Hak Dostlarının Zirve Ölçüleri

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2016 Ay: Nisan Sayı: 134

HEVESLE OLMAZ

Cenâb-ı Hak indinde, mü’minler derece derecedir.

İhlâs ve takvâ; muhabbet ve mârifette derinleşerek, Cenâb-ı Hakk’ın lutfuna ererek mukarreb olan kulların, yani Allah Teâlâ’ya yakınlıkta mesafe alabilenlerin, kendilerine mahsus hâlleri ve husûsiyetleri vardır.

Cenâb-ı Hak; peygamberlerin de bazılarını, diğerlerinden üstün kılmış ve derecelerce yükseltmiştir. Ashâb-ı kiram da Allah ve Rasûlü’ne yakınlıkta aynı seviyede ve derecede değildir.

Fahr-i Kâinat –sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhânî dokusundan en fazla nasipdar olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- idi. Hazret-i Peygamber ile bazen öyle husûsî sohbetleri olurdu ki, bunlara başkaları asla muttalî olamazdı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bu müstesnâ hâli şöyle anlatıyor:

Rasûlullâh’ın huzûruna girdim. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ile ilm-i tevhîd hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında oturdum. Sanki Arapça bilmeyen biriymişim gibi sohbetlerinden hiçbir şey anlamadım.

“–Bu hâl neyin nesidir? Siz Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile hep böyle mi sohbet edersiniz?” diye sordum.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-;

“–Evet bazen Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile baş başa iken böyle sohbet ederiz.” dedi. (Bilgi için bkz. Ahmed bin Abdullâh et-Taberî, er-Riyâzu’n-Nadra, II, 52)

Her makamın kendine mahsus hâlleri, mahremiyetleri ve îcapları vardır. Mukarrebûn seviyesinde olmadığı hâlde; onların seviyelerinin îcâbı olan sözleri ve davranışları taklide kalkışmak, çok yanlış ve tehlikelidir.

Nitekim, Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bütün mal varlığını infâk eden Hazret-i Ebûbekir’in bu tasaddukunu kabul ederken, diğer sahâbîlerden kabul etmezdi.

Çünkü;

“–Evlât ve ıyâline ne bıraktın?” suâline Hazret-i Ebûbekir Sıddîk;

“–Allah ve Rasûlü’nü bıraktım!” diyebilecek derecede teslîmiyet ve tevekküle sahipti.

Efendimiz de; onun bu kalp kıvâmını istikametle muhafaza edeceğinden, hayatın med-cezirleri karşısında muvâzeneyi kaybedip, yaptığı büyük fedâkârlıktan dolayı en ufak bir nedâmete dûçâr olmayacağından emin idi. Dolayısıyla ondan bütün malını infâk etmesini kabul ederken diğerlerinden kabul etmemesi; bu kalp kıvâmında olmayan bir kişinin, en küçük bir nedâmete düşmesinin, bütün hayrına ve niyetine leke düşürecek, kendisine zarar verecek bir hâl olduğunu da tâlim hâlinde idi.

Bir başka misal olarak;

En büyük peygamberlerden Hazret-i İbrahim; tevekkül ve teslîmiyetin zirvesini sergileyerek, ateşe atılırken;

حَسْبِىَ اللّٰهُ

«Hasbiyallah!: Allah bana yeter!» demiş, Cebrâil -aleyhisselâm- dâhil, hiç kimsenin yardım teklifini kabul etmemiş, yalnızca Allâh’a dayanmıştı. O -aleyhisselâm- tevhid uğruna ateşte yanmayı kabul etmişti. Ateşi yandırana, kendisinin oraya atılmasını takdir edene tam teslim olmuştu. Fakat Cenâb-ı Hak; onun kalbindeki deryâ gibi îman ve teslîmiyetin sularıyla o ateşi söndürdü, ateşe emretti:

“Ey ateş, İbrahim’e serin ve selâmet ol!” (el-Enbiyâ, 69)

Böylece, Hazret-i İbrahim’in atıldığı ateş, gül bahçesine dönüştü.

Halîlullah, yani Allâh’ın dostu olan bu büyük peygamberin hâlinden uzak ve nasipsiz olan bir kişinin; böyle bir durumda kendisi hakkında da aynı neticenin zuhûrunu beklemesi, haddini bilmemek olur. Bunun sonu ise hüsrandır.

