Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullâhi aleyh) -3-

Hak Dostlarından Hikmetler

2015 – Ekim, Sayı: 356, Sayfa: 032

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:

“İslâm ile şereflenen bir kişi, nasıl olur da geceyi tamamen uykuya verip Allah Teâlâ’nın emânetini muhâfaza etmez?! Cenâb-ı Hakk’ın bize en mühim emânetlerinden biri, seherlerde kalkıp kıyâma durmaktır.”[1]

[Hakkʼa muhabbetin en büyük göstergesi, fedakârlıktır. Herhangi bir insanın şahsî bir menfaati, gecenin bir yarısında uyanıp kalkmasını îcâb ettirse, o kimse ne yapıp eder, o saatte muhakkak uykusunu bölüp kalkar.

Cenâb-ı Hak da biz kullarını, seher vakitlerinde kendisiyle buluşmaya dâvet ediyor. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyuruyor:

(O müt­ta­kî kim­se­ler, ge­ce­le­ri na­maz kıl­mak ve is­tiğ­fâr et­mek için) yan­la­rı­nı (tat­lı) ya­tak­la­rın­dan kal­dı­rır­lar. Rabʼ­le­ri­ne, azâ­bın­dan kor­ka­rak ve rah­me­ti­ni uma­rak duâ eder­ler…” (es-Sec­de, 16)

“Gecenin bir kısmında O’na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbîh et! Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmâl ediyorlar.” (el-İnsan, 26-27)

(O müt­ta­kî­ler) ge­ce­le­ri pek az uyur­lar, se­her va­kit­le­rin­de de is­tiğ­fâ­ra de­vam eder­ler­di.” (ez-Zâ­ri­yât, 17-18)

(O Rahmânʼın kulları ki) Rabʼlerinin huzurunda kıyâma durarak ve secdelere kapanarak gecelerini ihyâ ederler.” (el-Furkân, 64)

Cenâb-ı Hak, sevdiği has kullarını, seherlerin ihyâsına dâvet ettiğine göre, demek ki seherler, Rabbimizʼe muhabbetimizin test edildiği müstesnâ vakitlerdendir. Gö­nlümüzdeki Allah muhabbetinin seviyesi ne kadarsa, gecelerin ibadetle ihyâsına rağbetimiz de o seviyede gerçekleşir.

Bir kimse İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne:

“–Gece ibadetine kalkamıyorum, bana bir çâre öğretir misiniz?” deyince şu cevâbı alır:

“–Gündüzleri Allâh’a isyân etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur. Geceleyin O’nun huzûrunda bulunmak, yüce bir şereftir. (Nitekim bir hadîste; «Müʼminin şerefi, geceleri kāim olmasındadır…»[2] buyrulmuştur.) İşte bu şerefi günahkârlar hak edemezler!..”

Demek ki gündüzleri; aklımızı, kalbimizi, gözümüzü, kulağımızı, elimizi, dilimizi, velhâsıl bütün uzuvlarımızı haramlardan ve yanlış hâllerden koruyup sâlih amellere gayret etmeliyiz ki, geceyi gafletle ziyân edenlerden olmayalım. Bilâkis seherleri, Hakkʼa vuslatın müstesnâ bir vesîlesi olarak değerlendirelim. Bunun için de başımızı yastığa koymadan önce kalbimizi sehere hazırlayalım. Gecelerimizi gündüzlerimizden daha aydınlık ve nurlu geçirelim ki o gönül feyziyle günümüzü de ihyâ edebilelim.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin de seherlerin ihyâsına yönelik pek çok tâlimâtı bulunmaktadır. Bunlardan birinde seherlerin feyz ve rûhâniyetinden mahrum kalmamamız için, şu tavsiyede bulunmuşlardır:

“Ge­ce iba­de­ti­ne dik­kat edi­niz! Çün­kü o, siz­den ön­ce­ki sâ­lih kim­se­le­rin âde­ti­dir. Şüp­he­siz ge­ce iba­de­te kalk­mak, Al­lâh’a yak­laş­ma­ya ve­sî­le­dir. (Bu iba­det) gü­nah­lar­dan alı­koyar, ha­tâ­la­ra ke­fâ­ret olur ve vücuttan dert­le­ri gi­de­rir.” (Tir­mi­zî, De­avât, 101)

Hakkʼa yönelmenin, duâ ve ibadetlerin en makbul ve feyizli vakti olan seherlere, evliyâullah hazarâtı da çok ehemmiyet vermişlerdir. Hak dostlarından Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri;

“Geceler gündüz hâline gelmeden bana hiçbir sır fetholunmadı.” buyurmuştur.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri ise, seherlerin gönül feyzine duyduğu iştiyâkını, Dîvân-ı Kebîrʼinde ne güzel beyân etmiştir:

Sâkî! Kadehi, aşk-ı ilâhî ile doldur!

