüz türlü intikam alır.

Eğer Allah dişe bir cezâ verdirse, görürsün ki diş, senin acı acı kulağını bükmeye başlar, seni âdeta perişan eder.

Tıp kitabını aç da, hastalıklar bahsini oku. Oku da beden askerlerinin neler yaptıklarını gör.

Mâdem ki her şeyin canının canı Allah’tır; canının canına düşmanlıkta bulunmak, hiç akıl kârı mıdır? Bu bir çeşit delilik değil midir?!”

[İnsan, pek çok hususta kendine bile söz geçiremeyen, âciz bir varlık iken, nefsine uyarak gaflet şaşkınlığına dûçâr olduğunda, kendinde bir varlık ve kudret vehmetmeye başlar. Kendisinin Hâlık’ı olan Rabbinin emir ve nehiylerine îtirâza kalkışır.

Hâlbuki sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi olan Rabbine başkaldıran bir insan, sadece kendi vücudundaki ilâhî sanatın mûcizevî tezâhürlerine vâkıf olabilse, Cenâb-ı Hakk’a isyânın ne büyük bir cehâlet, cürʼet, hattâ ahmaklık olduğunu derhâl idrâk eder. Zira insan, hayatta kalabilmek için bile, her an Rabbine muhtaçtır. Öyle ki vücûdumuzda bulunan uzuvların neredeyse bütün faaliyetleri, kendi irâdemiz dışında cereyan etmektedir. Meselâ kalp atışları­mız, nefes alıp vermemiz, diğer bütün organ ve hücre içi faaliyetleri ile bunlar arasındaki haberleşme ve yardımlaşma da böyledir.

Vücudumuzdaki sayısız fabrikanın yine sayısız ünitesinde her an milyarlarca biyo-kimyevî icraat, muhteşem bir nizâm içinde, haberimiz bile olmadan gerçekleşmek­tedir. İnsanı bir damla sudan yaratan Yüce Rabbimiz, vücudumuzun her uzvunu, sonsuz ilim ve kudretinin sayısız tecellîsinden biri olarak, mükemmel bir sûrette programlayıp âdeta otomatiğe bağlamış, âhenk içinde işlemesini murâd etmiştir. Yani her hücremiz, Rabbimiz’in emir ve kudretiyle vazifesini îfâ etmektedir.

Öyle ki sadece bir saatliğine vücudumuzdaki organların sevk ve idâresi bize verilse, kim bilir ona kaç defa ârıza yaptırırdık? Bu bile insanın Rabbine karşı acziyetini, muhtaçlığını, dolayısıyla Oʼna itaat ve teslîmiyetin zarûrî olduğunu ifâdeye kâfîdir.

Cenâb-ı Hak da âyet-i kerîmede soruyor:

“Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan, seni istediği şekilde birleştiren, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8)

Dolayısıyla en güzel kıvamda ve eşref-i mahlûkât olarak yaratılan insana yakışan;

* İlâhî kudret karşısında kendisinin bir “hiç” hükmünde olduğunu idrâk etmektir.

* Rabbinin “ol” emriyle var olduğunu, “öl” emriyle de bir gün can vereceğini unutmayıp haddini bilmektir.

* Rabbi emrettiğinde, gözle görülemeyecek kadar küçük bir mikrobun, sırtı yere gelmez denilen koskoca pehlivan cüsseleri nasıl yere serdiğinden ibret almaktır.

* Büyük bir tevâzu, hiçlik, edep ve tâzîm ile Hak Teâlâʼya hamd, şükür, zikir, istiğfar ve ilticâda bulunmaktır.

Zira sadece insan vücûdundaki zerreler değil, bütün mahlûkat, ilâhî nizam dâhilinde vazifesini harfiyyen îfâ etmektedir. Hâl böyleyken, varlıkların en mütekâmili olarak yaratılan insanın, bu gerçeği görmezden gelerek, ilâhî emirlere ters hareket etmesi, ne kadar abes bir durumdur!..]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“İnanç azlığından meydana gelen derde acımak gerekir. Çünkü o derdin dermanı yoktur.”

[Asıl acınacak dert, îmandan mahrumiyettir. Zira insanın bu dünyada hiçbir şeyi olmasa, nihâyetinde bu, muayyen bir vakit içindir. Fakat îmandan nasipsizlik, ebedî bir mahrumiyet sebebidir.

