DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
HAK DOSTLARININ HUSÛSİYETLERİ
Hak dostlarının fârikalarına geldiğimiz zaman, yani Hak dostlarının husûsiyetleri nelerdir?
Birincisi:
Bütün fânî muhabbetleri aşmışlardır, meşrû fânî muhabbetleri, Cenâb-ı Hakk’a muhabbette seviye kazanmışlardır.
Yani meşrû fânî lezzetler, kendilerine ilâhî muhabbete bir basamak olmuş, neticede onlarda ilâhî muhabbet tecellî etmiştir. İlâhî muhabbet doyumsuz bir hâle gelmiştir, büyük bir lezzet hâline gelmiştir.
Meselâ İbrahim -aleyhisselâm- canından, malından, evlâdından bir imtihan verdi. Ve güzel bir kulluk sergiledi. Cenâb-ı Hak da onu, İbrahim -aleyhisselâm-’ı kendine dost/halil edindi. Yine Rabbine ilticâsında -demek ki ne kadar bir muhabbet ki Cenâb-ı Hakk’a karşı-:
وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ diyor.
“(Yâ Rabbi! İnsanların) dirileceği gün, beni mahcup etme (yâ Rabbi)!” (eş-Şuarâ, 87) buyuruyor.
Demek ki bu aşk geldiği zaman -ilâhî aşk-, ne kadar bir ufuklar, pencereler açılıyor, ilâhî azamet tecellîlerinden.
Kullukta en mühim merhale, kulun ilâhî azamet, ilâhî lûtuflar karşısında bir hiçlik hâline girebilmesidir.
Meselâ Rasûlullah Efendimiz de Cenâb-ı Hakk’a duyduğu muhabbet neticesinde öyle bir cömertlik deryası hâlinde ikram ederdi ki, kendi açlığını unuturdu. Hakk’a yaklaştıkça lezzeti artar, dünyevî lezzetler yüreğinden silinirdi.
Yine Mekke Fethi’nde tam kısas yapma zamanıydı. Fakat tevhîdin sevinciyle ve tevhîdin aşkıyla Efendimiz onları güler yüzle karşıladı. Bütün Mekke halkı da müslüman oldu. İn’ikâs…
Tabi bu Hak dostlarının bir hâlinin terennümü de, Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri:
“Tecellâ-yı cemâlinden Habîbim nevbahar ateş…” diyor. O diyor, tecellî eden muhabbetin ateşinden her şey ateş oldu diyor ve sayıyor:
Kefen ateş diyor. Ölüyü yıkayacak su ateş diyor. Kaçsam ateş diyor, kalsam ateş diyor. Çiçeklere, hepsine, hepsi ateş diyor.
Yani içindeki alev, içindeki yangın, aşkın getirdiği yangın, her tarafa aksetmiş.
Yine Fuzûlî bir suya baktığı zaman, suyun akışını bile sanki su, o deryâ, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e doğru akıyor:
“Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl,
Başını daştan daşa urup gezer âvâre su…” buyuruyor.
Yani, demek ki öyle bir aşk gelince, her şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlıyor, Rasûlullah Efendimiz’i hatırlıyor.
İkincisi; -bunlar büyük bir aşk deryası içinde-, ikincisi -bu Hak dostlarının hususiyetleri-:
Onlar, şer’-i şerîfin muhtevasına dikkat ederler çok. Tâvizsiz bir şerîat yaşarlar ve tâvizsiz bir şerîat yaşatırlar. Şerîati de kemâle erdirmek için, bilhassa seher vakitlerine de çok îtinâ gösterirler.
Efendimiz’in seher vakti. Âişe Vâlidemiz buyuruyor:
“Efendimiz’in ayakları şişerdi diyor, çok uzun okurdu.” diyor. (Bkz. Buhârî, Teheccüd, 16)
Cenâb-ı Hakk’ı tanıyabilmek için üç şart bildiriyor Zümer Sûresi’nde Cenâb-ı Hak.
“…Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyuruyor. Esas tahsil de bu. Mârifetullah’tan bir nasîb alabilme. Yani kalpte Cenâb-ı Hakk’ı tanımaktan bir nasîb alabilmek.
Birincisi:
“سَاجِدًا وَقَائِمًا” (“…Secde hâlinde ve ayakta…” [ez-Zümer, 9]) Bir gece hayatı. Geceleri secde ve kıyam hâlinde olabilmek seherlerde.
يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ
(“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9])
Fânîliği tefekkür, yani bir âhiret endişesi içinde olabilme.
Niçin dünyaya geldik? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Yolculuk nereye? İstikbal nereye?
يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ
(“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) Bir âhiret endişesi.
Üçüncüsü:
وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ (“…Rabbinin rahmetini uman…” [ez-Zümer, 9])
Duâ hâlinde yaşayabilmek, ilticâ hâlinde yaşayabilmek.
