Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullâhi aleyh) -4-

Hak Dostlarından Hikmetler

2015 – Kasım, Sayı: 357, Sayfa: 032

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:

“Kim beni seviyorsa, Sünnet-i Seniyye’ye ittibâ ve hüsn-i hâtime hususunda muvaffak olmam için duâ etsin! Ben de aynı şekilde ona duâ ediyorum.”[1]

[Müʼminin bu fânî âlemdeki en büyük gâyesi, insanın yaratılış maksadı olan Hakkʼa kulluğu lâyıkıyla yaşayabilmektir. Böylece Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını tahsil ederek îman selâmetiyle son nefesini verebilmektir.

Buna muvaffak olabilmek için; ibadet, tâat, ahlâk ve muâmelât hususunda elimizden gelen maddî-mânevî bütün gayreti büyük bir îman vecdiyle sergileyip dâimâ Cenâb-ı Hakkʼın rahmetine sığınmamız îcâb eder. Fakat buna ilâveten, kalbi Allah ile beraber olan sâlih müʼminlerin samimî duâlarını alabilmek de, büyük bir nîmettir.

Müʼminlerin birbirleri için duâ etmelerinin, nasıl bir rahmet vesîlesi olduğunu, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle beyan buyurmaktadır:

“Bir müʼminin bir müʼmine, gıyâbında yaptığı duâsından daha çabuk kabul edilen hiçbir duâ yoktur.” (Tirmizî, Birr, 50)

Bunun hikmetini, Mevlânâ Hazretleriʼnin Mesnevîʼsinde naklettiği şu hâdise, ne güzel îzâh etmektedir:

“Cenâb-ı Hak;

«‒Ey Mûsâ! Bana günah işlemediğin, kötü söz söylemediğin bir ağızla duâ et ve sığın!» buyurdu.

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-;

«‒Benim öyle bir ağzım yok ki.» deyince, Cenâb-ı Hak;

«‒Öyle ise Bana başkalarının ağzı ile duâ et!» buyurdu.

Çünkü sen, başkasının ağzıyla günah işlemediğin için, o ağız senin için temizdir, günahsızdır.

İnsanlara öyle davran ki, onların ağzı gece-gündüz senin için duâ etsin…”

Diğer taraftan, hiçbir müʼmin, kendisini din kardeşlerinin duâsından müstağnî göremez. Kim olursa olsun her müʼmin, buna muhtaçtır.

Bilhassa Cenâb-ı Hakkʼın rızâsı istikâmetinde yaşayıp son nefesi îman ile verebilmek hususunda, evliyâullah ve sâlih müʼminler bile kendilerini teminat altında görmemiş, bu hususta muvaffak olabilmek için, din kardeşlerinden duâ talep etmişlerdir.

Nitekim, ömrü Hak yolunda hizmetle geçmiş olan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri gibi mümtaz bir şahsiyet bile, her fırsatta din kardeşlerinden duâ talebinde bulunmuştur. Onun, sevdiklerine yaptığı vasiyetlerinden biri şöyledir:

“İmkânı bulunan ve muhabbetinde sâdık olan kişilerin, kurbanlar kesip sevâbını bana hediye etmesini isterim. Bâzı sekir ehlinin dediği gibi; «Arkamdan sadaka gönderilmesine ve Kur’ân okunmasına ihtiyacım yok!» demiyorum. Bilâkis, Fâtiha ve İhlâs-ı Şerîf’lere çok ihtiyacım var…”

Din kardeşlerinden duâ talebinde bulunmak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin güzel sünnetlerinden biridir.

Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- umre yapmak için izin istediğinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Sevgili kardeşim, bizi de duâdan unutma!” buyurmuştur.

Bu iltifata mazhar olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da:

“–Hazret-i Peygamber’in bana bu hitâbı, benim için dünyaya bedeldir. Dünyayı verselerdi bu kadar sevinmezdim!” diyerek Efendimizʼin böyle bir teveccühüne mazhar olmanın, kendisi için ne büyük bir mânâ ifâde ettiğini dile getirmiştir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Vitir, 23/1498; Tirmizî, Deavât, 109/3562)

Yine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Veysel Karânî Hazretleri’ne hırkasını gönderip:

“–Bunu giysin ve ümmetime duâ etsin!” buyurmuştur. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 223-225)

Görüldüğü üzere, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Fahr-i Kâinât Efendimiz bile, bütün izzet ve şerefini kendisine bağlılığa borçlu olan sâlih müʼminlerden duâ talebinde bulunmuştur.