Îmandan mahrum bir insana bütün nîmetler verilse ve o, dünyada bin yıl saltanat sürse, yine de bir gün ölecek ve eli boş olarak dünyayı terk edecektir.

Unutmayalım ki üzerimizdeki Güneş; bir müddet yeryüzünde zulümle saltanat sürmüş olan Firavunların, Hâmânların, Nemrutların, Hülâguların, Âdların, Semûdların saraylarını, köşklerini, hazinelerini aydınlatan, sonra da harâbelerinin üzerine haşmetle doğan aynı Güneş’tir. Fânî kuvvet ve kudretlerine mağrur olarak Allâh’a baş kaldıran o zâlimlerin arkasından, ne semâlar ağlamış, ne gözler yaşarmış, ne de gönüller sızlamıştır. Bilâkis onlar, mazlumların âhları ve bedduâları ile tarihin çöplüğünde çürüyüp gitmişlerdir. Bir zamanlar saltanat sürdükleri yerleri, şimdi baykuşlar ve köpekler şenlendirmektedir…

Yani ebedî âleme, îman ve sâlih amellerle intikâl edemeyen biri, dünyada nîmetler içinde yüzmüş bile olsa, hakîkatte zavallı bir müflistir. Buna mukâbil insan, hiçbir dünyalığa mâlik olmasa da îman sahibiyse, aslında her şeye sahip demektir. Zira îman ve sâlih amellerin getireceği saâdet, ebedî bir saltanattır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ifâde buyurduğu üzere;

“…Asıl hayat, âhiret hayatıdır. Asıl saâdet, ebediyet saâdetidir!” (Buhârî, Cihâd 33, Salât 48)

Mü’min bilir ki, ebediyet yolculuğundaki kısa bir konaklama yeri olan dünyada yaşanan mahrumiyetler ve çekilen çileler; âhiretteki azâbın yanında bir hiçtir. Buna mukâbil, dünyada sürülen zevk u safâ ve saltanat, âhiretteki ebedî saâdetin yanında bir hiç hükmündedir. Bu yüzden mü’min, fakr u zarûret içinde bile olsa, refah içindeki kâfir ve fâsıkların hâline bakarak aslâ mahzun olmamalıdır. “…Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir…” (et-Tevbe, 40) âyet-i kerîmesi muktezâsınca, Allah ile beraberliğin hazzıyla, bütün fânî ıztırapları unutmalıdır.

“Gevşeklik göstermeyin, mahzun olmayın. Eğer (gerçekten) îman etmiş kimseler iseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Âl-i İmrân, 139) âyet-i kerîmesi muktezâsınca da, îman nîmetinin sevinciyle huzur bulmalıdır.

Atâullah el-İskenderî Hazretleri’nin şu niyâzı, gerçek bir îmânın gönle bahşettiği huzur hâline, ne güzel bir misaldir:

“Yâ Rabbi! Sen’i bulan neyi kaybetti? Sen’i kaybeden neyi buldu?..”

Velhâsıl îman, her derdin dermânıdır. Îmânın gerçek lezzet ve huzurunu tatmış bir gönlü, hiçbir dünyevî iptilâ; buhran ve bunalımlara sürükleyemez. Nitekim bu fânî âlemde en çok çile çemberinden geçenler; başta peygamberler, velîler ve derecelerine göre sâlih kullardır. Fakat en huzurlu insanlar da yine onlardır.

Sahâbe-i kirâm da bu îman neşvesiyle, hiçbir ezâ ve cefâya aldırmadılar. Hidâyet nûrunu gönüllere taşımak için, yorgunluk ve bezginlik göstermeden, bir diyardan öbürüne fedakârca koştular. Îman heyecanı ve lezzeti sâyesinde, dünyevî korku, endişe ve arzularını geride bıraktılar.

Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi’nin 100. âyetinde, Muhâcir ve Ensâr’ı bizlere örnek nesil olarak takdim ediyor. Onların izinden giden ihsan sahiplerini de methediyor. İşte o örnek nesli tâkip eden ihsân ehli mü’minler de, karşılaştıkları ezâ ve cefâların, ya günahlarına kefâret, ya da derecelerinin yükselmesine vesîle olduğu şuuruyla, müsterih bir kalp ve huzurlu bir gönülle yaşarlar.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Mü’minin durumu gerçekten gıpta edilmeye ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir haslet sadece mü’minde vardır: Mü’min sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

Dolayısıyla mü’min, hayatın acı-tatlı her imtihanından, mânen kazançlı çıkmasını bilen bahtiyar kimsedir. Yani ehl-i dünya için zarar ve ziyan gibi görünen ve onları gam ve kedere gark eden hususlar, ârif mü’minler nazarında; sabır, rızâ ve hattâ şükürle karşılanması gereken uhrevî kazanç vesîleleridir.

Allâh’a ve âhirete îmandan mahrum kalpler ise, bu gönül ufkundan nasipsiz oldukları için, en ufak bir çile karşısında feverân eder, ortalığı birbirine katar, şikâyet ve isyana sürüklenirler. Dolayısıyla asıl acınacak mahrumiyet de, “îman” gibi muazzam bir huzur ve sekînet menbaından mahrum kalmaktır.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Mum olmak kolay değil. Işık saçmak için, önce yanmak gerek.”

[İnsanın kemâle ermesi için gönül âleminin olgunlaşması zarûrîdir. Gönül olgunluğu ise; nefsin hoşlandığı şeyleri terk etmeyi, hoşlanmadığı çilelerle de terbiye olmayı gerekli kılar.

Şâir ve mütefekkir Muhammed İkbal, bu hakîkati temsîlî bir üslûpla ne güzel ifade eder:

“Bir gece, kütüphanemde bir güvenin, pervâneye (ışık etrafında dönen kelebeğe) şöyle dediğini duydum:

«–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların satırlarını kemirip durdum. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…»

Güvenin bu feryâdına mukâbil, yarı yanmış pervânenin şu güzel ve ince cevâbını hiçbir kitapta bulamazsın:

«–Bak!» dedi güveye; «Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım. Hayatı daha canlı kılan, muhabbetle çırpınıştır; hayatı kanatlandıran da aşk ateşiyle yanıştır!..»”

Demek ki yanmadan aydınlanmak ve aydınlatmak mümkün değildir. Bütün Hak dostları da Hak aşkıyla yanarak kemâle ermiş yüksek ruhlardır.

Bütün evliyâullahta bu yanışın tezâhürlerini görmek mümkündür. Nitekim gönlünde sonsuz bir aşk-ı ilâhî yangını olan Hazret-i Mevlânâ, hayatındaki merhaleleri üç kelimeyle hulâsa eder:

“Hamdım, piştim, yandım!..”

Mevlânâ Hazretleri, Selçuklu Medresesi’nde zâhirî ilimlerin zirvesinde bir dersiâm iken içinde bulunduğu hâlini “hamdım”, mârifetullâh tecellîlerine nâil olup kâinattaki sırlar kendine ayân olmaya başladığındaki hâlini “piştim”, ilâhî muhabbette fânî oluş hâlini ise “yandım” diye ifâde etmiştir.

Allah ve Rasûlullah âşığı bir şâir olan Fuzûlî de meşhur Su Kasîdesi’nin başında:

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlāre su,

Kim bu denlû dûtuşan odlāre kılmaz çâre su…

“Ey göz! (Allah ve Rasûlü’nün aşkından) gönlümde (tutuşan) ateşlere gözyaşından su dökme! Çünkü bu derece (aşk harâretiyle) tutuşmuş ateşlere su çâre olmaz!” diyerek, yanık yüreğinden yükselen feryâdı dile getirmiştir.

Es‘ad Erbilî Hazretleri de öyle bir aşk yangını içinde kemâl bulmuştur ki, ne yana baksa artık o yanışın tezâhürlerini seyretmektedir:

Tecellâ-yı cemâlinden Habîbim nev-bahâr âteş!

Gül âteş, bülbül âteş, sümbül âteş, hâk ü hâr âteş!

“Habîbim! Sen’in güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından dolayı, Sana âşık olan ilkbahar dahî ateş kesilmiş! Gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, toprak ve diken bile aşk ateşi içinde!..”