Çünkü bütün ibadetlerimiz, muâşeretimiz, güzel ahlâkımız, hepsi Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına muvâfık mı değil mi? Cenâb-ı Hakk’ın kabulüne muhtaç.
Bu üç, Cenâb-ı Hak bu üç maddeyi bildiriyor. Demek ki bu üç madde ne kadar zirveleşirse, o kadar kul Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmış oluyor.
Yine kulu Rabbinden uzaklaştıran üç engel:
Birincisi kibir. Kökü Cehennem’de. Enâniyet.
İkincisi cimrilik ve israf. Mülk Allâh’a ait çünkü.
Üçüncüsü hamâkat. Dünyanın, nefsin putperesti olmak. Bu da Cenâb-ı Hak’tan kulu uzaklaştıran üç menfî haslet.
Üçüncüsü:
Hak dostları, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ hâlinde yaşarlar. Cenâb-ı Hak bizden irfan ehli olmamızı arzu ediyor. Şöyle buyurmuştur Efendimiz, Câbir naklediyor:
“Cebrâil bana geldi ve şöyle dedi: (Efendimiz’in şahsında ümmete tabi.)
«–Yâ Muhammed! İstediğin kadar yaşa, mutlakâ öleceksin.
İstediğini sev, sonra mutlakâ ayrılacaksın.
İstediğin şeyle amel et, sonra onun karşılığını elde edeceksin. (İster müsbet, ister menfî.)
İyi bil ki mü’minin şerefi, geceleri kāim olmasında (seherlerde uyanık olmasında), izzeti ise insanlardan müstağnî kalmasındadır.” (Hâkim, IV, 360-361/7921)
Ömer bin Abdülaziz’e, Hazret-i Ömer’in torunu, torununun şeyi kız tarafından. Sekizinci Emevî halifesi.
“–Sen neyi seversin?” diye soruyorlar ona.
“–Benim sevincim diyor, yalnız mukadderatımdır.” diyor. Yani Allâh’ın benim üzerimdeki takdirini severim buyuruyor.
Yani “رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً” (“…Sen O’ndan râzı, O da senden râzı.” [el-Fecr, 28]) âyet-i kerîmede buyrulan.
Dördüncüsü:
Hak dostları, gönül hoşluğu içinde bulunurlar, Cenâb-ı Hakk’a hamd ederler. Azamet-i ilâhiyyeyi tefekkür hâlinde olurlar. Fâtiha’nın ilk âyeti de, günde sünnetlerle beraber kırk rekâtta okuduğumuz ilk âyet, Fâtiha’nın ilk âyeti:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
“Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir (hamd).” (el-Fâtiha, 2)
Demek ki Cenâb-ı Hakk’a bir hamd hâlinde, bir senâ hâlinde, bir şükür, bir teşekkür hâlinde bulunabilmek.
Her hâlimizde bir hamd hâlinde bulunabilmek.
Ondan sonra âyette:
اَلرَّحْمٰـنِ الرَّحِيمِ
(“O, rahmândır, rahîmdir.” [el-Fâtiha, 3]) geliyor. Bir merhamet geliyor. Cenâb-ı Hakk’ın merhameti… İşte tasavvuf da bu. Yani Allâh’ın mahlûkâtına çok merhametli olabilmek. Cenâb-ı Hak’tan merhamet istiyoruz; bizim merhametimiz ne kadar?
Ondan sonra:
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ
(“Ceza gününün mâlikidir.” [el-Fâtiha, 4]) geliyor. Din günü, istikbâlimiz hepimizin.
لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ buyuruyor.
“Kıyâmete andolsun.” buyuruyor. (Bkz. el-Kıyâme, 1)
Onun kıyâmetin şerrinden korunmamız için:
وَلَا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
(“Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim.” [el-Kıyâme, 2]) buyuruyor.
Tutarsız bir nefisten kendimizi koruyabilmek. “Hesaba çekileceksiniz.” buyuruyor.
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyoruz.
“(Yâ Rabbi!) Ancak Sana kulluk yapar (ama toplu hâlde, toplum hâlinde, o zaman Allah’tan yardım gelecek.)
“وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ” (“…(Yâ Rabbi!) Ancak Senʼden yardım isteriz.” [el-Fâtiha, 5])
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ (“Bize doğru yolu göster.” [el-Fâtiha, 6]) diyoruz. Sırât-ı müstakîmi istiyoruz. Ne yoludur sırât-ı müstakîm? Rasûlullah Efendimiz’in izinden gidebilmek. Her hâlimizi Allah Rasûlü’nün hâliyle bir mîzân edebilmek.
اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ (“…Nîmet verdiklerin…” [el-Fâtiha, 7]) diyoruz.