Mestâneye ekmek sözü etmekten uzak dur!

Sun kevseri, kansın suya hep teşne gönüller,

Deryâda yüzen canlı, sudan başka ne ister.

Doldur o şerâbdan, yine doldur, yine bir sun!

Dursun gece ey Dost, onu durdur, ne olursun!

Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin anlar.

Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar!..[3]

Yine seherlerin ihyâsı hususunda Hak dostlarından Bişr-i Hâfî Hazretleri’nin şu hâli ise, hepimiz için çok ibretli bir ders mâhiyetindedir:

Bir kimse Bişr-i Hâfî Hazretleriʼne gelerek:

“–Gecenin bir saatinde olsun istirahat etseniz.” dedi.

O ise şu hikmet dolu karşılığı verdi:

“–Allah Teâlâ’nın, geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı Rasûlul­lah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, geceleri mübârek ayakları şişinceye kadar ibadet ettikleri hâlde, ben nasıl uyuyabilirim?! Çünkü ben, bir tek günahımın bile, Allah Teâlâ tarafından bağışlanmış olduğunu bilmiyorum!..”

İşte Hak dostlarının seherlerinden birkaç manzara… Biz de kendi hâlimize bakıp iç muhâsebemizi yapalım; çok geç olmadan, hayat kervanı göçüp gitmeden!..]

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:

“Gönlüm alev içinde, bağrım yanarak, sokak sokak, kapı kapı dolaşırım!

Kimse benim Yâr ve diyârımdan âvâre kalmasın diye uğraşırım!”[4]

[Müʼmin, kendisini ulaşabildiği bütün insanlardan, hattâ devrin gidişâtından mesʼul gören hassas bir vicdan ve diğergâm bir rûha sahip olmalıdır.

Peygamberler ve onların hakîkî vârisleri olan Hak dostları, ömürleri boyunca bu hissiyat içinde, insanlığın kurtuluşu için çırpınmış, neredeyse kendilerini harap edercesine bir gayretin içinde bulunmuşlardır. Zira onlar, başkalarının dünya ve ukbâ kurtuluşu için himmet ve gayret etmedikçe, kendilerinin de kurtulamayacakları şuuruna ermiş olan yüksek ruhlardır.

Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin hakkı ve hakîkati tebliğde gösterdiği yüksek azim ve fedakârlık karşısında:

“Demek Sen, bu söze (Kur’ân’a) inanmazlarsa, arkalarından üzülerek âdeta kendini tüketeceksin!” (el-Kehf, 6)

(Rasûlüm!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin!” (eş-Şuarâ, 3) îkazlarında bulundu.

Bu, bir taraftan hidâyetin Allâhʼın elinde olduğunun, kulun vazifesinin ise sadece hakîkatleri duyurmaktan ibâret bulunduğunun bir beyânıydı. Diğer taraftansa Rasûl-i Ekrem Efendimizʼin, insanlığın ebedî kurtuluşu için yüksek merhameti sebebiyle neredeyse insanüstü bir gayretle gereğinden fazla çaba sarf ettiği hususunda, ilâhî bir ihtardı.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyuruyor:

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allâhʼa inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin rahle-i tedrîsinde yetişen ashâb-ı kirâm da, bu âyet-i kerîmenin şümûlüne girebilmek ve tebliğ mesʼûliyetinin gereğini îfâ edebilmek için, o zamanın zor şartları altında dünyanın dört bir köşesine gittiler. Rahatlarını terk ettiler, mallarıyla, canlarıyla fedakârlıkta bulundular.