Önceleri bir hristiyan iken, aşk-ı Muhammedî’den bir kıvılcımla âdeta yüreğindeki aşk ummânı tutuşan, gözü yaşlı bir mü’min ve bir Peygamber aşığı olarak yanıp kavrulan Yaman Dede’nin şiirleri de, aynı gönül yangınının bir başka tezâhürüdür. Onun şu içli ve yanık mısrâları ne kadar güzeldir:

Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem, elem duymam,

Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam,

Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem[1] duymam,

Cemâlinle ferah-nâk[2] et ki yandım yâ Rasûlâllah!..

Velhâsıl bütün Hak dostları, İbrahim -aleyhisselâm- gibi, Hakk’a yakınlık uğruna çile ateşlerine atılmayı, canlarına minnet bilerek kemâl bulmuşlardır. Cenâb-ı Hak da o ateşi kendilerine serin ve selâmet kılmıştır. Dünyadaki aşk-ı ilâhî ateşini, ukbâdaki gazab-ı ilâhî ateşini söndüren en büyük rahmet vesîlesi eylemiştir.

Mü’minleri nefsâniyetin hamlığından kurtarıp mânevî zirvelere yükseltecek olan da;

* Allah aşkıyla acıları bal eylemek, zahmetleri rahmet, külfetleri nîmet telâkkî etmektir.

* İptilâ ve musîbetleri sabırla, unutkanlığı zikirle, nankörlüğü şükürle, isyanı itaatle, cimriliği cömertlikle, hodgâmlığı diğergâmlıkla, şüpheyi yakîn ile, riyâyı ihlâs ile, kibri tevâzu ile, günahları tevbe ile, gafleti tefekkür ile bertaraf etmektir.

* Başa gelen ezâ ve cefâları, Hak’tan gelen tezkiye ve terbiye vesîleleri bilerek tebessümle karşılayabilmektir.

Nasıl ki ham bir meyve olgunlaşmak için Güneş’in harâretiyle pişmeye muhtaçsa, kalpleri hamlıktan kurtarıp kemâle erdirecek olan da çilelerle terbiye olmaktır.

Hani sahillerde bazı taşlar görürüz: Dalgalar tarafından asırlardır dövüle dövüle bütün sivrilikleri yontulmuş, pürüzlerinden kurtulmuş, buna mukâbil granit gibi sertleşerek mukâvemet kazanmışlardır. Onlar artık kolay kolay kırılmazlar.

Aynen bunun gibi, ilâhî imtihan tecellîleriyle mânen olgunlaşan gönüller de müstesnâ bir metânet kazanırlar. Onlar artık, kırmaz ve kırılmaz, yani incitmez ve incinmezler. Nitekim tasavvufî terbiyenin de ilk dersi incitmemek, son dersi incinmemektir.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ahmak, herkesin ayıp ve kusurunu, kılı kırk yararcasına araştırır, görür ve etrafa yayar. Fakat hamâkatinden dolayı, kendi ayıplarını zerre kadar görmez.”

[Mü’min; din kardeşlerinin değil, kendi hatâ ve kusurlarının derdinde olmalıdır. Başkalarına kızıp tenkit etmenin, kendisini temize çıkarmayacağını bilmelidir. Zira kendi hatalarını görmeyip başkalarını suçlamak, kendine iğne bile batıramayıp başkalarına çuvaldızı revâ görmeye denk bir gaflettir.

Esâsen, kendi kusurlarına teksif olan bir mü’minin, başkalarının kusurlarıyla iştigâle mecâli kalmaz. Bir gönle, bu meşgale yeter de artar bile. Zira;

“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin!” düstûruna lâyıkıyla riâyet eden bir mü’minin yüreği;

“Kim zerre ağırlığınca hayır işlemişse onu görür; kim de zerre ağırlığınca şer işlemişse onu görür.” (ez-Zilzâl, 7-8) ilâhî fermânının dehşetiyle ürperir. Bu endişeyle kendi kusurlarının derdine düşer.

Nitekim bir bedevî, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den bu âyet-i kerîmeleri dinleyince büyük bir hayretle:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, zerre ağırlığınca mı?!” diye sordu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Evet.” buyurdu.

