Hak Dostlarının Samimî Hassâsiyetleri

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: ağustos, Sayı: 222

NEREYE GİTSİN?

Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin hizmetinde bulunan talebesi bir gün ona;

“–Biraz et pişirdim; lütfen buyurun.” dedi.

Üstâdının sükût etmesi üzerine de eti getirdi. Fakat Dâvûd-i Tâî Hazretleri, önüne konan ete bakarak;

“–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sordu.

Talebesi, durumlarının pek de iyi olmadığını ifade sadedinde;

“–Bildiğiniz gibi efendim!” dedi.

O büyük Hak dostu;

“–O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi.

Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden talebe ise;

“–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diyerek ısrar edecek oldu. Fakat Dâvûd-i Tâî Hazretleri kabul etmeyip şöyle dedi:

“–Evlâdım!

Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar; fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya çıkar!..

İşte bir Hak dostundaki gönül hassâsiyeti…

Kendisi de uzun bir müddettir yemediği hâlde, aç bir yetimin varlığından haberdar oldukça, boğazından et geçmiyor… Derhâl infâk ediyor.

Bizler de bir kurban bayramı geçirdik.

  • Biz kurbanlarımızın etlerini; muhtaçlarla, mü’min kardeşlerimizle ne kadar paylaştık?
  • Diğer imkânlarımızı paylaşmakta vaziyetimiz nedir?
  • Allah yolunda fedâkârlık karnemiz ne durumda?

Bu hususlarda kendimizi muhasebe etmeliyiz.

Çünkü;

Müslümanın müslümanın derdiyle dertlenmesi lâzımdır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

Demek ki;

Din kardeşinin acısına bîgâne kalmak, çok ağır bir cürümdür. Hak dostları büyük bir hassâsiyetle bu cürümden uzak durmaya çalışmışlardır.

KUDSÎ IZDIRAPLAR

Seriyy-i Sakatî Hazretleri, hadis dersindeyken bir talebesi koşarak gelir ve;

“–Üstâdım! Bütün Bağdat çarşısı yandı, bir tek sizin dükkânınız kurtuldu. Gözünüz aydın!” der.

Hazret de, bir anlık gafletle;

“–Elhamdülillâh!” deyiverir.

Otuz sene sonra bir dostuna şöyle demiştir:

“–O gaflet ânım için dâimâ istiğfâr ediyorum. Zira o gün sadece kendimi düşündüm de, diğer dükkânı yanan kardeşlerimi düşünemedim.” (Bkz. Hatîb el-Bağdâdî, Târîh, IX, 188; Zehebî, Siyer, XII, 185, 186)

Bir başkasının, istiğfâr edilecek bir hata olarak bile görmeyeceği bir anlık düşünememe hâli, Hak dostunun gönlünde yıllar süren bir pişmanlık ve ızdırâba sebep olmakta…

Buna benzer bir başka hâdiseyi de Hazret-i Ömer’in hayatında görürüz.

İyâs bin Seleme -radıyallâhu anh- babasından şöyle nakleder:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- çarşıya uğradı. Elinde bir kamçı vardı. Kamçıyı bana doğru sallayarak;

«–Ortada durma, yolu aç!» dedi. Kamçı elbisemin ucuna geldi.

Ertesi sene tekrar karşılaşınca bana;

«‒Seleme, hacca gitmek ister misin?» diye sordu.

«–Evet!» deyince elimden tutup beni evine götürdü. Bana içinde 600 dirhem olan bir kese verdi ve;

«‒Bunları hac yolunda kullanırsın. Şunu bil ki bunlar sana salladığım kamçıya karşılıktır!» dedi.

Ben;

«‒Ey Mü’minlerin Emîri! Bahsettiğin kamçı meselesini hatırlayamadım?» dedim.

O da;

«‒Ben de hiç unutamadım!» dedi.” (Taberî, Târîh, IV, 224)

Demek ki;

Hazret-i Ömer bir sene boyunca, istemeden meydana gelen bu hâdisenin ızdırâbını gönlünde hissetmiş ve telâfîsi için hazırlık yapmıştı.

Yine görüyoruz ki, Hazret-i Ömer, sadece;

“–Hakkını helâl et!” deyip geçmemiş, gönül almak için kıymetli bir ikramda bulunmuştu.

Bir mü’minin gönlünde dâimâ hayırlar işleme iştihâsının olması gerekir. Birçok âyet-i kerîmede, muhsin ve müttakî kullar, «hayırlara koşmak, hayratta yarışmak» hasletiyle medh ü senâ edilmişlerdir.

