Halîlullah ve Habîbullah Örnekliğinde ALLÂH’A DOST OLABİLMEK (Kur’ânî Tâlimatlar 54)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Haziran, Sayı: 220

ALLÂH’A DOST OLABİLMEK

DOSTLUK NEDİR?

Dostluk, müştereklikten kaynaklanır.

Dostluk, iki kalp arasındaki muhabbet hattıdır.

Bunun en güzel misâli Hazret-i Yâkub ile Hazret-i Yûsuf arasında yaşanmıştır. Yâkub -aleyhisselâm-, kendi iç dünyasını Yûsuf’ta gördü. Ona diğer evlâtlarından daha fazla muhabbet besledi.

Bir kişi kalbinde cemâlî sıfatları tecellî ettirebilirse, yani o kul; merhamet, cömertlik, affedicilik ve emsâli sıfatları yaşar ve yaşatırsa, o kişi ile Cenâb-ı Hak arasında dostluk meydana gelir. Cenâb-ı Hak da dostluğun mukabili, zor geçitlerde kulunu muhafaza eder. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)

Kul; bu dostluğa erebilmek için, gönül âleminde bu sıfatları zirveleştirebildiği kadar, Cenâb-ı Hak ile dostluğu güçlendirmiş olur. Başta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve Hazret-i İbrahim bu dostluğun en güzîde misalleridir.

Hazret-i İbrahim; gördüğü muazzam tecellîler karşısında bu dostluğa erişememe, bu dostluğa mukabele edememe endişesiyle;

وَلَا تُخْزِن۪ى يَوْمَ يُبْعَثُونَ

(Yâ Rabbî! İnsanların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) diye niyaz etti.

Kul her zaman Cenâb-ı Hakk’a, O’nun rahmet ve inâyetine muhtaçtır. Cenâb-ı Hak da kulun kendisine ilticâ etmesinden, duâ edip yakarmasından râzı olur.

Câfer-i Sâdık -rahmetullâhi aleyh- bir gün;

“–Üzücü ve tehlikeli bir işle karşılaşan kişi, beş defa ihlâsla; «Rabbenâ!» derse, Allah onu korktuğundan emin kılar ve arzusuna nâil eyler.” buyurmuştu.

Kendisine;

“–Bu nasıl olur?” diye sorulunca;

“–İsterseniz Âl-i İmrân Sûresi’nin 191-194’üncü âyet-i kerîmelerini okuyunuz!” cevabını verdi. (Kurtubî, IV, 318)

Bu âyet-i kerîmelerde; «Rabbimiz!» nidâsıyla başlayan beş duâ vardır. Müteâkip âyette de Cenâb-ı Hak;

« فَاسْتَجَابَ لَكُمْ رَبُّكُمْ / Rabbiniz sizin için (duâlarınızı) kabul etti.» buyurmaktadır.

Ancak bu icâbete nâil olabilmek için, gönülden bir samimiyet şarttır.

Tıpkı;

Hazret-i Yûsuf’un, Züleyha’nın teklifi karşısında gönülden ve samimî bir şekilde;

« مَعَاذَ اللّٰهِ / Allâh’a sığınırım!» demesi gibi… Hazret-i Yûsuf, bu samimî ilticâyı öyle bir kalbî duyuşla söyledi ki ancak bu vesileyle Allâh’ın burhânı yetişti.

Samimî ve gönülden yakarış farkının bir misâlini de Sâre Vâlidemiz’de görürüz:

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- ailesiyle birlikte Mısır’a girdiği zaman, Firavun’un adamları, cemal sahibi bir kadın olduğu için Sâre Vâlidemiz’i İbrahim -aleyhisselâm- ile birlikte Firavun’un sarayına götürdüler. Hazret-i İbrahim’i dışarıda bıraktılar. Firavun, Sâre Vâlidemiz’e tecavüzde bulunmak istiyordu.

Sâre Vâlidemiz, hemen huşû ve vecd içinde iki rekât hâcet namazı kılarak Firavun’un şerrinden Allâh’a sığındı.