Bu tablo bizi derin derin düşündürmeli. Zira O Rahmet Peygamberiʼnin bugünkü ümmeti olan bizler; tebliğ, îkaz ve irşad bahsinde üstümüze düşen vazife ve mesʼûliyetlerin acaba kaçta kaçını îfâ edebiliyoruz?..]

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:

“Yüksek bir «hayret» hâlini, dâimî zikir ve uyanıklık hâliyle mezcediniz!..”[5]

[Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Onlar ki, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) buyurmaktadır.

İnsan, her an bu hâllerden biri üzere bulunduğuna göre, demek ki Rabbimiz, biz kullarını yalnız ibadetler esnâsında değil, her hâlükârda, dâimî zikir hâlinde bulunmaya dâvet etmektedir.

Aynı âyet-i kerîmenin devamında da şöyle buyurmaktadır:

“…Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve şöyle derler:) «Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Senʼi tesbîh ederiz. Bizi Cehennem azâbından koru!»” (Âl-i İmrân, 191)

Yani zikrin kemâline erebilmemiz için, kâinatta sergilenen ilâhî kudret ve azamet tecellîleri üzerinde, tefekkür derinliği kazanmamız lâzım gelmektedir.

Hakîkaten, bu tefekkür neticesinde kulun kendi hiçlik ve acziyetini idrâk etmesi; kalbinde derûnî ürperişlerle, haşyet ve hayret duygularının neşv ü nemâ bulmasına vesîle olur.

Hayret; kulun bilmediği yahut aklının kavrayamadığı ilâhî sır ve hikmetler karşısında şaşırıp kalması, mânen istiğrak hâline bürünmesidir. Selîm bir kalp ve akılla tefekkür eden bir müʼmin için, kâinatta sergilenen ilâhî kudret tecellîlerinin hangisi hayrete şâyan değildir ki?

İbret nazarıyla baktığımızda; insanın yaratılış safhaları, vücudumuzdaki muhteşem sistemler; çevremizdeki bitkiler, hayvanlar, yeryüzü, gökyüzü, atmosfer, bunlarla temin edilen, son derece hassas ekolojik denge vs… Gözle görülemeyen atomun çekirdeğindeki nötron, proton, bunların mihveri olan elektron ve onun müthiş deverânı; fezâdaki Güneş, Ay, galaksiler, trilyonlarca yıldızın idrak sınırlarımızı zorlayan ve aşan mesafeleri, hacimleri, sirkülasyonları…

Velhâsıl mikrodan, makroya bütün bir kâinat, onları yoktan var eden Yüce Hâlıkʼımızın sonsuz sır, hikmet, ilim, kudret ve azametini haykıran eserler, deliller, yani fiilî âyetler durumunda…

Bir düşünecek olursak:

Meselâ, üzerinde yaşadığımız şu koskoca Dünya, kâinat içinde âdeta çöldeki bir kum tânesi veya deryada bir damla gibi kalıyor. Bizler de o damlanın içindeki zerrelerin de zerresiyiz. Müteâl, yani idrâk ötesi mükemmellik sahibi olan Rabbimizʼin melekûtu, kudreti, sanat ve saltanatı ne kadar da muazzam! Sübhânallah!..

Bir filin içine milyonlarca karınca konulsa yine de dolmaz. Lâkin filin hayâtiyetini temin eden organlar, bir karıncanın, hattâ ondan daha küçük canlıların içinde de var.

Basit birer ot gibi gözüken çeşitli bitkilerin topraktan bulup çıkardığı muhtelif renkler, kokular, tatlar ve değişik şekillerdeki yapraklar, hiçbir kimyâgerin bir eşini yapmaya muktedir olamadığı, ne hârika şeyler!.. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakkʼın “el-Bârî, el-Musavvir” sıfatlarının ayrı ayrı tecellîleri…

Yine hayrete şâyandır ki, Dünya ve içindeki canlılar yaratıldığından beri, hiçbir canlının rızkı ihmâl edilmeden, sayısız ilâhî sofralar kuruldu, hâlen de kuruluyor. Bir düşünecek olursak; Dünyaʼnın dörtte üçü su ile kaplıdır. Dörtte birinin büyük bir kısmı da bitki yetişmesine elverişli olmayan kayalık veya çöllerden oluşmaktadır. Geriye kalan çok az bir kısmı topraktır.