Müʼminin, din kardeşinden duâ talebinde bulunmasında pek çok hikmet vardır:

Bu, bir taraftan duâsı talep edilen kimselere verilen değeri gösterip gönüller arasındaki muhabbeti daha da kuvvetlendirirken, diğer taraftan da duâ isteyen kişinin tevâzû ve mahviyetini gösteren, yüksek bir kulluk edebidir.

Bir başka cihetten bakıldığında ise, kul ne kadar sâlih biri olursa olsun, hiçbir zaman kendi gayretini kâfî görmeyip Cenâb-ı Hakkʼın rahmetini celbedecek bütün vesîlelere, dört elle sarılması gerektiğinin bir ifadesidir.

Öte yandan; “Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bilmek” düstûrunca, kimin duâsı hürmetine murâdımızın hâsıl olacağı da meçhuldür. Dolayısıyla insanlar nazarında değer verilmeyen, hattâ hor görülen nice gariplerin, Hak katında “naz ehli” kullar olabileceği ihtimâlini göz ardı etmemek gerekir. Bilhassa öyle garip kulları arayıp onların samimî niyazlarından müstefîd olmaya gayret etmek îcâb eder.

Nitekim kuraklık zamanı yapılan istiskā, yani “yağmur duâsı”na, -duâya daha da makbûliyet kazandırmak niyetiyle- mütevâzı ve boynu bükük bir hâlde gitmek, ihtiyarları ve çocukları, hattâ yavrularıyla birlikte hayvanları da götürmek müstehab görülmüş,[2] onlar vesîlesiyle Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ etmek, güzel bir usûl olarak kabûl edilmiştir.

Günümüzde; evini, yurdunu, malını-mülkünü, her şeylerini geride bırakarak binbir çile ve ıztırap içinde memleketimize ilticâ eden Sûriyeli muhâcir kardeşlerimizin hayır-duâlarını alabilmek de büyük bir rahmet vesîlesidir. Zira o mülteci kardeşlerimiz, bizler için sanki 14 asır evvelki Muhâcirler hükmündedir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, Allahʼtan zafer ve yardım talep ederken muhâcirlerin fakirleri vesîlesiyle niyazda bulunur ve şöyle buyururdu:

“Bana zayıfları çağırınız. Çünkü siz, ancak zayıflarınız(ın duâ ve bereketi) ile rızıklandırılır ve yardım edilirsiniz…” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 70; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 198)

Velhâsıl, toplum nezdinde mûteber bir makam ve varlıkları bulunmayan, boynu bükük, kalbi kırık, fakat tevekkül, teslîmiyet, kanaat ve takdîre rızâ ile gönlü zengin olan müʼminlerin tevessülüyle yapılacak duânın, kabûle daha yakın olduğu muhakkaktır.

Şeyh Sâdî, bu sırra işaret sadedinde ne güzel buyurur:

“Hak dostları, kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler.” Yani kimsenin kıymetini bilmediği garip ve kimsesizleri bularak onlara iyilik ve ihsanlarda bulunmak sûretiyle, o muzdariplerin hayır-duâlarını alırlar.

Bu itibarla kalbi kırıkların, kimsesizlerin, gariplerin ve bîçârelerin hayır-duâlarını alabilmek; muhteşem bir âhiret hazinesine sahip olmak demektir.

Şu da bir hakîkattir ki, duânın kabûlünü temin eden asıl müessir; ihlâs, yani samimiyettir. Bu demektir ki, hatâ ve kusurlardan kurtulamamış bir müʼminin, din kardeşi için cân u gönülden yapacağı samimî bir duâ, bir başkasının gönülsüz yapacağı duâsından daha makbuldür. Zira bir müʼmin, ne kadar kusurlu, hattâ günahkâr olsa da, bu hâl, Cenâb-ı Hakk’ın onu terk etmiş olduğu mânâsına gelmez. Bir şahsın, kimin duâsı hürmetine murâdına nâil olacağını, yalnız Allah Teâlâ bilir. Bu sebeple, kim olursa olsun müʼminlerin samimî duâlarında yer bulabilmenin kıymetini idrâk etmeliyiz.]