“…Nîmet verdiklerin…” (el-Fâtiha, 7) Kimler bunlar, nîmet verdikleri, lûtufta bulundukları:
“…Peygamberler, sıddıklar, şehidler, sâlih kişiler. Bunlar ne güzel arkadaşlardır.” (en-Nisâ, 69) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ (“…Nîmet verdiklerin…” [el-Fâtiha, 7])
Bu hâli tefekkür etmek. Benim hâlim ne kadar bu dört grubun hâline yakın?
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7]) buyruluyor.
Ne kadar bu mahrumlardan uzağım? Onları taklit ediyor muyum? Bugün hristiyanlar, yahudîler vs. internet vs. televizyonun bazı programları, modalar vs. reklâmlar… Bunların izinde miyim? Yoksa peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin ve sâlihlerin izinde miyim?
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7])
Dalâlete uğrayanlar, ömürlerini ziyân edenler. Bunlara benzememek. İslâm karakterini koruyabilmek.
Velhâsıl tasavvuf, genel muhtevasıyla her rekâtta okuduğumuz Fâtiha Sûresi’ni hayata aksettirmemiz. Fâtiha’yı hayatta yaşamamız.
Dâimâ tefekkür edeceğiz:
Hayat sınırlı, mahdut. Her gün dünyadan bir gün daha uzaklaşıp gerçek âleme bir gün daha yaklaşıyoruz. Bu idrakle amellerimizin sâlih olmasına dikkat etmeliyiz. Namazımızın sâlih olması, orucumuzun sâlih olması, muâşeretimizin sâlih olması. Cenâb-ı Hak “عَمَلًا صَالِحًا” istiyor bizden. “Sâlih amel” istiyor. Cenâb-ı Hak:
وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا buyuruyor.
“Allâh’ın nîmetlerini saymaya kalkarsanız, onu sayamazsınız…” (en-Nahl, 18) buyuruyor. Yani bu hâlin idrâki içinde bulunabilmek.
Cenâb-ı Hak, nasıl bir kalbimizin muhtevâsı, kalbimiz nasıl olacak? 191. âyet, Âl-i İmrân. Bu âyet indiği zaman Bilâl -radıyallâhu anh-:
“Geldim diyor, Efendimiz’in rengi sararmıştı diyor, hâli değişmişti diyor. Hayretle sordum diyor:
«–Yâ Rasûlâllah! Bu gece Siz’e ne hâl oldu? Hâliniz, şekliniz değişmiş.»
Dedi ki:
«–Bilâl dedi, bugün bana Âl-i İmran’ın 190’dan sonuna kadar olan âyetler indi. O beni böyle perişan etti.»” (Bkz. Buhârî, Teheccüd, 16)
O âyetler nasıl?
“Onlar ayakta dururlarken, otururlarken, yanları üzerindeyken, her vakit Cenâb-ı Hakk’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Cenâb-ı Hak bizden ne istiyor, her an Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî kamerasının altında olduğumuzun idrâki içinde olabilmek.
Onun neticesi; “Ben hakikaten ilâhî kameranın altında mıyım? Bunun bir idrâki içinde miyim?..”
“…Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191)
Cenâb-ı Hak bu semâyı niye yarattı? Bu atmosfer niye? Bu Güneş niye, bu Ay niye? Bu Arz niye? Bu Arz’dan çıkan türlü türlü nîmetler kimin için? Yaratılan bu hayvanlar kimin için?
Demek bir, derin bir tefekkür istiyor Cenâb-ı Hak. Kendisiyle beraber olup bu tefekkürü istiyor.
Ondan sonra:
“…(Yâ Rabbi!) Sen sübhansın (derler). Bizi boş yere yaratmadın (derler). Bizi Cehennem azâbından koru derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Cenâb-ı Hak böyle bir yürek istiyor bizden. Her an kendisiyle beraber olmak. İşte bunlar:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
(“…Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” [Yûnus, 62])
O gün, o kıyâmetin muhtelif devrelerinde korkmayacaklar, üzülmeyecekler.
Beşincisi:
Bu Hak dostları, hevâ-hevese tâbî olmayı, mâsivâ/Allah’tan uzaklaştıran her şeyle alâkayı kesmişlerdir. Dünyevî bir talepleri yoktur Cenâb-ı Hak’tan. Dünyevî talepler ömrünü tüketmiştir.
Ne isterler?
يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًا
(“…Allah’tan lûtuf ve hoşnutluk isterler…” [el-Fetih, 29])
Allah’tan, Allâh’ın lûtfunu isterler, fazîlet isterler, Allah’tan rızâ isterler. Bir misal:
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’nin halifesi Muhammed Pârisâ Hazretleri hacca gidiyor. Bağdat’ta bir kuyumcu görüyor. Altın tartıyor, altın şey yapıyor.
“–Delikanlı diyor, genç diyor, tam ibadet edeceği zamanda diyor, altınla meşgul.” diyor.
Kâbe’ye varıyor, bir ihtiyar, sakallı, hüngür hüngür ağlıyor, Kâbe’ye de yapışmış.