Firavun ona yaklaşmak istediğinde korktu, titredi ve onun hemen serbest bırakılmasını emretti. Hattâ Hâcer Vâlidemiz’i de onlara hediye edip bir an önce gönderilmelerini istedi. Yani Cenâb-ı Hak, Sâre Vâlidemiz’i bu samimî ve gönülden namaz vesilesiyle Firavun’un şerrinden muhafaza buyurdu.

Bu samimî ilticâlara bir başka misal:

BAŞKA KURBANIM YOK!

Mâlik bin Dînâr -kuddise sirruhû- anlatır:

Bir gün Mekke’ye gitmek üzere yola koyuldum.

Yolda bir genç gördüm. Gece karanlığı bastırınca ellerini semâya kaldırıp Rabbine şöyle yalvardı:

“Ey kulunun tâat ve ibâdetlerinden memnun olan, günahlarından ise zarar görmeyen Allâh’ım! Bana Sen’i memnun edecek ameller yapmayı nasîb eyle! Sana zarar veremeyen şu günahlarımı da bağışla!”

İnsanlar ihrâma girip telbiye getirdiler. (Lebbeyk nidâlarına başladılar.) Gencin telbiye getirmediğini görünce;

“–Sen niçin telbiye getirmiyorsun?” dedim.

Bunun üzerine genç (mahcubiyet içinde);

“–Ey şeyh! Telbiyenin; geçmiş günahlara, kayda geçmiş suçlara ve işlenmiş isyanlara ne faydası olacak? Ben Allâh’a;

«–Lebbeyk / Buyur Allâh’ım!» deyince O’nun bana;

«–Ne buyurması? Ben senin sözünü dinlemiyor, yüzüne dahî bakmıyorum!» demesinden korkuyorum. İşte bu yüzden (mahcubiyetimden ve perişanlığımdan dolayı) telbiye getiremiyorum.” dedi ve geçip gitti. Onu tekrar Mina’da görebildim.

Şöyle yalvarıyordu:

“Allâh’ım, beni bağışla! Allâh’ım! İnsanlar kurbanlarını kestiler, Sana yaklaştılar.

Benim ise canımdan başka kendisiyle Sana yaklaşabileceğim hiçbir şeyim yok. Canımı kurban olarak kabul et, yâ Rabbî!”

Bu duâdan sonra bir feryâd etti ve rûhunu teslim etti. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. II, s. 250)

Azamet-i ilâhiyye karşısında hakikî bir nedâmet ve teslîmiyetin müstesnâ bir nişânesi!..

Mevlânâ Hazretleri de şöyle buyurur:

“Hacca gidenler, orada Kâbe’nin sahibini arasınlar. Eğer orada Kâbe’nin Rabbini bulabilirlerse (gönüllerini tecellîgâh-ı ilâhî hâline getirebilirlerse) bundan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”

Yani her an Cenâb-ı Hak’la beraber olmanın lutfuna nâil olurlar.

Zilhicce ayında; huccac hac vazifesini edâ ederken, imkân sahipleri de Allah rızâsı için kurban kesip fukarâya ve mü’min kardeşlerine ikrâm ederek, Harem mıntıkasındaki büyük heyecana iştirak ederler. Bütün bu ibâdetler, Hazret-i İbrahim’in Allâh’a dostlukta mesafe alışının hâtıralarıdır.

TELÂFÎ EYLE!

Bursevî Hazretleri buyurur:

“Her kalp Rabbi tanımaya, her nefis Rabbe hizmet etmeye lâyık olamaz. Her kıymetli mal da Rabbin hazinesine kurban edilmeye lâyık olamaz.

(Çünkü bu kalp tasfiye edilmemiş, bu nefis tezkiye edilmemiş, bu mal da içindeki şüphe ve kirlerinden temizlenmemiştir.)

Ey kul! O hâlde eksiklerini gidermekte acele et! Elinde neyin varsa onunla, hiç malın yoksa nefsinle cömertlik et! Eğer hem malını, hem canını Allah yolunda infâk etme imkânın varsa ne güzel!