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:

“Bu fakir kul, fâsık bir mü’min gördüğümde, mutlakâ onun benden daha iyi olduğuna inanırım. Çünkü onun îmânı sâbit, günahı ise benden gizlidir. Benim nefsimin kötülükleri ise bana âşikârdır.

Son nefes(te kimin kurtulacağı) meçhuldür. Nice fâsık ve fâcir var ki, kâmil velîlerden olmuştur. Nice verâ sahibi sâlih kişiler de vardır ki, aşağıların en aşağısına düşmüşlerdir.”[3]

[Bir müʼminin, hatâ ve kusurlarını gördüğü din kardeşini, tenhâ bir yerde, münâsip bir dil ve üslûb ile îkaz etmesi; kardeşlik hukukunun bir gereğidir. Fakat böyle bir gayrette bulunmadan, hatâ ve kusurları sebebiyle bir din kardeşini hemen kınayıp küçük görmek, dolaylı yoldan kendini büyük görmeye, yani kibre yol açar. İbâdullâhı istihkār, yani Allâhʼın kullarını hakir görmek ise, en büyük günahlardan biridir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“İnsanları arkadan çekiştiren, kaş göz işaretiyle alay eden herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1) buyrulmaktadır.

Bu sebeple müʼmin, başkalarını küçük görmekten titizlikle sakınmalı, âdeta dikkatli ve hassas bir memur gibi, kalbinin kapısında bekçilik edip o kapıdan içeriye, gurur, kibir ve enâniyetin kırıntısını bile sokmamaya gayret etmelidir. Derin bir tefekkür ve murâkabe ile her an gönlünü yoklayıp kendi hatâ ve kusurlarının ıslâhı ile meşgul olmalıdır.

Bu hassasiyetten uzaklaşan insan; en mühim kulluk edebi olan “tevâzû” ve “mahviyet”i kaybeder. “Korku” ve “ümit” duyguları arasında titremesi gereken kalbine, gaflet ve rehâvet perdeleri iner. Fâsıkların hâline bakıp kendisini üstün görmeye, yaptığı azıcık amelini ebedî kurtuluşu için kâfî zannetmeye başlar.

Hâlbuki son nefese kadar her insanın imtihanı devam etmektedir. Kimin sırât-ı müstakîm üzere sâbit kadem kalıp kimin ayağının kayacağı, yani son nefeste kimin kurtulanlardan olacağı belli değildir.

Nitekim Cenâb-ı Hak, Kurʼân-ı Kerîmʼde, Firavunʼun sihirbazları misâlinde olduğu gibi, ömrünün büyük kısmını dalâlet girdaplarında tüketip son anda hidâyetle şereflenerek sâhil-i selâmete çıkanları bildirmektedir.

Yine bunun zıddına, önceleri sâlih bir yaşantısı varken, son demlerinde Allâhʼın lûtfettiği imkânları nefsine izâfe ederek gurur ve kibrinin kulu-kölesi, hevâ ve hevesinin putperesti olan Belʼam bin Bâûrâların, Kârunların hazin âkıbetini haber vermektedir.

Hadîs-i şerîfte de, önceleri “mescid kuşu” diye anılan Sâlebeʼnin, dünyalık hırsına kapılınca nasıl gözünün döndüğü, neticede büyük bir hüsrana dûçâr olduğu, bir ibret levhası hâlinde tasvir edilmektedir.[4]

Şu hâdise, Hak dostlarının gönüllerindeki son nefes endişesinin, kendilerini nasıl bir tevâzû ve hiçlik iklimine sevk ettiğinin bâriz bir misâlidir:

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, Yemen çöllerinde gezerken bir av köpeği görmüş. Bakmış ki dişleri dökülmüş, pençesinde kuvvet kalmamış, miskinleşmiş, kocamış bir tilkiye dönmüş. Vaktiyle yaban öküzlerine, geyiklere meydan okuyup onları avlarken; şimdi ev koyunlarından tos yemeye başlamış.