Fakat Cenâb-ı Hak ne yüce bir kudret sahibidir ki, bu sınırlı toprağı sonsuz bir istihâle ile, yani sürekli bir değişim ve dönüşümle, bütün canlıları doyuracak gıdâların kaynağı kılmaktadır. Üstelik her mahlûkâta da ayrı ayrı sofralar kurulmaktadır. Zira bir canlının yiyebildiklerini, bir başka canlı yiyemez. Tavuğun gıdâsı ayrı, koyunun gıdâsı ayrı, insanın gıdâsı ayrıdır…

Yine Cenâb-ı Hakkʼın hayat vesîlesi kıldığı “su” da çok büyük hikmetler taşımaktadır. İçtiğimiz suya bakıp tefekkür etmeliyiz ki Cenâb-ı Hak;

“Dileseydik onu acı bir su yapardık. O hâlde şükretmeniz gerekmez mi?” (el-Vâkıa, 70) buyuruyor.

Diğer bir âyet-i kerîmede ise:

“De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?” (el-Mülk, 30) buyuruyor. Hakîkaten, öyle bir durumda ne yapabilirdik?!.

Yine bir bardak suyun mâcerâsı, yani yaratıldığı andan bugüne kadar yeryüzü ile gökyüzü arasındaki gidiş-gelişi, içinden geçtiği canlı-cansız varlıklar, gezip dolaştığı coğrafyalar yazılacak olsa, kitaplara sığmazdı.

Öte yandan, son teknolojiyle îmâl edilmiş bir araba bile, bir müddet sonra ârıza yapıyor, eskiyor, neticede harâb olup hurdaya gidiyor. Dünyaʼyı ısıtıp aydınlatan Güneş ise, belki de milyarlarca yıldır çalışıyor, fakat en ufak bir ârıza yok. Semâdaki ilâhî takvim ve program, saniye şaşmadan, emrolunduğu şekilde işlemeye devam ediyor.

Rabbimiz bu hususa da dikkatlerimizi çekerek şöyle buyuruyor:

“O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allâhʼın yaratmasında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (el-Mülk, 3-4)

Velhâsıl, bu kâinâtı ibret nazarıyla seyre çıkan gözler, hayretle geri dönerler. Nitekim, kâinatta sergilenen ilâhî sanat eserlerini ibretle temâşâ eden 19. asrın büyük şâirlerinden Ziyâ Paşa da hissiyâtını şu şekilde şiire dökmüştür:

Sübhâne men tehayyera fî sun‘ihi’l-ukûl

Sübhâne men bi-kudratihî ya‘cizu’l-fuhûl

“Sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü, kudretiyle en üstün âlimleri bile âciz bırakan Allah Teâlâ’yı tesbîh ederim.”

Diğer bir beytinde de:

İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez,

Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez.

diyerek ilâhî kudretin azameti karşısında beşerin âcizliğini dile getirmiştir.

Bizler de, akılları âciz bırakan ilâhî sanat hârikaları karşısında Rabbimizʼin rahmetine sığınarak;

“‒Aman yâ Rabbi! Sen ne yücesin! Senʼi her türlü noksanlıktan tenzîh ederiz. Bizler Senʼi lâyıkıyla medh ü senâ etmekten ve Senʼin azametine yaraşır bir kullukta bulunmaktan âciziz! Sana ne kadar hamd ü senâda bulunsak azdır. Sen bizim kulluk ve mârifetimizdeki noksanlığımızı, hamd ve şükrümüzdeki âcizliğimizi bağışla!..” niyâzında bulunmalıyız.

Sonra da, zuhûrunun şiddetinden gâib olan Rabbimizʼe hayranlık hissiyâtı içinde; tesbih, tahmid, tekbir, tehlil ve tâzimde bulunmalıyız. Gözümüzün gördüğü, kulağımızın işittiği her şeyde Cenâb-ı Hakkʼı hatırlayıp kalp rikkati ve tefekkür derinliği kazanmalıyız.