Gör ki; İbrahim -aleyhisselâm-;

  • Malını misafirlere,
  • Vücudunu ateşe,
  • Oğlunu kurbana,
  • Hayatını putperest bir kavimle mücadeleye ve
  • Kalbini de Rahmân’a verdi de onun bu cömertliğine melekler bile hayran oldular. Cenâb-ı Hak da ona kendi dostluğunu ikrâm ederek;

وَاتَّخَذَ اللّٰهُ اِبْرٰه۪يمَ خَل۪يلًا

«Allah, İbrahim’i dost edindi.» (en-Nisâ, 125) buyurdu.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. II, s. 249)

Hazret-i İbrahim; malını, canını ve evlâdını fedâ edince, Cenâb-ı Hak Hazret-i İbrahim’i tebrik etti. Ona;

“İbrahim’e selâm olsun!” (es-Sâffât, 109) buyurdu.

Her mü’min, Tahiyyat’tan sonra Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e salât ederken, Hazret-i İbrahim ve ailesini de zikreder. Onların örnek şahsiyetler olduğunu kendine telkin eder.

Âyette buyurulduğu gibi;

“Geride kalanlar arasında da (İbrahim’e) güzel bir nam verdik.” (es-Sâffât, 108)

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-; malıyla, canıyla, evlâdıyla ve bütün varlığıyla en ağır imtihanlardan geçip «Halîlullah», yani Allâh’ın dostu oldu.

Dost, dostun zor zamanda yardımcısıdır. İnsanın önünde, bin bir tehlike ile dolu bir ebediyet yolculuğu vardır. Kıyâmet ve mahşer günü ise, fânî dostluklara iptal damgasının vurulduğu bir gündür. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَلَا يَسْـَٔلُ حَم۪يمٌ حَم۪يمًاۚ

(O günün dehşetinden) en yakın dost bile dostunu aramaz, sormaz.” (el-Meâric, 10)

O gün insana ancak Allâh’ın dostluğu ve Allâh’ın râzı olduğu takvâ temelli dostluklar fayda verir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اَلْاَخِلَّٓاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّا الْمُتَّق۪ينَۜ

“O gün, müttakîler / Allâh’a karşı gelmekten sakınanlar hariç, dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler.” (ez-Zuhruf, 67)

Cenâb-ı Hak ise dostluğundan nasîb alabilenleri, dâimâ muhafaza edecektir. Bu hakikati Rabbimiz şöyle müjdelemiştir:

“Allah, îmân edenlerin dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır…” (el-Bakara, 257)

O hâlde;

Dünya hayatının yegâne gayesi; Cenâb-ı Hakk’a dostlukta mesafe almaktır. Bu yolda azim ve gayrettir. Bunun da yolu, Hazret-i İbrahim misâlinde olduğu gibi; kalbe taht kuran fânî muhabbetleri, yegâne bâkî sevgi olan «Muhabbetullâh»a vasıta ve basamak eylemektir.

GÖNÜL TAHTINDAKİ İŞGALCİLER

Can, mal ve evlât; insanın gönlüne taht kuran üç husustur. Gönül ise, Allâh’a aittir.

Cenâb-ı Hak; nefsânî arzuların ve fânî alâkaların kirlettiği bir kalbe feyiz ve muhabbetiyle tenezzül etmez. «Muhabbetullah»tan nasîb almanın şartı, kalb-i selîm yani temiz bir kalptir.

Selâmete kavuşabilmesi için, kalbin;

  • Küfür, şirk ve nifak gibi, îmânı yok eden kirlerden,
  • Riyâ, kibir, bencillik ve cimrilik gibi mü’mine asla yakışmayan kötü huylardan,
  • Gıybet, tecessüs ve yalan gibi kardeşliği imhâ eden bâtınî haramlardan,
  • Servet, şöhret ve şehvet gibi dünyevî ve nefsânî arzulardan temizlenmesi şarttır.