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, o köpeği öyle zavallı, bitkin ve hâlsiz görünce, kendi azığından ona bir parça vermiş. Ve bu köpeğe karşı hüzünle şu sözleri söylemiş:

“‒Ey köpek! Bilmem ki yarına ikimizden hangimiz daha iyi çıkacak? Zâhire bakılırsa bugün insan olduğum için ben senden iyiyim. Fakat bilmem ki, kazâ ve kader başıma ne getirecek! Eğer îmânımın ayağı kaymazsa, başıma Cenâb-ı Hakk’ın affı tâcını giyeceğim. Eğer üzerimdeki mârifet kisvesi soyulacak olursa, senden çok aşağı olacağım. Zira köpek ne kadar kötü huylu olursa olsun, onu Cehennemʼe atmazlar…”

Dolayısıyla hiç kimse bugünkü iyi hâline bakıp kendini, ebedî kurtuluşu garantilemiş olarak görmemeli, son nefese kadar korku ve ümit duyguları içinde Hakkʼa kulluğa devam etmelidir.

Hak dostlarından Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin genç yaşta beli bükülmüştü. Sebebini soranlara şöyle derdi:

“–Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefâtı esnâsında ona telkinde bulunduğum hâlde bir türlü kelîme-i tevhîdi söyleyemedi. İşte bu hâli görmek, benim belimi büktü.”[5]

İnsan, dünyevî bir diploma aldığında, o diploma, hayatı boyunca geçerliliğini korur. Fakat mânevî hayatta durum böyle değildir. Kazanılan hâl ve makâmın, her an kaybedilme tehlikesi vardır. Bu itibarla, son nefese kadar kalbî teyakkuz hâlinde bulunmak zarûrîdir.

Zira zerre hâdiseler vardır ki kulu büyük mükâfatlara nâil eder; yine zerre hâdiseler vardır ki büyük bir âzâba dûçâr eder.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, susuz kalmış bir köpeğe su veren günahkâr bir kadın, bu merhameti sebebiyle affedilerek Cennetlik olmuştur.

O günahkâr kul, susuzluktan diliyle nemli toprağı yalayan köpeği görünce merhamete gelmiş, hemen su kuyusuna inmiş, başka bir kap bulamadığı için ayakkabısına su doldurmuş, onu ağzına alarak yukarı çıkarmış ve Allâhʼın o susuz mahlûkunu, hiçbir dünyevî menfaati olmadığı hâlde, sırf rızâ-yı ilâhî için sulamıştır. Bir köpeğe olan bu merhameti sebebiyle de, Cenâb-ı Hakkʼın af ve rızâsına nâil olmuştur. [6]

Demek ki rahmeti gazabını geçmiş olan ve kullarını affetmek için sayısız vesîleler halkeden Cenâb-ı Hak, o köpeği de, o günahkâr kulunun kurtuluşu için bir imtihan olarak karşısına çıkarmıştır. O zamana kadar belki pek çok imtihanı kaybetmiş olan kul da, bu imtihan suâline doğru cevabı vererek ebedî kurtuluşa nâil olmuştur.

Buna mukâbil, yine hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, kedisinin açlığına aldırış etmeyip onun ölümüne sebep olan bir kadın da bu merhametsizliğinden ötürü Cehennemlik olmuştur. [7]

Yani bu kadın da, o kedinin ilâhî bir imtihan vesîlesi olarak kendisine emânet edildiğini idrâk edememiş, ona Hâlıkʼın şefkat nazarıyla bakamamış, bu gafleti ve merhametsizliği sebebiyle gazab-ı ilâhîye dûçâr olmuştur.

Şu hâdise de ne kadar ibretlidir:

İstanbul Aksaray’daki Vâlide Câmii’ni yaptırmış olan Pertevniyâl Vâlide Sultan vefât ettiğinde, sâlih bir kimse onu rüyâsında güzel bir makamda görür ve sorar:

“–Yaptırdığın câmi dolayısıyla mı Allah seni bu makâma yükseltti?”

Pertevniyâl Vâlide Sultan:

“–Hayır.” der.

O sâlih zât şaşırarak:

“–O hâlde hangi amelinle bu mertebeye nâil oldun?” diye sorar.

Vâlide Sultan şu ibretli cevâbı verir:

“–Çok yağmurlu bir gündü. Eyüb Sultan Câmii’ne ziyarete gidiyorduk. Kaldırımın kenarında oluşan su birikintisi içinde cılız bir kedi yavrusunun çırpındığını gördüm. Faytonu durdurdum; yanımdaki bacıya:

«–Git de, şu kediciği alıver; yoksa zavallı yavru boğulacak!..» dedim.