Böylesine derin bir tefekkür ile kendini her an huzûr-i ilâhîde bilme neticesinde kalpte hâsıl olan hayret hâlinin, Muhammed Pârisâ Hazretleri’ndeki tezâhürlerinden biri şöyledir:

Muhammed Pârisâ Hazretleri, yatsı namazından sonra mescidin avlusunda asâsını göğsüne dayayıp bir miktar dururlar, yakınlarıyla ayaküstü kısa bir sohbetten sonra kendinden geçip öylece kalırlardı. Çok defa vâkî olan bu hâl, o kadar uzun sürerdi ki, müezzin sabah ezanını okurken tekrar hareket eder ve sabah namazını kılmak için yine mescide girerlerdi.[6]

Âdeta maddî âlemden sıyrılarak zaman ve mekânı unuturcasına yaşanan bu hayret ve gaybet hâli, ilâhî hikmet ve hakîkatlerin hayranlığı içinde, gönlün cezbolmasının bir neticesidir.

Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm-ʼın güzelliğine hayran kalarak kendinden geçen Mısırlı kadınların ellerinin kesildiğini hissetmeyecek duruma gelmeleri gibi; ilâhî sır, hikmet ve hakîkatlerle mest olup kendinden geçen Hak âşıkları da âdeta maddî âlemden tecerrüd ederler.

Düşünmek îcâb eder ki Yûsuf -aleyhisselâm-ʼın cemâlini temâşâ etmek, insanı bu derece kendinden geçirirse; acabâ bütün güzelliklerin mutlak menbaı olan Allah Teâlâʼnın, sıfatları, nîmetleri, kudret ve azamet tecellîlerinin tefekküründe derinleşen bir kulun hâli nice olur?

Bunu anlamak için peygamberlerin, Hak dostlarının ve kâmil müʼminlerin, ibadet ve tâatlerindeki huşû hâline bakmak kâfîdir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kıldığını bildiren Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, bir defasında da şöyle buyurmuşlardır:

“…Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gece kalkınca önce dört rekât bir namaz kılardı ki, onların güzelliğini ve uzunluğunu hiç sorma! Sonra dört rekât daha kılardı ki, onların da güzelliğini ve uzunluğunu hiç sorma! Sonra üç rekât[7] daha kılardı…” (Buhârî, Teheccüd 16, Terâvih 1; Müslim, Müsâfirîn, 125)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın şu sözü de, Allah Rasûlü’nün ibadetteki aşk, vecd ve istiğrak hâlinin diğer bir misâlini göstermektedir:

“…İyi biliyorum ki, Bedir günü Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hâriç hepimiz uyumuştuk. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ise sabaha kadar bir ağacın altında namaz kılıp gözyaşı dökmüştü.” (Müslim, Sıyâm, 204)

Buna benzer daha birçok hâdise, sahâbe-i kirâmın şâhitlikleriyle nakledilmektedir.

Demek ki, kalbi tam mânâsıyla Allâhʼa vererek vecd içinde yapılan ibadet ve tâatlere doyum olmaz.

Nitekim İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin torunu olan Şeyh Seyfeddin Hazretleri, bâzı geceler iki rekâtta hatim indirir ve Rabbiyle o husûsî mülâkatta gark olduğu hazzın hiç bitmemesi arzusuyla:

“Allâh’ım doyamıyorum, geceler ne kadar da kısa!..” diye ilticâ ederdi.]

Rabbimiz, o velî kullarının, feyz, rûhâniyet, vecd ve istiğrak hâlinden bizlere de hisseler nasîb eylesin. Hayret ve haşyet tecellîleriyle Yüce Zâtʼını zikrederek kalbî rikkat ve teyakkuz hâlinde yaşamayı, cümlemize lûtf u keremiyle ihsan buyursun.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Hânî, Hadâik, s. 697.

[2] Hâkim, IV, 360-361/7921.

[3] Şiirin Dîvân-ı Kebîr’den nazmen dilimize çevrilmiş şeklidir. Ayrıca şiirde geçen “kadeh”, “şerâb” tâbirleri, dîvân edebiyâtında ilâhî aşkın sembolleri olarak kullanılmış mecâzî ifâdelerdir.

[4] M. Es‘ad Efendi, Dîvân-ı Es‘ad, s. 111.

[5]  Es‘ad Sâhib, Buğyetüʼl-Vâcid, s. 81, no: 5.

[6] Bkz. Reşahat, Özleştiren N. F. Kısakürek, Eser Kitabevi, sf. 80, İstanbul, 1971.

[7] Bu üç rekâtlık namaz, teheccüd sonrasına bırakılmış olan vitir namazıdır.