Hazret-i Mevlânâ, bu hususu şöyle açıklar:

SENDE İBRAHİMLİK VAR MI?

“Allah yolunda ateşe girmek vardır. Lâkin ateşe atılmadan önce, kendinde İbrahimlik olup olmadığını araştır! Çünkü ateş seni değil, İbrahimleri tanır ve yakmaz!..”

Haddini bilmemenin bir başka tarafı da;

“Nasıl olsa Allah bu ateşi söndürecek!” şeklindeki içten pazarlıktır. Hazret-i İbrahim, ateşe böyle girmemiştir.

“Yakarsa O yandırır, söndürürse O söndürür.” şeklinde bir muazzam tevekkül ve rızâ hâlinde girmiştir.

Bir başka misal:

Hazret-i İsa, «ism-i âzam»ı okur ve ölüleri diriltme mûcizesi gösterirdi. Nâdan ve gafil bir kişi, ısrarla bu büyük peygamberden kendisine de «ism-i âzam»ı öğretmesini istiyordu. Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’de edebî tarzda tezyin edilmiş anlatışıyla; Rûhullah (Hazret-i İsa), ona şöyle cevap verdi:

“–O iş senin kârın değildir. «İsm-i âzam»ı okuyup ölüyü diriltmek için yağmurlardan daha temiz bir nefes sahibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i âzam, pak bir lisan ve temiz bir kalp ister. Yani öyle bir kimse ki, nefsi haram ile mülevves olmasın ve melâike gibi isyan ve günahtan pak olsun. Çünkü bir kimsenin nefsi pak olursa; o kimsenin duâsı makbul olur. Hak Teâlâ o kimseyi hazinelerinin emîni eyler.

Meselâ farz edelim ki sen Hazret-i Musa’nın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Musa’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderhâ yapabilesin ve onu zapta kādir olabilesin? Hattâ Musa’nın asâsı ejderhâ olunca kendisi bile korkmuştu da Cenâb-ı Hak ona; “Korkma yâ Musa!” (en-Neml, 10) buyurmuştu.

İşte bunun gibi, sende İsa’nın nefesi yokken «ism-i âzam»ı okuyup ezberlemenin sana ne faydası olur ki?”

Ez-cümle, Hazret-i İsa; kendi kalbi ölü olan bu adamın, başka kalpleri diriltmeye heveslenmesine hayret içinde kaldı.

Anlaşılmaktadır ki; eserlerde okunan, sohbetlerde dinlenen, ilâhî ve şiirlerde terennüm edilen yüce makamların, yüksek hâllerine heveslenerek hatalı talep ve davranışlarda bulunmamak, kulluğun edebindendir.

Peygamberler de Allâh’ın kullarıdır ve ancak Allah lutfederse mûcize ve gaybî haberlere nâil olurlar. Bunun dışında onlar da başlarına gelene sabrederler.

Şeyh Sâdî Gülistân’ında der ki:

Bir kişi Hazret-i Yâkûb’a;

“–Ey kalbi münevver, akıllı peygamber! Yûsuf’un gömleğinin kokusunu Mısır’dan gelirken duydun da, neden yanı başındaki kuyuya atılırken onu görmedin?” diye sorar.

Yâkûb -aleyhisselâm- cevâben;

“–Bizim bu hususta nâil olduğumuz ilâhî nasip, çakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı gerçekler, bize bazan ayân olur, bazan kapanır! (Çok çok öteleri de görebiliriz, fakat an gelir önümüzdeki çukuru göremeyiz.)” buyurur.

Allah dostlarına mahsus bir keyfiyet ve sır da, onların; başlarına takdir-i ilâhî olarak gelen musîbetleri, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma vesilesi olduğu için sevinç ve sürurla karşılamalarıdır.

Fuzûlî bu makamın tercümanı olarak şöyle niyaz eder:

Yâ Rab, belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni,

Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni!

“Yâ Rabbî!.. Beni aşk belâsıyla ayrılmaz bir dost eyle. Aşk belâsından bir an dahî beni uzak kılma!..”