“‒Keşke diyor, bu diyor, ihtiyar gibi ben de yalvarabilsem.” diyor.
Bir şeye varıyor, murâkabeye; o ihtiyar Kâbe’ye yapışan Cenâb-ı Hak’tan dünyalık istiyor, mal-mülk vs. istiyor. O Bağdat’ta gördüğü altın veren, altın tartan kuyumcu ise bir ticaretle meşgul, fakat kalbi Cenâb-ı Hak’la beraber.
Diğer bir husus; altıncı husus:
Acziyetlerinin idrâki içinde olurlar. Benliklerinden geçerek ilâhî muhabbette fânî olmuşlardır. Benliklerini bertaraf etmişler, yani enâniyetlerini. Yani meselâ Sakarya Nehri Karadeniz’e döküldüğü zaman artık o Sakarya, Karadeniz olmuştur. Karadeniz’de Sakarya’yı bulamazsın. Kendinden bir şey kalmamıştır. Benlik bitmiştir, kaybolmuştur. Kul dâimâ; “Yâ Rabbi, Sen!” der. Bir abd-i âciz kul olduğunun bir idrâki içindedir.
Yunus Emre Hazretleri dergâha alınmadan evvel, dergâhın eşiğinde bir imtihandan geçirilmiştir. O herkesin ayak bastığı eşiğe başını koymuş, o eşikte en mühim bir metafizik ihtilâçlarını yaşamış, benliğini bertaraf etmiş, ondan sonra bir tevâzu hâline, bir hiçlik hâline girdikten sonra Tapduk Emre onu dergâha almıştır. Onu eşikten kaldırmış ve dergâhta kabul etmiştir.
Demek ki bu mânevî yolda en mühim kanser, enâniyet/benlik olmuş oluyor. Çünkü tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yok. “Ben”e tahammülü yok. Kul dâimâ; “Sen, yâ Rabbi!” diyecek.
Mekke Fethi oldu. Büyük bir zafer. Cenâb-ı Hak:
“Sen fevç fevç insanların İslâm’a girdiklerini görürsün.” (en-Nasr, 2) diyor. Fakat:
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ buyuruyor.
“Rabbini hamd ile tesbih et ve mağfiret dile Rabbinden…” (en-Nasr, 3) buyuruyor. Onun için bu mânevî yolda en mühim; kulda “ben” olmayacak, enâniyet olmayacak, kibir olmayacak; “Sen, yâ Rabbi!” olacak.
İşte Yunus, bu dergâhtan içeri alındı, ondan sonra güzel terennümler başladı:
“İlim, kendini bilmektir dedi. Kendini bilmezsen bu nasıl bir ilimdir?” dedi.
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri de yine bu, Cenâb-ı Hakk’a olan bu acziyeti, bir hiçlik şeyinde:
“Âlem buğday ben saman,
Herkes yahşi ben yaman.” demiştir. Bir abd-i âcizlik…
Yani bu yolun en mühim hususiyeti budur. Kul benlikten/enâniyetten vazgeçecek.
Tekkelerde eskiden bir levha vardı; “hîç” yazardı. Yani bir hiç olarak dünyaya geldik. Bir meziyetle, bir kazançla dünyaya gelmedik. Cenâb-ı Hakk’ın tamamen lûtfuyla dünyaya geldik. Lûtfetti, insan olarak lûtfetti, müslüman olarak lûtfetti. Yani bir “hiç” sermaye ile geldik. Zaten, demek ki bu “hiç”ten sonra “her şey” başlıyor.
“Hiç” olmadan, maalesef bu yolda bir merhale olmuyor. “Hiç”e kavuşacaksın ki, yani benlikten, enâniyetten vazgeçeceksin; “Aman yâ Rabbi!” diyeceksin, acziyetinin idrâki içinde olacaksın. Hiçten sonra her şey başlamış oluyor.
Diğer bir husus; yedinci husus:
Kendilerine verilen her nîmeti âhiret sermayesi hâline getirmişlerdir. Bedenî güç, rûhî güç, mâlî güç… Cenâb-ı Hakk’ın yolunda sarf ederek kendilerine büyük bir iştah meydana gelmiştir. O malı iştahla infak edebilmek. Gücünü iştahla Allah yolunda kullanabilmek. Tâ, sahâbî ne oluyor? Çin’e gidiyor. Nasıl bir iştahla gidiyor Çin’e?
“–Oradaki insanlar bir hidâyet bekliyor. Ben onlardan mes’ûlüm…”
Semerkand’a gidiyor, Kayrevan’a gidiyor…
Zira Cenâb-ı Hak:
“Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) buyuruyor.
Yani şimdi bir çarşıdayız. Bir dershanedeyiz. Cenâb-ı Hak bu malı niye verdi, az, çok?.. Bu canı niye verdi? Canı veren O, canı alacak olan yine O. Biz bu canı nerede kullanıyoruz? Cenâb-ı Hak fedakârlık istiyor.