Bedenimizin nasıl maddî gıdâ ihtiyacı varsa, rûhumuzun da mânevî gıdâlara belki daha fazla ihtiyacı vardır.

Hayır işlemek ve tasaddukta bulunmak husûsunda samimî bir arzu içinde olanları, Cenâb-ı Hakk’ın nasıl te’yîd edeceğine, onların hayırlarını nasıl feyizli ve isabetli birer ihsâna dönüştüreceğine şu kıssa ne güzel bir şâhittir:

NE MUTLU TASADDUK EDENE!..

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- anlatır:

“Vaktiyle bir adam;

«–Ben mutlaka bir sadaka vereceğim.» dedi.

Geceleyin evinden sadakasını alıp çıktı ve onu bilmeden bir hırsızın eline tutuşturdu.

Ertesi gün belde halkı;

«–(Hayret!) Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı.

Adam;

«–Allâh’ım! Sana hamdolsun. Ben bugün de bir sadaka vereceğim.» dedi.

Yine sadakasını alarak evinden çıktı ve onu (bu sefer de bilmeden) bir fâhişenin eline tutuşturdu.

Ertesi gün halk;

«–(Olur şey değil!) Bu gece bir fâhişeye sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı.

Adam;

«–Allâh’ım! Bir fâhişeye (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamd olsun. Ben mutlaka yine sadaka vereceğim.» dedi.

(O gece, yine) sadakasını alıp evinden çıktı ve onu (bu defa da bilmeden) bir zenginin eline tutuşturdu.

Ertesi gün halk;

«–(Bu ne iştir!) Bu gece de bir zengine sadaka verilmiş!» diye (hayretle) söylenmeye başladı.

Adam;

«–Allâh’ım! Hırsıza, fâhişeye ve zengine (de olsa) sadaka verebildiğim için Sana hamd olsun.» dedi.

(Bu ihlâsı sebebiyle) uykusunda o adama;

«–Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir.

Fâhişe, belki yaptığından pişman olup iffetli bir kadın olacaktır.

Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.» denildi.” (Buhârî, Zekât, 14)

Efendimiz’in anlattığı kıssadaki cömert şahıs, tasadduk etmek husûsunda büyük bir arzu ve gayret içindedir. Öyle ki ikramda bulunabildiği için Allâh’a hamdetmektedir. Böyle bir iştiyak içinde olduğu için Cenâb-ı Hak da onun, zâhiren isabetsiz gibi görünen infaklarını, kendi feyiz ve lutfuyla isabetli hâle getirmiştir.

Kıssadan şöyle bir hisse almak lâzımdır:

Nefislerdeki cimrilik, tasaddukta bulunmaya niyet eden kişiyi ertelemeye sevk eder. «Bekle de tam ehil olanı bul!» der. Karşısına çıkan mahrumlar hakkında; «Ya ehil değilse, ya fakir değilse, ya kötü yolda harcarsa…» gibi vehimlere sevk edip infâkı geciktirir.

Hâlbuki hayırlı, sâlih amellerin îfâsında, nefis ve şeytanın oyalamalarına fırsat vermeyip acele etmek lâzımdır.

Ukbe İbn-i Hâris -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Bir keresinde Medine’de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında ikindi namazı kılmıştım. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; selâm verip namazı bitirdi ve süratle yerinden kalktı, safları yararak hanımlarından birinin odasına gitti.

Cemaat, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu telâşından endişe ettiler. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kısa sürede döndü, kendisinin bu acele davranışından dolayı meraklanmış olduklarını gördü ve şöyle buyurdu:

“Odamızda birazcık altın -veya gümüş- olduğunu hatırladım da beni hayırda acele etmekten alıkoymasını istemedim ve derhâl dağıtılmasını emrettim.” (Buhârî, Ezân, 158)

Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin şu kıssası ise, hayırda acele etmemenin Hak dostu gönüllerdeki vebâlini ve ızdırâbını anlatır:

Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey istemişti. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkardı ve dervişe verdi.

“–Efendim, eve gidip oradan bir şeyler verseydiniz olmaz mıydı?!.” dediler.

Hazret şu cevabı verdi:

“–Bir defasında ihtiyaç sahibi biri mescide gelip;

«–Karnım aç!» demişti. Biz gaflet edip hemen yiyecek getirmedik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik. Ertesi gün, bir zuhûrat olarak, fakiri sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, Allah kabul etmedi!» yazdığını gördük. İşte o gün;

«Bundan sonra bir ihtiyaç sahibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyacını göreceğim.» diye yemin ettim. (Bkz. Darîr Mustafa Efendi, Yüz Hadis Yüz Hikâye, İstanbul 2001, s. 157)

Bu kıssalar ihlâs ve takvâ sahibi bir müslümanın derinliğini gösteren ibretli hâdiselerdir.