Buradaki dâimâ belâ ve musîbet talebini doğru anlamak îcâb eder. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Mükâfâtın büyüklüğü, musîbetin şiddetine göredir. Allah, sevdiği topluluğu musîbete uğratır. Kim başına gelene rızâ gösterirse Allah ondan hoşnut olur. Kim de rızâ göstermezse, Allâh’ın gazabına uğrar.” (Tirmizî, Zühd, 57)

Musîbetler ve belâlar en çok peygamberlere gelmiştir. Bu, yüksek bir hakikattir. Bu kıvamda olmayan avamdan kimselerin, Allâh’ın takdiri dışında kendi arzularıyla yüksek bir musîbete heves etmeleri, doğru değildir. Çünkü böyleleri, hevesle talip olsalar da; musîbetle karşılaştıklarında altından kalkamaz, sabredemez, ağırlığını kaldıramaz, hattâ isyana sürüklenirler.

Bu ve benzeri hadisler, mânen zirveleşmiş kişilere mahsustur. Onlar; ışık etrafında dönen, hattâ kanatlarını ateşte yakan pervâneler gibidir. Bu aşk yangını; Hazret-i Mevlânâ, Hazret-i Yûnus ve Fuzûlîlerin ifade ettiği gibi bir yanıştır ve kavruluştur.

Bir misal olarak M. Es‘ad Erbilî Hazretleri’ni, gönlündeki muhabbet ateşi öyle ihâta etmiştir ki; bütün mahlûkātı bir aşk yangını hâlinde görür ve bu hâli şöyle terennüm eder:

Tecellâ-yı cemâlinden, habîbim, nevbahâr âteş…

Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş!

“Habîbim; Sen’in güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından dolayı, Sana âşık olan ilkbahar ateş, gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, toprak ve diken ateş!..”

Ne mümkin bunca âteşle şehîd-i aşkı gasletmek?

Ceset âteş, kefen âteş, hem âb-ı hoş-güvâr âteş.

“Bunca ateşle, her şey böylesi bir aşk ateşiyle kaplanmış iken, aşk şehidini gasletmek ne mümkün! Ceset de, kefen de, onu yıkayacak su da ateş kesilmiş!”

Kalbi bu aşk ateşiyle dolu olmadığı hâlde, sıradan kimselerin musîbete talip olması, taşıyamayacağı iptilâlara heves etmesi onları helâke götürür. Bu hususta tehlikeli heveslere kapılarak istikamet dengesini kaybedenlere; «esmâyı üzerine sıçrattı» denir.

Buna bir misal olarak asr-ı saâdette yaşanan bir hâdiseyi serdetmek münasip olacaktır:

Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem- son derece zayıflamış bir hastayı ziyaret etti ve sordu:

“–Allâh’a bir şey için duâ ediyor muydun veya O’ndan bir şey istiyor muydun?”

Hasta;

“–Evet;

«Allâh’ım! Bana âhirette vereceğin cezâyı bu dünyada hemen peşin olarak ver!» diye duâ ederdim.” cevabını verdi.

Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Sübhânallah! Senin buna (böyle bir talebin ağırlık ve âkıbetine) gücün yetmez. Şöyle duâ etseydin olmaz mıydı:

رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

«…Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru!» (el-Bakara, 201)

Bunun üzerine adam bu duâyı yaptı ve şifâ buldu. (Müslim, Zikir, 23; Tirmizî, Deavât, 71/3487)

Yüksek yerlerin rüzgârı da serttir. Şartları ehil olmayanlara ağırdır.

Ehil olmadığı hâlde zirvelere tırmanmaya heveslenen kişi; uçurum kenarında çatlak bir taşa basarsa, en aşağıya yuvarlanır. Evvelce bulunduğu vasat noktayı da kaybeder.

O hâlde, kişiye haddini bilmek yakışır.

HADDİNİ BİLMEK

Haddini bilmeyenlere mânen haddi bildirilir. O da fecî bir âkıbet demektir. Bir mü’min, üzerine farz olmayan nâfile bir ibâdete girişse, meselâ bir nâfile oruca başlasa, artık onu bırakması edebe mugāyir olur. Bırakmak yani orucu bozmak durumunda kalırsa da, bu ibâdet kendi üzerine vâcib hâline gelir. Onu kazâ etmesi gerekir. Bunun gibi, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine takdir etmemiş olduğu bir musîbeti, bir iptilâyı talepkâr olmak da böyledir. Talep eden, sonuna kadar muktezâsını yerine getirmek durumundadır.