Abdullah bin Mübârek vardır Allah dostlarından, tâbiînden. Hacdan sonra bir yakaza hâlinde, iki melek konuşuyor. Biri diyor ki:
“‒Bu sene diyor Ali bin Muvaffak isminde Şam’dan birisiyle, bu, hacca gelmeden onun bir vesîlesiyle bütün hüccâcın haccı kabul oldu.”
Merak ediyor, Şam’a gidiyor, buluyor, kapıyı çalıyor.
“–Kim?” deyince:
“‒Abdullah ibn-i Mübârek.” deyince Ali bin Muvaffak kapıyı açıyor, onu görünce -büyük bir Allah dostu- düşüyor, bayılıyor.
Kendine geldiği zaman, büyük bir ihtiramla Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri’ni karşılıyor. Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri, Ali bin Muvaffak’a:
“‒Sen ne amel işledin?” diyor.
O da diyor ki:
“‒Benim diyor, kayda değer bir amelim yok diyor. Otuz senedir bir eskiciydim diyor. Otuz senedir bir miktar para biriktirdim. Bununla ben hacca gidecektim. Otuz sene bir haccın hasretini çekiyordum. Hazırlık yaptım. Fakat komşudan bir et kokusu geldi. Karım hâmileydi. Dedi ki bana:
«–Şöyle bir parça et getirir misin? Biliyorsun ben hâmileyim.» dedi.
Komşuma gittim. Böyle böyle komşu dedim.
Komşum:
«–Hay hay, vereyim ama dedi, bu size haradır, bize helâldir.» dedi.
«–Niye?» dedim.
«–Çünkü ben dedi, bir haftadır iş bulamadım. Çocuklarım aç. Bir ölü hayvan buldum. Onu kaynatıyorum. Helâl bir gıdâ gelirse bunu dökeceğim, o helâl gıdâyı vereceğim.»
Dedim;
«Yâ Rabbi, Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Bu kul senin kulun. Ben otuz sene bu hasretle para biriktirmiştim. Fakat Sen’in rızân için bu kullarına veriyorum.»” dedi.
Demek ki dâimâ kul fedakârlıkla Allah rızâsını arayacak. Evliyâullâh’ın bir vasfı da buydu.
Sekizincisi:
Evliyâullâh’ın gönülleri merhamet menbaıdır. Rahmet insanı olmuşlardır. Rahmet tevzî eden insanlar olmuşlardır.
Âyette:
“تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” buyruluyor. (Fâtır, 29) Ne isteniyor bu ticârette, en hayırlı bir ticâret:
Bir; “Kur’ân tivâleti” isteniyor. Allâh’ın kelâmını ne şekilde bir ihtiramla okuyacağız? Bu, Cenâb-ı Hakk’a olan bir yakınlıktır, Cenâb-ı Hakk’a olan bir tâzimdir.
“Namaz” isteniyor. O’nun huzurunda bulunacağız.
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyruluyor.
“İnfak” istiyor. Malı veren Cenâb-ı Hak. Ne kadar;
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
(“Sevdiklerinizden vermedikçe birre vâsıl olamazsınız…” [Âl-i İmrân, 92]) Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar seviyoruz ki sevdiğimizden Cenâb-ı Hak yolunda infâk ediyoruz?
Buna “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” buyruluyor. (Fâtır, 29)
Enfal Sûresi’nde ayrı:
“…Allah anıldığı zaman, «وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ» kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2) buyruluyor.
“…Allâhʼın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar. Tevekkül (ve teslîmiyet) içinde olurlar. Namazlarını ikāme ederler, Allâh’ın verdiği nîmetlerden infak ederler.” (el-Enfâl, 2-3)
Hep bunlar nedir? Bir merhametin getirdiği…
Ashâb-ı kirâm… Efendimiz buyuruyordu ki:
“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmedikçe Cennet’e giremezsiniz.” buyuruyor.
“Birbirinize merhamet etmedikçe Cennet’e giremezsiniz.” buyuruyor. Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlâllah! Biz hepimiz merhametliyiz.”
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Yok diyor, benim kasdettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnız birbirinize olan merhamet değil, bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir. Evet, bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir.” (Hâkim, IV, 185/7310)
Kapındaki kediye merhamet, kapındaki köpeğe merhamet, yaralı bir kuşa merhamet, Allâh’ın yarattığı bir ağaca merhamet…
Bir bedevî sallıyordu bir ağacı, yaprak dökmek için. Çağırdı Efendimiz:
“–Niye köküne zarar veriyorsun dedi; bunu yavaş, yapraklarını bir usûlünce alsan olmaz mı?” buyurdu.
Velhâsıl demek ki bir merhamet menbaı olacak bir mü’minin gönlü. Kendine olan merhametten, çoluk-çocuğuna olan merhametten, bu merhamet bütün mahlûkâta aksedecek. Çünkü hayvan hakları da gelecek kıyâmet günü.