Kul, bu dünyaya arz-ı endâm için değil arz-ı hâl için geldiğinin idrâki içinde yaşayacak…

Arz-ı endâm etmek; gösteriş, kibir ve enâniyet içinde, paranın esiri olarak, «ibâdullâh»ı istihkār edâsıyla hareket etmektir.

Arz-ı hâl ise; Cenâb-ı Hakk’ın karşısında bir abd-i âciz, çaresiz bir kul olduğunun idrâki içinde yaşamaktır.

Böylece temizlenmiş ve Cemâlî sıfatlarla müzeyyen hâle gelmiş bir kalb-i selîme Cenâb-ı Hak teşrif eder.

Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh-’in geçmiş peygamberlerden aktardığı bir rivâyette; Cenâb-ı Hakk’ın şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Ben göklere ve yere sığmam, fakat takvâlı ve yumuşak huylu, mü’min kulumun kalbine sığarım.” (Ahmed, Zühd, 423; ayr. Bkz. Gazâlî, İhyâ, III, 33)

Kudsî hadiste ise Rabbimiz şöyle buyurur:

“Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır, nihayet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdetâ) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olurum. Ben’den her ne isterse, onu mutlaka veririm. Bana sığınırsa, onu korurum.” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38; Ahmed, VI, 256; Heysemî, II, 248)

Cenâb-ı Hak ile dostluktan nasipsizlik ise en büyük bedbahtlıktır. Şu kıssa bu hakikati ne güzel anlatır:

Rivâyete göre;

İsa -aleyhisselâm-; teni alacalı ve iki şakağı da çökük, hasta bir adama rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdetâ habersiz bir hâlde kendi kendine şöyle şükrediyordu:

“–Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..”

İsa -aleyhisselâm-, muhatabının idrak seviyesini anlamak ve mânevî kemâlini yoklamak maksadıyla ona;

“–Ey garip adam! Allâh’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!.” dedi.

Hasta şöyle cevap verdi:

“–Ey Rûhullah! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gafil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben; Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve feyizleri içindeyim. Sanki vücudumdaki hastalıklardan haberim bile yok…”

Gafletten kurtulmak ve Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak için fedâ etmek şart:

CAN, MAL ve EVLÂT…

Bunları Allah yolunda fedâ etmedikçe; Cenâb-ı Hak ile dostlukta merhale katedilemez, mahşer gününün selâmeti elde edilemez.

Canın fedâsı; bedenî gücün, emek ve kuvvetlerin Allah yolunda sarf edilmesidir, îcâbı hâlinde Allah yolunda cihâda ve şehâdete koşmaktır.

Hazret-i İbrahim, tevhîdi tebliğ etmek ve Allah’tan başka ilâh olmadığını ilân etmek ve putların âcizliğini sergilemek için, halkın bayram yerine gittiği bir gün geride kaldı ve putları kırdı. Kavminin ve Nemrut’un bunu cezasız bırakmayacağını biliyordu. Ancak tevhid yolunda canını fedâ etmişti. Ateşe atılacağı esnada, meleklerin aracılık tekliflerini dahî reddetti;

“–Ateşi yandıran söndürür! Bana Rabbim yeter!” diyerek mancınık içinde ateşe atılmayı teslîmiyetle karşıladı.

O teslîmiyet; üzerinden geçen kuşları dahî yakan dehşetli ateşi, gülzâr / gül bahçesi eyledi.

Şehâdet, Cenâb-ı Hakk’ın nimetleriyle perverde olan nebîler ve sıddîkların makamından sonra gelen müstesnâ bir mertebedir.

Âyet-i kerîmedeki ifadesiyle;

Cenâb-ı Hak; mü’minlerin canlarını ve mallarını, cennet karşılığında satın almıştır.
Mü’minler, îcâbı hâlinde Allah yolunda canlarını seve seve verirler. (Bkz. et-Tevbe, 111)

Bedir’de, Uhud’da, Mûte’de ve daha nice hâdisede sahâbe-i kirâmın şehâdet iştiyâkına nice güzîde misaller vardır.