Bu ince hakikatlerden hareketle;

Ehlullah hazerâtı; uzunca bir süre başlarına hastalık ve benzeri bir sıkıntı gelmezse, Hakk’ın yakınlığından uzak düşmüş olmaktan endişe ederlerdi. Onlar için, Cenâb-ı Hak’tan yani dosttan gelen imtihanlar, defterden silinmediklerinin, sevildiklerinin, dergâh-ı ilâhîye takarrub, yani yakınlaşma noktasında mesafe aldıklarının bir işareti idi.

Buna mukabil, firavun gibi Allah düşmanlarının, dünyada bir kez baş ağrısına dahî müptelâ kılınmamış olduklarını bilirlerdi.

İşte bu sebeple, belâ ve musîbetten ayrı düşmemek istediklerini ifade eden beyanlarını şu mealde anlamak daha münasiptir:

“Yâ Rabbî!.. Sen’in dostluğundan kulunu ayırma. Âciz kulunu mârifetullah ve muhabetullah yolunda mesafe alabilenlerden eyle!.. Bu yolun şartı birtakım sıkıntıların, musîbetlerin yani nefse hoş gelmeyen şeylerin başa gelmesi ise, onlar başımın tâcıdır. Mademki kulunu Sana yaklaştırıyor, onları nimet ve devlet bilirim. Onlara lezzetle tahammül edebilmeyi bu âciz kuluna nasîb eyle…”

Yani kul dâimâ tebessüm hâlinde olacak. Dâimâ Allah’tan râzı, takdir-i ilâhîden hoşnut ve mütebessim olacak. İbâdetinde, hizmetinde, gayretinde, darlıkta ve genişlikte, zorluk ve kolaylıkta, seferde ve hazarda, hastalıkta ve sağlıkta dâimâ Allâh’a mü’min bir kul ve Peygamberi’ne ümmet olmanın sevinci içinde yaşayacak… Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın mü’min kuluna her ikramı bir lütuftur. Şu hadîs-i şerif bu hakikati ne güzel îzah eder:

 “Mü’minin durumu gerçekten gıpta edilmeye ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesilesidir. Böylesi bir haslet sadece mü’minde vardır:

Mü’min, sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur.

Başına bir musîbet gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

Çünkü başına gelecek sıkıntıların da, derece kazanması için gönderilen ikramlar olduğunu bilir. Bunu dert değil derman bilir.

Hazret-i Ömer’in şu sözleri, başa gelen musîbette dahî şükredecek hikmet ve sırları görebilme ahlâkı zâviyesinden çok mânidardır:

“Allâh’ın bana verdiği her musîbette, üç nimetin bulunduğunu gördüm:

Birinci nimet; bu belânın dînimle ilgili olmayışıdır.

İkinci nimet; bu belânın daha büyük olmayışıdır. Çünkü daha büyük de olabilirdi. (Benim de güç ve tâkatimi aşabilirdi.)

Üçüncü nimet ise; bu belânın Allah katında benim günahlarımı silmesi ve dereceleri yükseltmesidir. Bu sebeple her gelişinde belâlara karşı Allâh’a şükrederim.” (Muhyiddîn İbn-i Arabî, Fütühât-ı Mekkiyye, IX)

Fahr-i Kâinât Efendimiz bir gün ashâbının yanına çıkmıştı. Ensardan bir zâtla karşılaştı. O;

“–Yâ Rasûlâllah! Anam babam Sana fedâ olsun, yüzünüzde gördüğüm şu hâl beni çok üzdü, bunun sebebi nedir?” dedi.

Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o kimsenin yüzüne bir müddet baktıktan sonra:

“–Açlık.” buyurdular. Sahâbî hemen çıktı, koşarak evine geldi, yiyecek bir şeyler aradı, fakat bulamadı. Hemen Benî Kurayza’ya gitti. Kuyudan çektiği her kova su karşılığında bir hurma almak üzere anlaştı. Bir avuç hurma biriktirince onları alıp Nebiyy-i Ekrem –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna çıktı. Peygamber Efendimiz aynı mecliste bulunuyordu. Sahâbî;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bunları yiyiniz!” dedi.