Dokuzuncusu:
Fusûsu’l-Hikem’de Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin o bir hadîs-i kudsî rivâyet ediyor. Cenâb-ı Hak:
“Ben insanın sırrıyım, insan da benim sırrım.” (Bkz. Fusûsu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48)
Ve bu ilham ile orada ilâhî tecellîler yoğunlaşıyor o kulda. Cenâb-ı Hakk’ın… Bu, akılla olan bir hâdise değil. Akılla bu mümkün değil. Bu, kalple olan bir hâdise.
Efendimiz:
“Benim bildiğimi bilseydiniz, yemezdiniz, içmezdiniz, sahrâlara düşerdiniz.” buyuruyor.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile diyor, Rasûlullah Efendimiz’i bir sohbet ederken kenardan dinledim diyor. Sanki aralarında bir dil/lisan bilmeyen, Arapça bilmeyen bir zenci gibi kaldım diyor.
Sordum diyor sonra;
«–Ebû Bekir dedim, siz böyle mi… Ben hiçbir şey anlayamadım sohbetinizden. Siz böyle mi sohbet edersiniz?» diye sordum. Dedi ki:
«–Evet dedi, biz baş başa kaldığımız zaman Allah Rasûlü’yle, bu şekilde sohbet ederiz.»”
“Ben insanın sırrıyım, insan da benim sırrım.” (Bkz. Fusûsu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48)
Yine İbrahim Edhem Hazretleri buyuruyor ki:
“Bizim ilâhî muhabbette duyduğumuz, lezzet, huzur, vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı, krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de, krallıklarını da feda ederlerdi.”
O mânevî lezzet, Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıkça duyulan lezzet… Fânî lezzet, elde edince bitiyor. Çok acıktın, bir kap yemek yedin bitti. Çok susadın birkaç bardak su içtin, bitti. Fakat ilâhî muhabbet, o arttıkça artıyor.
Mevlânâ Hazretleri’nden bir hikâye var:
“Bir gece vaktiydi diyor, evimden dışarı çıktım. Gece karanlıkta kırlarda geziniyordum. Bir adamcağız elinde bir fenerle dolaşıyordu. Adama dedim ki:
«–Sen ne arıyorsun bu karanlıkta, bu gece yarısında?»
«–İnsan arıyorum.» diye cevap verdi.
Ona dedim ki:
«–Yazık, boşuna yoruluyorsun. Ben yurdumu terk ettim de onu bulamadım. Git evine yat, rahatına bak. Nafile dolaşıyorsun dedim. Onu hiçbir yerde aradığını bulamayacaksın.» dedim.
Adamcağız acı acı bana baktı:
«–Bulamayacağımı ben de biliyorum ama dedi, onun hasreti bile, hasretle onu aramam bile bana bir lezzet veriyor.»”
Ne arıyor burada? “Rahmet insanı” arıyor.
Rasûlullah Efendimiz:
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
(“(Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107])
O rahmetten nasîb almış bir insan arıyor. Yani kendini Hakk’a râm etmiş bir insan arıyor.
Rahmet insanı, o insan Güneş gibidir. Nasıl ki Güneş en kuytu yerleri aydınlatır, insanlığa rahmet olur Güneş. İşte Efendimiz’in “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet) hâlinden hisse alan Hak dostları arayışı bu…
Bunun için Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a baktığımız zaman, nasıl bir Hak dostunun bir hususiyeti; sırtında gece vakti çuvallarla dolaşıyor. Gariplerin evlerini bulmak, onlara bu malzemeyi vermek. Niçin bunu yapıyor? Mes’ûliyetten kurtulmak.
Dâvud-i Tâî Hazretleri, kendisine bir et yemeği getiriliyor, günlerce yememiş, talebesi getiriyor.
“–Oğlum diyor, bunu ben bir yersem diyor dışarı çıkacak. Şu yetimlerden ne haber diyor. Onlara verirsen diyor, Arş-ı Âlâ’ya çıkacak.”
Yani yetimin hakkından korkuyor. Yetimin hakkını tevzî etmek.
Ömer bin Abdülazîz bir mes’ûliyet içinde. Hanımı diyor ki:
“Bâzen diyor, seccâdeye oturur, hüngür hüngür ağlardı diyor.
«–Nedir derdin?» dediğim zaman;
«–Ümmet-i Muhammed’in hâli bana kıyamet günü sorulduğu zaman ben cevap vereceğim? Fakirler, kimsesizler, mazlumlar, yalnızlar, zulüm görenler, benim ulaşamadığım kimseler… Yarın Cenâb-ı Hak bana itâbda bulunursa, Allah Rasûlü bana serzenişte bulunursa ben ne cevap veririm?..»”