İstanbul’u fetheden ve nebevî müjdeyle taltif edilen askerler, surlara doğru;

“–Müjdeler olsun! Şehîd olma sırası bizde!” diye sevinç, vecd ve istiğrak içinde koştular.

Zâlimlerin tahakküm kurduğu devirlerde, Hak dostları; dinden taviz vermemek için darağaçlarına doğru âdetâ ölümü istihfaf ve istihkār ederek yürüdüler. Zindanları, kırbaçları ve işkenceleri hiçe saydılar.

Hayat; düz bir çizgi değildir, dâimâ med-cezirler hâlindedir. Kulun vazifesi; o med ve cezirlerde, o iniş ve çıkışlarda rızâdan ayrılmaması ve muvâzeneyi muhâfaza etmesidir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

  • Hendek Harbi’nin meşakkatli günlerinde de;
  • Mekke Fethi’nin zafer günlerinde de;

اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ اِلاَّ عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) buyurmuştur.

Mesele;

Varlıkta şımarmamak, yoklukta yüksünmemek.

MALIN FEDÂSI

Hazret-i İbrahim, sürüler dolusu hayvanlara mâlik olmuştu.

Rivâyete göre;

Cenâb-ı Hak, onun kalbî durumunu murâkabe için, Cebrâil -aleyhisselâm-’ı bir insan sûretinde gönderdi. Malından talep etti. Hazret-i İbrahim; hiç tereddüt etmeden, melek olduğunu bilmediği bu şahsın, Cenâb-ı Hakk’ı üç kere tesbih ve zikretmesi karşılığında bütün malını ona infâk etti. Melek olduğu anlaşılınca da infâkından dönmedi, hepsini satıp parasını vakfetti.

Dünyaya hiçbir şeye mâlik olmadan gelen insan, dünyada Cenâb-ı Hakk’ın ikrâmıyla az veya çok rızka nâil olur.

Dünya fânî, esas hayat âhiret olduğu için, aslında dünyevî rızıklar da âhiretin sermâyesidir. Lâkin gafil insan, fânî olana gönül bağlar da, onu âhiret için elden çıkarmaya kıyamaz. Bunun ne büyük bir ziyân olduğunu şu hadîs-i şerif ifade etmektedir:

Sahâbe-i kiramdan Ebû Zer -radıyallâhu anh- anlatır:

“Ben bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna vardım. O esnada Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kâbe’nin gölgesinde;

«‒Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, muhakkak onlar çok hüsrandadırlar!

Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, muhakkak onlar çok zarardadırlar!» buyuruyorlardı.

Ben kendi kendime;

«‒Benim hâlim nedir? Bende (kötü) bir şey mi görülüyor acaba?!.» dedim. Varıp yanına oturdum. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hâlâ bu sözü tekrarlıyordu. Kendimi tutamadım, susmaya kādir olamadım; beni, tarif edemeyeceğim bir hâl kapladı ve;

«‒Kimdir onlar? Babam-anam Siz’e fedâ olsun yâ Rasûlâllah!» dedim.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

«‒Onlar (hüsrana uğrayanlar), malı çok olanlardır!

Sadece; (helâlden kazanıp da);

‘–Şunu şuraya, bunu buraya…’ diye malını Allah yolunda infâk edenler bundan müstesnâ olabilirler!» buyurdu.” (Buhârî, Eymân, 3)

Zamanında infâk etmeyenlerin, son nefeste düşecekleri faydasız çırpınışları ise âyet-i kerîme şöyle tasvir eder:

“Herhangi birinize ölüm gelip de;

«–Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)

Gafil nefis; servet biriktirerek, izzet ve şeref kazanacağını, kuvvetli ve kudretli olacağını zanneder. Şeyh Sâdî Hazretleri böylelerini îkāzen buyurur:

“Para yığmakla yükseleceğini sanma!

  • Duran su fena kokar. İhsân etmeye çalış!
  • Akan suya gök yardım eder. Yağmur yağdırır, onu kurutmaz.”