Âlemlerin Efendisi; hurmaların nereden geldiğini sordu, o da durumu anlattı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Öyle zannediyorum ki, sen Allâh’ı ve Rasûlü’nü seviyorsun!” buyurdu.

O zât;

“–Evet, Sen’i hak üzere gönderen Allâh’a yemin ederim ki, Sen bana kendimden, evlâdımdan, ehlimden ve malımdan daha sevgilisin.” dedi.

Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Madem öyle, fakirliğe karşı sabırlı ol, belâlara karşı kendine bir kalkan hazırla! Beni hak üzere gönderen Allâh’a yemin ederim ki, bu ikisi (fakirlik ve belâlar) beni seven kişiye, suyun dağın tepesinden aşağıya inmesinden daha hızlı gelir.” (Heysemî, X, 313; Zehebî, Siyer, III, 54; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 298)

Demek ki;

Gerçek kulluğa kabul, ancak iptilâ ve musîbetleri tebessümle karşılayabildikten sonra tahakkuk ediyor. Dünya hayatının med-cezirlerinden kulluk muvâzenesini bozmadan çıkabilen, Rabbinin huzûruna kalb-i selîm ile, rızâ hâlinde ulaşabilenlere, Rabbimiz şöyle hitâb edecek:

“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Sâlih) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)

Bu mevzuda ince bir husus da kader ile ilgilidir.

KADERE RIZÂ

Başa gelen belâ ve musîbette takdir, Allâh’ındır. Kul kendisine takdir olunana râzı olmalıdır.

Çünkü kullarına şefkat ve merhametle muâmele eden Cenâb-ı Hak; herkesin kalbî kıvâmını bilir ve herkesin kaderini, başına gelecek lütuf ve imtihanları buna mümâsil takdir eder. İptilâyı veren sabrını da verir. Halk ifadesiyle; “Allah dağına göre kış verir.”

Fakat; “Ben daha fazlasını kaldırırım!” şeklinde yiğitlik göstermeye kalkmak, ilâhî takdir karşısında küstahlık derekesine varırsa, işte sakındırdığımız husus tecellî etmiş olur. İmtihan gelir, fakat dayanma gücü gelmez! Âkıbet felâket olur. Şu kudsî hadis rivâyeti bu mevzuyu vâzıh bir şekilde ortaya koymaktadır:

“…Mü’min kullarımdan kimisi, kullukta bir derece ister. Kendisine ucub gelmesin de onu ifsâd etmesin diye bu isteğini ona vermem. (…)

Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak zenginlik sağlam tutar (muhafaza eder); onu fakir etsem, bu durum onu ifsâd eder.

Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak fakirlik sağlam tutar (muhafaza eder); ona bol rızık versem, bu durum onu ifsâd eder.

Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak sıhhat sağlam tutar; onu hasta etsem bu durum onu ifsâd eder.

Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak hastalık korur; onu sıhhatli etsem bu durum onu ifsâd eder.

Ben kullarımın işlerini, ilmimle tedbir ederim; Ben onların her bilgisini bilirim, onlardan haberdarım.” (İbn-i Ebi’d-Dünya, Evliyâ, s. 9; Bkz. Beyhaki, el-Esmâ ve’s-Sıfat, s. 122; Hatîb Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, VI, 504)

Bu rivâyetteki mânâ birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifte tebârüz eder. Şu âyet-i kerîme meâlini misal olarak zikredelim:

“Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarının haberini alandır, onları görendir.” (eş-Şûrâ, 27)

Zenginlik Kārûn’u perişan etmiştir, fakat Hazret-i Süleyman için, bir tebliğ ve hizmet vasıtası olmuştur.

Hastalık, Eyyûb -aleyhisselâm-’ın ecrini ve derecesini yükseltmiştir. Fakat sabredemeyen nicelerini de isyâna düşürmüştür.