Hak dostlarının gönül hassâsiyetlerinden biri de, Peygamber Efendimiz’e tam ittibâdır.

TAM RİÂYET

Bâyezîd-i Bistâmî -rahmetullâhi aleyh-; bir gün, insanlar arasında «velî» diye meşhur olmuş bir kişiyi görmek için, müridleriyle yola çıkmıştı.

Yaklaşmışlardı ki; ziyaretine gitmekte oldukları zât, evinden çıkıp mescide giderken kıbleye doğru tükürdü.

Bâyezîd -rahmetullâhi aleyh-, o zâtın bu ham ve lâkayt hâlinden son derece mahzun oldu ve selâm bile vermeden derhâl geri döndü. Talebelerine de şöyle dedi:

“–Bu zât, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in öğrettiği edeplerden birine riâyet husûsunda bile güvenilir değil! Cenâb-ı Hakk’ın esrârı husûsunda nasıl kendisine güvenilecek?!.” (Kuşeyrî, Risâle, s. 57, 416-417)

Dînî bilgileri, istikamet ehli zâtlardan öğrenmek gerektiğini çok iyi bilen bu zevâtın hassâsiyetlerine bir başka misâli, tâbiîn neslinin büyük imamlarından Ebû’l-Âliye -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:

“Biz; kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, önce onun namaz kılışına dikkat ederdik.

Eğer namazını huşû ile kılıyorsa;

«O, diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk. Namazını huşû ve tâdil-i erkâna riâyet etmeden kılıyorsa;

«Onun diğer işleri de menfîdir.» diyerek (ondan hiçbir hadis almadan) yanından kalkardık.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

“Bir keresinde gaflete düşüp unutarak abdesthâneye girerken sağ ayağımı önce attım. (Sünnete uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün bütün mânevî hâllerden mahrum kaldım.”

Yine İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir gün talebelerinden birine;

“–Bizim keseden bir miktar karanfil getir!” buyurmuştu.

O da gidip altı tane karanfil getirdi. İmâm-ı Rabbânî -rahmetullâhi aleyh- bunu görünce teessüf ederek şöyle buyurdu:

“–Bizim talebeler hâlâ Peygamber Efendimiz’in hadîsinde bildirilen; «Allah tektir, teki sever!» (Buhârî, Deavât, 68) kaidesine dikkat etmiyorlar. Hâlbuki buna dikkat etmek müstehabdır.

Müstehabbı insanlar ne zannediyorlar?!. Allâh’ın hoşuna giden böyle müstehap bir amelin karşılığında, bütün dünya ve âhiret verilse kıymeti yoktur.” (Ebû’l-Hasan en-Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 180-181)

Demek ki;

Bir velînin en büyük vasfı, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in sünnetine, karda yürüyen bir kimsenin bıraktığı izlere adım adım uyarcasına, bir gölgenin bir gövdeye olan sadâkati titizliğinde ittibâ etmesidir.

Sünnet-i seniyye, hayatın her safhasını en güzel şekilde tarif ve tanzim eder. Bir mü’minin her hâl ve tavrının; ecmel, ekmel ve ahsen olmasını tayin buyurur.

Ahsen, yani her işi en güzel olmalı, etrafına dâimâ güzellik tevzî etmelidir.

Ecmel, yani gönle huzur ve ferahlık verecek zarâfet ve letâfette olmalıdır.

Ekmel, yani çok olgun, en mükemmel olmalıdır.

Zamanımızda küresel güçlerin; bilhassa televizyon ve internetin menfî yayınları, robotlaştırıcı modalar ve şahsiyetsizleştirici reklâmlar kanalıyla muazzam bir kültürel saldırısıyla karşı karşıyayız.

Nesiller; gerek iç dünyalarında gerekse dış dünyalarında, bu kanallardan dökülen dışı şeker kaplı zehirlere mâruz kalmakta.

Gönül dünyaları, gaflet ve dalâlet ile allak bullak olurken; dış dünyaları da pasaklılık içinde, hırpânî, pejmürde ve dağınık bir manzara arz etmekte.

Bizim gençliğimizde elbiselerin ütülü olması pek mühim görülürdü. Gömlek yakalarının sabit durması için götürüldüğü kolacı esnaf vardı. O gün; geçmişten kalıp devam eden bir intizam, temizlik ve tertip duygusu vardı.