Hâsılı;

Malın fedâsı, kişinin imkânlarından kendisi ve ailesi için; riyâzat ölçülerinde, yani israf ve pintilik olmayacak derecede istifâde edip arta kalanı Allah yolunda infâk etmesidir.

Mü’min; iş kurmak ve geliştirmek için para biriktirebilir, yine o kazançlardan bol bol infâk eder. Esas olan husus; kalbi, kasa hâline getirmemektir.

Bu mevzuda Necip Fazıl’ın şu îkāzı ne kadar hikmetlidir:

Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!

Mezarda geçer akçe neyse, onu biriktir!..

EVLÂDIN FEDÂSI

Evlâtlar, candan bir parça gibidir.

İnsanda fânîliğe isyan vardır. Fakat ten de can da fânîdir. Bunu gören insan, dünyada kalan ve devam eden bir parça olarak evlâtlarına bir muhabbet ve şefkat besler. Ardından nâmını ve soyunu sürdürecek, aile şerefini taşıyacak ve iftihar vesilesi olacak evlâtlarının olmasını arzu eder.

Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsından biri de;  اَلرَّق۪يبُ / er-Rakîb -aleyhisselâm-’dir. Bu mübârek ismi;

“Kulunun kalbini murâkabe ederek, hadd-i
lâyıkını aşan muhabbetlerle, yani Zâtına ait muhabbete rakip hâle gelmiş sevgilerle, kulunu imtihan eden” diye tarif edebiliriz.

Rivâyete göre Yûsuf -aleyhisselâm- zindanda iken, sohbetleriyle herkesin muhabbetini celbetmişti.

Bir gün zindancı başı;

“–Yûsuf! Seni herkesten çok seviyorum!” dedi.

Hazret-i Yûsuf ona;

“–Bana olan sevginden Allâh’a sığınırım!” dedi.

Buna mânâ veremeyen zindancı başı;

“–Niçin?” dedi.

Yûsuf -aleyhisselâm-;

“–Babam beni çok sevdi, kardeşlerim beni kuyuya attılar; Züleyhâ sevdi, beni zindana attılar, şimdi bir de sen seversen kim bilir beni nereye atarlar!?.” dedi.

Yani;

Cenâb-ı Hak dostlukta ve muhabbette rekabet kabul etmez. Bu sebeple sevgiyi hadd-i lâyıkında tutmak lâzımdır.

Öyleyse;

Kalbin muhabbet nizâmı şöyle olmalıdır:

Gönülde en çok ve en büyük sevgi; «el-Vedûd» olan, yani meveddet ve muhabbetin yegâne kaynağı olan Cenâb-ı Hakk’a tevcih edilmelidir.

Mâsivâ / Allah’tan gayrı olan kişi ve şeyler, asla muhabbetin bu derecesine çıkarılmamalıdır.

  • Cenâb-ı Hakk’ın sevdiklerine muhabbet beslenmelidir. Peygamberler, ehl-i beyt, sahâbe-i kiram ve Allah dostları Allah için sevilmelidir.
  • Evlâtlar da aynı şekilde sevilmeli ve bir Allah emâneti olarak görülmelidir. Cenâb-ı Hakk’ı sevmeye basamak hâline getirilmelidir.

Yani anne-babalar;

“Ben evlâdımı nasıl yetiştirirsem, Cenâb-ı Hak benden râzı olur?” şuuruyla evlâtlarını sevmeli ve öyle yetiştirmelidir.

Bunun aksine;

“Ben evlâdımın gönlünü nasıl kazanırım, beni sevmesini nasıl sağlarım, onun nefsini nasıl hoşnut ederim, onun istikbaldeki rahatını nasıl temin ederim…” şeklindeki fânî hissiyatlar, kişiyi istikametten uzaklaştırır.

Allah rızâsını yegâne hedef tutarak evlâdı yetiştirenler ise, evlâtlarının iki cihanda saâdetini temin etmiş olurlar. Zira dünyada da âhirette de saâdeti, huzuru ve istikbâli ihsân eden Cenâb-ı Hak’tır.