Fakirlik, birçok insanı maddiyatla işlenen günahlardan kendiliğinden korur. Dînî duygular; garip, fakir, çaresiz insanlar arasında daha kuvvetli yaşanır. Çoğu insan fakirliğe sabrın, zenginliğe sabırdan kolay olduğunu ifade etmiştir. Fakat kimisi için de fakirlik ağır bir imtihan olabilir.

Merhameti bol Rabbimiz, herkesin kalbini bilir. Allah’tan dünyada da ve âhirette de haseneyi, iyiliği ve hayırlısını istemelidir. O’nun takdiri olarak gelen sıkıntı ve imtihanları ise, rızâ ile kabullenmelidir.

DERT DEĞİL DERMAN

Fuzûlî, bu mânâyı şöyle ifade eder:

Yâr’in cefâsı cümle vefadır, cefâ değil!

Yâr’i cefâ etti diyenler ehl-i vefâ değil…

“Dosttan gelen cefâ, tamamen vefâdır. O cefâ gibi görünen hâller, O’nun; sevdiği, mukarreb kullarına ikramlarıdır. Asla cefâ değildir. Bunu idrâk edemeyip de; «Dost bana cefâ etti.» diyen; muhabbetin, maiyyetin, ve akrabiyyetin îcâbı olan hâllerden şikâyet eden kişi, vefâsızın ta kendisidir!..”

Fuzûlî’nin işaret ettiği bu hâli anlamayanlar; böyle sözleri, taklîden telâffuz etmekten içtinâb etmelidir. Çünkü belâya talip olma iddiası sergilemek de bir başka imtihan vesilesi olabilir. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz; yiğitlik izhârı ve benzeri düşüncelerle; şiddetli bir savaş isteyen ashâbına şöyle demiştir:

“Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı temennî etmeyiniz; Allah’tan afiyet dileyiniz. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz.” (Buhârî, Cihâd, 112)

İşin lâkırdısına kapılıp, kuru iddia olarak savaş isteyen; fakat gerçekten harp emredildiğinde de yan çizen Tâlût devrindeki İsrailoğulları bize misal olarak verilmiştir:

“Musa’dan sonra, Benî İsrail’den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere;

«Bize bir hükümdar gönder ki (onun kumandasında) Allah yolunda savaşalım!» demişlerdi.

(Peygamberleri onlara;)

«Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?» dedi.

Dediler ki:

«Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz hâlde Allah yolunda neden savaşmayalım?»

(Fakat) kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.” (el-Bakara, 246)

Hulâsa-i kelâm;

Fâtiha’da bize Rabbimiz tarafından öğretildiği gibi, biz nimet verilenlerin yoluna ermeyi Rabbimiz’den dilemeliyiz.

Ancak bilmeliyiz ki, o nimet verilenler, yani peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerin başlarına; bu dünyada çileler ve imtihanlar gelir. Onlara sabretmeleri vesilesiyle Allâh’a kullukta ve yakınlıkta dereceleri artar.

Biz de onları ihsan ile takip edenler olarak, o nimetin muhtevâsında, o nimetlerin muktezâsı olarak; nefsimize hoş görünmeyen, ağır ve zor gelen hâllerle, imtihanlarla karşılaştığımızda, bunlardan şikâyet etmemeli, bilâkis onu sabır şartıyla Allâh’a yaklaştırıcı bir nimet bilerek şükretmeli, rızâ hâlinden nasip alma gayretinde olmalıyız.

Yüce Rabbimiz;

وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ

“Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler yükleme!” diye niyaz etmemizi bize tâlim buyurmuştur.

Rabbimiz tâkatimizin üstünde musîbetlere talip olmama edebini bize öğretmektedir. Bize düşen vazifelerimizi edâ etmek ve başımıza gelen imtihanlardan istikametle geçebilmektir.

Yâ Rabbî! Bize dünyada ve âhirette iyilik ver. Bizi cehennem azâbından muhafaza eyle!..

Bize sabredemeyeceğimiz imtihanlar verme… Bizi ilâhî takdirden râzı olan ve rızâna erişebilen bahtiyar kullarından eyle… Hayatın med ve cezirlerinde kulluk istikamet ve muvâzenesini kaybetmeden, son nefesimizi müslüman olarak verebilmeyi cümlemize nasîb eyle…

Âmîn!..