Zamanımızda bahsettiğimiz şeytânî vitrinler, hissiyâta katran döküyor. Dışa yansıyan dağınık manzara dahî, iç dünyanın sefâletini ifadeye yetiyor. Sefâleti saâdet zanneden gaflet ehli, yırtık bir pantolonu moda diye giyiyor.

Bu sefil taarruzlara karşı evlâtlarımızın şahsiyetlerini, küçük yaşlardan itibaren sağlam ve metânetli bir şekilde inşâ etmeliyiz. Bâtılın gelip doldurmaması için, gönül dünyalarını mânevî hassâsiyetler, derin duygularla tezyin etmeliyiz.

Bilhassa tefekkür…

TEFEKKÜR ÎMAN ANAHTARI

Evlâtlarımızda Allah ve âhiret inancını güzel tefekkür alıştırmalarıyla güçlendirmeliyiz.

Temâşâ edilen yahut koklanan bir çiçek, ikrâm edilen leziz bir meyve, seyredilen eşsiz bir manzara karşısında; evlâtlarımızın gönül dünyalarına tesir edecek güzel hasbihâller yapmalı, bunların Cenâb-ı Hakk’ın el-Bârî, el-Musavvir esmâsının mükemmel ve müstesnâ tecellîleri olduğunu anlatmalıyız.

Çocuklarımızın temiz bir ahlâkî sâfiyeti muhafaza etmesini sağlayabildiğimiz ölçüde, hikmeti görebilmesini de sağlamış oluruz. “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” emrini edâ etmeyi öğrendikçe, bu okuyuş ve tefekkür; bi-iznillâh, evlâdımızın îmânının artmasına, kuvvetlenmesine, muhafaza olmasına anahtar olacaktır.

Bugün en büyük meselemiz budur. Çünkü küresel güçler gönüllere âdetâ katran döküyor. Zihinlerde ve gönüllerde yıkıcı depremler meydana geliyor. Bizim medeniyetimizin bin bir güzelliği, hassâsiyeti, inceliği ve zarâfeti enkaza dönüşüyor.

Fakat ne hazin ki bu istîlâya mâni olmak için elzem olan adımlar atılmıyor.

İbretle seyrediyoruz:

Üniversite imtihanları esnasında, anne-babalar mekteplerin kapılarında bekliyorlar. Evlâtları kadar, belki onlardan daha fazla heyecanlanıyorlar. Bir şefkat emâresi…

Lâkin bir soralım:

Dünyevî istikbâl için gösterilen bu heyecana, bu fedâkârlıklara mukabil, evlâdının uhrevî istikbâli için ne yapıyorlar?

Her yeri cam kırıklarının doldurduğu bir devirdeyiz.

Kendimizi de hidâyet ve takvâ ile ihyâ ve inşâ edelim, evlâtlarımıza da İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakma gayretinde olalım. Böylece ebedî hayatımızda, evlâtlarımız ile beraber selâmette oluruz.

Âhirette evlâtlarımızla beraber olamazsak bu ne hazin bir ayrılık olur.

Dünyada evlâtlarımızla ayrı düşmeyi asla istemeyiz. İnsan tefekkür etmelidir ki; asıl ayrılık gurbet veya ölüm değil, âhiretteki ayrılıktır. Çünkü dünyadaki ölümle gelen ayrılık dahî kısmen unutulur. Ölümle gelen ayrılıklarda gönüller, âhirette kavuşmak ümidi ve niyazıyla tesellî olur.

Fakat âhiretteki ayrılık kat‘î ve ebedîdir.

Yâsîn-i şerifte, kıyâmet gününden bir manzara nakledilir. Cennet ehlinin nâil oldukları ikramlardan bahsedilip, onlara şöyle nidâ edileceği bildirilir:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ

“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58)

Diğer taraftan hayatını istikamet üzere yaşamayanlar için de şöyle buyurulacaktır:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ  اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59)

En hazin ayrılış, en acıklı firkat bu ayrılış olacaktır.

Bu sebeple hayatta iken gözümüzün önünden ayırmak istemediğimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere bir emâneti olan yavrularımızın dînî tahsil alabilmesi husûsunda çok ehemmiyet göstermek mecburiyetindeyiz.

Cenâb-ı Hak, bizlere de dostluğuna nâil olanların gönül hassâsiyetlerinden hisseler nasîb eylesin. Evlâtlarımızı İslâm şahsiyet ve karakteriyle yetiştirip, iki cihan saâdetine erişebilenler arasına ilhak buyursun.

Âmîn!..