Nitekim devrinde; kendisine pek az kişinin îmân ettiği Hazret-i İbrahim, neredeyse tek başına bir ümmet idi. Fakat, feyz-i ilâhîye mazhar olan bu büyük peygamberden Kur’ân-ı Kerim’de pek çok kere bahsedilmektedir. Kıyâmete kadar ümmet-i Muhammed’in salli-bârik duâlarında zikredilmektedir.

Nemrutların, fâsıkların takdir etmemesinden ne gam!..

Cenâb-ı Hakk’ın dostluğuna erenlere ne güzel bir ikram…

Hazret-i İbrahim; oğlu İsmail -aleyhisselâm-’ı, gördüğü nebevî rüyalar üzerine kurban etmeye karar verdi.

Bu dehşetli karara;

  • İbrahim -aleyhisselâm-’ın kendisi de,
  • Annesi Hâcer Vâlidemiz de,
  • Oğulları İsmail -aleyhisselâm- da muazzam bir teslîmiyet gösterdiler. Bu hususta vesvese vermeye çalışan şeytanı taşladılar ve uzaklaştırdılar. Tıpkı ateşe atılma hâdisesinde olduğu gibi; son anda Cenâb-ı Hak, bu iki mübârek zâtın teslîmiyetini kabul etti. Hazret-i İsmail’in canını bağışladı.

Bu hâdisenin remzettiği hakikati günümüze şöyle nakledebiliriz:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âhirzamanın fitneleri hakkında şu îkazda bulunmuştur:

“Karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplamadan evvel, sâlih ameller işlemekte acele ediniz!

Öyle zamanlar geldiğinde insan, sabah mü’min iken akşama kâfir olarak çıkar; akşam mü’min iken sabaha kâfir olarak çıkar. Dînini küçük bir dünyalığa satar.” (Müslim, Îmân, 186)

“…İşte öyle zamanda dînine sıkıca sarılan kişi, elinde kor ateş (veya diken) tutan kimse gibidir.” (Ahmed, II, 390)

İslâm’ı yaşamanın avuçta kor ateş tutmak gibi zor olduğu bir devirde, evlâtlara İslâm şahsiyet ve karakterini mîras bırakmanın da zorlaşacağı tabiîdir.

  • Kurban hâdisesinde olduğu gibi, nefis ve şeytan vesveseler verecektir.
  • Dünya bir yandan câzibesiyle çekecek, fâsık, abus, alık ve nâdan çevreler dînî tercihleri anlamayacak ve kınayacaktır.
  • Bazen evlâtlar da menfî bir tavır alabileceklerdir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îmân edenler! Mallarınız ve evlâtlarınız sizi Allâh’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir.” (el-Münâfikûn, 9)

İşte bütün bu şartlarda evlâdı fedâ edebilmek, Allâh’a dost olmanın ağır bir şartı olacaktır.

Allah korusun; evlâtları ateşe fedâ etmemek için, onları Allah yoluna fedâ etmemiz lâzımdır.

Nesil endişesi; Necip Fazıl’ın tabiriyle, ağacı kütükten ayıran bir husûsiyettir.

Evlâdın fedâsı; çocukları, Allâh’ın emrine teslim olmuş bir şekilde, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği her hususta;

“–Babacığım emrolunduğunu yap! Beni sabredenlerden bulacaksın!” (Bkz. es-Sâffât, 102) diyecek bir mânevî kıvamda yetiştirme gayretleridir.

Bu gayretler; tâ ana rahminde helâl lokma yedirip, duâlarla başlar; emekleme çağında güzel telkinlerle devam eder; mektep çağında sâlih-sâliha hocalar ve arkadaşlar teşkil ederek sürer ve ilk fırsatta kuvvetli bir Kur’ân tahsili alabileceği Kur’ân kursu veya imam-hatip ortaokulu tercih edilerek sonraki adımlara bağlanır. Bütün eğitim hayatı boyunca; meslekî tahsili, uhrevî tahsil ile mezcetmemiz zarûrîdir.