Diyor ki hanımı:
“Bazen öyle bir olurdu ki, sanki diyor, bir havuza düşmüş kuş gibi çırpınmaya başlardı yatağın içinde diyor. Ben bakamazdım diyor, üzerine çarşafı atardım.” diyor.
Mes’ûliyeti tefekkür etme. Zira Cenâb-ı Hak:
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ. وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ.
(“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” [ez-Zilzâl, 7-8])
Zerrelerden hesaba çekileceğiz. Bu Mevlânâ’nın anlattığı gibi Ferîdüddîn Attar Hazretleri, Allah dostu, çok tecellîler var. Sırrını, derdini anlatacak bir insan arıyor. Rahmetli üstâdımız Sâmi Efendi Hazretleri, onun, Ferîdüddîn Attar Hazretleri’nin bu misâlini çok verirdi. Diyor ki Ferîdüddîn Attar Hazretleri:
“Ben diyor, ben bir kuş idim diyor. Âlem-i râzdan diyor, uçtum, yani sırlar âleminden uçtum diyor. Sırlarla doluydum diyor. Tâ ki aşağıdan yukarıya bir av götüreyim. Yani sırrımdan anlayan bir dost bulayım. Lâkin mahrem-i râz, sırra mahrem olacak, ilâhî esrâra mahrem olacak kimseyi bulamadım. Geldiğim kapıdan çıktım gittim.” diyor.
Demek ki bu Hak dostlarında nasıl tecellîler oluyor…
Onuncusu:
Dünyevî, nefsânî zevkler, onlarda ömürlerini bitirmiştir. Onlar hayatta dâimâ:
حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا
(Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin.)
Yani dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmetlerin bir muhâsebesi içinde. En büyük nîmet de İslâm nîmeti. En büyük nîmet, Allah Rasûlü’ne ümmet olma nîmeti.
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)
Bunun bedelini biz nasıl ödeyeceğiz? Bunun bir tefekkürü içinde bulunabilmek.
مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا
(“Ölmeden evvel ölünüz.”)
Öldükten sonra zaten bütün nefsânî arzular bitecek. Daha dünyadayken bu nefsânî arzulardan vazgeçebilmek…
On bir:
Açlıkta ve toklukta, uykuyla uyanıklıkta, susmakta konuşmakta, yalnızlıkta ve kalabalıkta, velhâsıl bütün hâl, hareket ve ibadetlerde işin en hayırlısı olan orta yolu bulmak. Orta yolda devam etmek. İfrat-tefrit yok. Sünnet-i seniyye izinden gitmek.
Zira Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey îman edenler! Allah ve Rasûlüʼnün önüne geçmeyin…” (el-Hucurât, 1)
Yani her hâlimizi Allah Rasûlü’nün hâliyle mîzân etmek.
Suyu Allah Rasûlü ne şekilde içerdi? Sabahleyin kalktığı zaman hangi duâyı okurdu? Hangi âyeti okurdu? Yolda giderken nasıl giderdi? Ne okurdu yolda?
Bir garibin derdiyle ne şekilde meşgul olurdu? Onu rahata kavuşturmadan rahat bulabilir miydi kendisi?
Velhâsıl âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
“Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir.” buyuruyor Nisâ Sûresi, 80. âyet.
Diğer husus, on ikinci şey:
Sözlerinde sâdık olup aslâ vaatlerinden dönmezler. Bir mü’min, el-emîn, es-sâdık olacak. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dâimâ, şeyden de evvel, İslâm gelmeden de evvel; “el-Emîn geldi, es-Sâdık geldi, en doğru insan geldi, en sâdık, en dürüst insan geldi.” derlerdi.
Yine Cenâb-ı Hak âyette buyuruyor:
“…O gün sâdıkların sıdkının fayda vereceği gündür…” (el-Mâide, 119) O kıyâmet günü. Demek ki bu doğruluk çok mühim.
Yine Furkan Sûresi’nde:
“O kullar, yalan yere şâhitlik etmezler…” (el-Furkân, 72)
Hep doğrudur onlar, eğrilmezler, bükülmezler, yamulmazlar.
“…Boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.” (el-Furkân, 72) Orada bulunmazlar. Oradan bir in’ikâstan çekinirler.
Ayıpları örterler. Tecessüs yoktur, bir kimsenin sırrını başka bir kimseye ulaştırmazlar. Gönül sırlarını öyle örterler ki aslâ ifşâ etmezler.
Devamlı tevâzu ve hiçlik hâlindedir. Dâimâ “Yâ Rabbi. Sen!” derler.
Kendilerine yapılan ufak bir şeyi bile, ufak-büyük, hepsini affederler. Zira Cenâb-ı Hak:
“…Allâhʼın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) buyuruyor.
Affede affede affa lâyık hâle… “Bana şunu yaptı, bunu yaptı vs…” Biz ne çok hatalar yapıyoruz Allâh’ın emirlerine karşı. Nasıl o zaman “Yâ Rabbi, af!” diyeceğiz?