Bir anda hâli değişiveren bedevî:

“–Vay benim kusurlarım!..” diye inlemeye başladı. Ve bu sözü defalarca tekrarlayıp durdu. Sonra da işittiği âyetleri tekrar ederek kalkıp gitti.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun ardından:

“–Îman, bu bedevînin kalbine girdi.” buyurdu. (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, VIII, 595)

Demek ki bugün mühim görülmeyen zerre kabîlinden kusurların dahî mîzanda hesap edileceği âhiret gününü düşünerek bu kusurlarımızın derdiyle meşgul olmak, hakîkî îmânın bir şâhididir. Bunu unutarak başkalarının şahsî kusurlarını araştırmak ise, îman zaafının bir belirtisidir.

Cenâb-ı Hak; “…Tecessüste bulunmayın!..” (el-Hucurât, 12) buyurarak kullarının gizli kalmış şahsî ayıp ve kusurlarını araştırıp ortaya dökmenin, daha büyük bir ayıp olduğunu beyan etmektedir.

Hak dostlarından Abdullah Dehlevî Hazretleri, huzurunda bir din kardeşinin ayıbı veya kusuru dile getirilse, hemen buna mânî olur ve:

“–O söylediğin söze ben daha lâyığım!” derdi.

Böylece hem etrafını gıybetten men eder, hem de başkalarının şahsî kusurlarına değil, kendi noksanlıklarımıza yoğunlaşmamız gerektiğini telkin buyururdu.

Diğer taraftan şunu da unutmayalım ki meydana gelen her zâhirî hâdise, onları tetikleyen bâtınî sebeplere dayanır. Nitekim âyet-i kerîmede:

“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat zuhûr etti…” (er-Rûm, 41) buyrulmaktadır.

O hâlde başımıza gelen hâdiselere bir de bu gözle bakmamız gerekir:

* Acabâ yaşanan maddî-mânevî felâketlerde bizim ne gibi kusurlarımız var? Toplumun huzur ve sükûneti için nasıl bir kulluk kıvamında olmalıyız?

* İslâm şahsiyetinin ve îman nîmetinin gerektirdiği vazifeleri yeterince yerine getirebiliyor muyuz? Hâl ve davranışlarımız, ne kadar örnek bir müslüman manzarası sergiliyor?

* Kalplerde ne kadar müsbet, ne kadar menfî tesir bırakıyoruz? Söz ve fiillerimizle ne kadar hayra anahtar, şerre kilit olabiliyoruz? Hakkı ve hayrı ne kadar tavsiye edip bâtıl ve şerden ne kadar sakındırabiliyoruz?

* Toplumun gidişâtından gücümüz nisbetinde kendimizin de mes’ûl olduğunu ne kadar tefekkür edebiliyoruz? Yoksa -Allah korusun- “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mı diyoruz?

* Zâhiren aleyhimize de olsa, dâimâ hak ve adâletin yanında olabiliyor muyuz? Yoksa dünyevî menfaatler uğruna hakkâniyetten tâvizlere mi sürükleniyoruz? Günümüzde sıkça yaşanan vicdan-cüzdan çatışmalarında, ne kadar vicdânın sesini dinlemeyi tercih edebiliyoruz? Dünya ile ukbâ arasında tercih mecburiyetinde kaldığımızda; ne kadar “esas hayat âhiret hayatıdır” diyebiliyoruz?

* Hâlimizi lâyıkıyla muhâsebe edebiliyor muyuz? Yoksa muhâsebelerimiz de ayrı bir muhâsebeye mi muhtaç?..

Velhâsıl mü’minler olarak vazifemiz, “muâhezeyi nefsimize, müsâmahayı gayriye” göstermektir. Yani başkalarının şahsî kusurlarının tenkidiyle vakit kaybetmek yerine, kendi hâlimizi ciddiyetle gözden geçirmektir. En gizli hata ve kusurlarımızın bile mîzanda önümüze geleceğini düşünerek, bunların şimdiden farkına varmak ve affı için samimî bir tevbe-istiğfâr ile sâlih amellere gayret etmektir.]

Cenâb-ı Hak cümlemizi, sevip râzı olduğu, ihlâsını koruduğu sâlih kulları arasına, lûtf u keremiyle ilhâk eylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Mass: Emme, emerek çekme, soğurma.

[2] Ferah-nâk: Sevinçli, mes’ud, şâd.