Velhâsıl;

Bir mü’min dâimâ kendisini murâkabe ve muhasebe etmeli:

  • Ben Allâh’a ne kadar yakınım?
  • Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ne kadar yakınım?

NASIL YAKIN OLABİLİRİZ?

Kul; değişen şartlar altında Allah’tan râzı olabilirse, rızâ / gönül hoşnutluğu ve teslîmiyet içinde yaşayabilirse; Cenâb-ı Hak da ondan râzı olur ve dostluğundan nasip lutfeder.

Değişen şartlar, imtihanlar ve iptilâlar olabilir. Hastalık, fakirlik, yetimlik, mahrumiyet ve benzeri zorluklar olabilir. Hepsi; can, mal ve evlâda yönelen imtihanlardır. Kul bunlarla imtihan edilir.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk’ın husûsî bir hitâb ile cennete davet ettiği kulların iki vasfı bize bu şartı ifade etmektedir:

رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً

“Sen O’ndan râzı, O da senden râzı.” (el-Fecr, 28)

Rasûlullah Efendimiz’e yakınlığın ölçüsünü ise şu hadîs-i şeriften tâlim edebiliriz:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar; kim ve nerede olursa olsun, Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Sahâbe-i kiram; dünya hayatında Rasûlullah Efendimiz’in en yakınında oldular, ilâhî iltifatlara nâil oldular. Ancak onlar; bu ikrâm-ı ilâhîyi kâfî görmediler, dâimâ bu yakınlığı ve beraberliği âhirette devam ettirebilmek endişesi içinde yaşadılar.

DOSTLUĞUN ENGİN UFUKLARI

Cenâb-ı Hakk’ın dostluğuna erişen Hazret-i İbrahim’in, sonrasında yaşadığı derin hâl de bize bir nümûnedir.

Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıkça Hazret-i İbrahim’in Allâh’ın azamet ve kudretine hayranlığı artmış, ilticâ ve tazarruu ziyadeleşmiştir.

Fazîletçe Hazret-i İbrahim’in de fevkinde bulunan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bizlere şöyle buyurur:

“Benim bildiklerimi bilseydiniz; yemezdiniz, içmezdiniz, çok ağlardınız, sahrâlara düşerdiniz. Belâların def‘i için Allâh’a yalvar yakar olurdunuz.” (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Halîlullah -aleyhisselâm-’ın azamet-i ilâhiyye karşısındaki hâlleri, böyle bir ilticâ ve yalvarış manzarası arz ederken, biz âciz kulların;

“Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir! Günahlarımızı nasıl olsa bağışlar!..” diyerek, gaflete düşmemiz ve kulluk vazifelerimizi ihmâl etmemiz ne kadar hazin bir aldanış olur…

Rabbimiz, bizlere senede iki sevinç zamanı, iki bayram lutfetmiştir:

Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı…

Ramazan Bayramı bir şahâdet-nâmedir. Her kul, Ramazân’ı idrak ve ihyâ edişi seviyesinde o sevince nâil olur.

Kurban Bayramı ise, muhabbet ve fedâkârlığımızın getirdiği bir sevinç günüdür.

Bu bayram vesilesiyle, Cenâb-ı Hakk’a dostlukta mesafe alıp alamadığımızı, O’na muhabbet ve bu sevginin ölçüsü olan fedâkârlıklarımızı gözden geçirmemiz îcâb eder.

Dünya bayramlarını bu tefekkür ve muhasebelerle ihyâ edenler, -Rabbimiz’in izniyle- âhiretteki gerçek bayramlara, yani Cenâb-ı Hakk’a dostluk nasîbine nâil olabilirler.

Cenâb-ı Hak; Zâtına dost olabilen müstesnâ kullarının hâllerinden, bizlere de hisseler nasîb eylesin!..

Lâyıkına hadd-i lâyıkında muhabbet, müstehakkına da nefret şuuruyla îmanlarımızı kuvvetlendirsin.

Âmîn!..