Bacı ise:

«–Aman Sultânım! Senin de benim de üstümüz kirlenir.» deyip yavruyu getirmek istemedi. Bunun üzerine arabadan kendim inip çamurun içine girdim ve o kedi yavrusunu kurtardım. Kedicik titriyordu. Acıdım ve onu kucağıma alıp, iyice ısıttım. Çok geçmeden zavallıcık canlanıverdi. Allah Teâlâ, o kediye olan bu küçük hizmet ve merhametimden dolayı, bana bu yüce makâmı ihsân eyledi.”

Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakkʼın lûtfu da kahrı da bâzen büyük, bâzen vasat, bâzen küçük gibi görülen imtihanlarda tecellî edebilir. Onun için insan, hiçbir sevabı da günahı da önemsiz görmemeli, farkında olmadan “zulüm ehli” oluvermekten çok korkmalı, her hâlini bu hakîkatlerle mîzân etmelidir.

Yine müʼmin, bu hâdiselerde olduğu gibi, Hâlıkʼın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanmalıdır. Merhamete muhtaç insanlara infâk ile mükellef olduğu gibi, kapısına gelmiş olan kedi-köpekten bile mesʼûl bulunduğunu unutmamalıdır.

Şu hâdise, bu hakîkatin ne kadar ibretli bir misâlidir:

Sahâbe-i kirâmdan Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- bir seyahat esnâsında, bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin hizmetçisi siyahî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek, ekmeği yedi. Öbürünü attı. Onu da yedi. Üçüncüyü attı. Onu da yedi.

Bunun üzerine Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- ile köle arasında şöyle bir konuşma geçti:

“–Senin ücretin nedir?”

“–İşte gördüğünüz üç ekmek.”

“–Niçin hepsini köpeğe verdin?”

“–Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek uzaklardan gelmiş olmalı. Aç kalmasına gönlüm râzı olmadı.”

“–Peki bugün sen ne yiyeceksin?”

“–Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.”

Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh-:

“–Sübhânallah! Bir de benim çok cömert olduğumu söylerler. Hâlbuki bu köle benden daha cömertmiş!” buyurdu.

Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı. Köleyi âzâd edip, hurmalığı ona bağışladı.[8]

Düşünmek gerekir ki; bedenen bir köle, fakat rûhen bir mânâ sultanı olan o zât, kimden, nerede ve hangi tahsili almıştı? Bugünkü ifadesiyle, hangi fakültede doktora yapmıştı? Bu rûhî olgunluk, hangi eğitim sisteminin mahsûlüydü?..

Demek ki dünyevî olarak hangi tahsili yapmış olursak olalım, her zaman muhtaç olduğumuz asıl tahsil, “mârifetullah” tahsilidir. Yani Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilmek…

Eğer kul, Rabbini tanıyabilirse, Cenâb-ı Hak onun kalbine çok ayrı bir derinlik, yüksek bir ufuk ihsân eder. Hakkı bâtıldan, hayrı şerden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek bir “takvâ” hassâsiyeti lûtfeder. İnsan nasıl ateşten kaçarsa, o şekilde şerlerden kaçınma ve hayırlara koşma meziyetini, Cenâb-ı Hak, kulunun kalbine ilham ve ihsân eder. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmân edenler! Eğer Allahʼtan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lûtuf sahibidir.” (el-Enfâl, 29)]

Cenâb-ı Hak, hislerimizi kendi rızâsıyla te’lif buyursun. Kalplerimize takvâ hassâsiyeti ihsân eylesin. Müslüman olarak yaşayıp müslüman olarak can verebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser kılsın.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Es‘ad Sâhib, Buğyetüʼl-Vâcid, s. 246, no: 85.

[2] Bkz. Zeylaî, Tebyîn, I, 231.

[3] Es‘ad Sâhib, Buğyetüʼl-Vâcid, s. 120-121, no: 16.

[4] Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 370-372.

[5] Bkz. Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, sf. 70, Erkam Yayınları, İstanbul 1984.

[6] Bkz. Buhârî, Şürb, 9; Müslim, Selâm, 153.

[7] Bkz. Müslim, Selâm, 151-152.

[8] Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Fâruk Meyân, İstanbul 1977, s. 467.