Yine onlar, dâimâ gördükleri hatâyı kendilerine izâfe ederler.
Fudayl bin Iyaz Hazretleri var. Diyor ki -Allah dostlarından-:
“Ben diyor, Allâh’a karşı bir suç işlediğimde bunu merkebimin ve yardımcımın ahlâkının değişmesinden anlarım.”
Benden ona in’ikâs olur, akseder benim yanlışım. Onun için merkebimin bile huyu değişir. Müstahdemimin huyu değişir. Yani ben bir günah işlediğimde onların ahlâkı ve davranışları bozulur.
Demek ki birçok olumsuzlukta hatâyı kendimize izâfe edebilmek.
Yani ben ne yaptım ki karşıma bunlar çıktı. Peygamberlerde, evliyâullah’ta terfi-i derecât var, o ayrı.
Bir müslümanın derdiyle dertlenmek. Hidâyetine vesîle olmak. Onlar için en büyük bir nîmettir. Onun için ashâb-ı kirâm bütün dünyanın her, dört tarafına doğru gittiler. Eyyûb el-Ensârî Hazretleri seksen küsur yaşında iki sefer İstanbul’a geldi. Niye? لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ (“İstanbul elbette fetholunacaktır…” [Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300]) hadîs-i şerifi(nin müjdesi)ne nâil olmak için. Efendimiz’in bu iltifatından bir hisse alabilmek için.
Onlarda lisanlar latîftir. Mülâyim bir üslûpla konuşurlar. Kaba bir ifade yoktur, çatık kaş yoktur. Nasıl konuşurlar? Cenâb-ı Hak:
قَوْلًا كَرِيمًا buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 23) İkramkâr, iltifatkâr söz söylerler.
قَوْلًا مَيْسُورًا buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28) Bir gönle sevinç verir, huzur verirler. Hiçbir şey veremiyorsa bile onu bir tesellî eder. Onu tesellîsi bile bir infaktır.
قَوْلًا مَعْرُوفًا buyruluyor. (el-Ahzâb, 32) Güzel ve tatlı dille konuş buyuruyor Cenâb-ı Hak.
“…En bed ses, merkeplerin sesidir.” (Lokmân, 19) buyuruyor. Cenâb-ı Hak misal olarak merkepleri veriyor. Cenâb-ı Hak merkeplere o sesi veriyor ki sen insan olarak o merkepler gibi konuşma! Tırmalama ruhları! Zarif insan ol!
قَوْلًا لَيِّنًا buyuruyor. (Bkz. Tâhâ, 44) Yumuşak lisan kullan. Cenâb-ı Hak Firavun’a gönderirken Mûsâ -aleyhisselâm-’ı, leyyin lisan kullan, suyun akışı gibi huzur verici bir dil kullan buyuruyor.
Demek ki bir müslümanın dili böyle olacak. Tabi gönlü o şekilde olursa dili de o şekilde olmuş olur.
Kalpleri bir dergâh hâlindedir. Herkese karşı yumuşak ve iyilikle davranırlar. Lûtuf, şefkat ve merhametle muâmele ederler. Bir âciz insan karşısında ona daha çok yardım ederler. İşte ecdâdımız Osmanlı, bu akıl hastalarına, “akıl hastaları” dememiş; “muhterem âcizler” demiş. Onu âciz yapan Cenâb-ı Hak. Ona iltifat olarak “muhterem”. “Deliler” denmemiş.
O zaman Avrupa’da bir insan akıl hastasıysa, “buna cin girdi” diye ateşe atarlardı. Daima ecdâdımızda Edebali silsilesi dâimâ merhamet, şefkat tevzî etti. Hak-hukuk tevzî etti. 26 bin küsur vakıf kuruldu -bilinen-. Meselâ bir vakıf, Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın kurduğu bir vakıf, Şam’daki bir vakıf, o vakfın şartı; “müstahdemlerin/çalışanların yanlışlıkla kırdıkları eşyâ tazmin edilecek. Onlar azarlanmayacak. Bir gönle diken batırılmayacak.”
Nasıl Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı…
Yine bu merhamet, şefkat dolayısıyla, bu tasavvufun getirdiği, Edebali silsilesinin getirdiği rûhâniyetle ecdâdımızda vakıflar, toplumu bir ağ gibi örmüş. Dergâhlar kurulmuş. Dergâhların kapısı herkese açık. Bir sarhoşa bile açık. Hattâ Mevlânâ, semâ esnâsında, zikirde, bir sarhoş zikre giriyor içeriye. Sarhoşu itmeye kalkıyorlar.
“‒Yok diyor, (günaha olan nefreti günahkâra taşırmamak) o içmiş diyor, sarhoş olmuş; siz de içmeden sarhoş olmuşsunuz.”
Yine, nakledildiğine göre İbrahim Edhem Hazretleri, sızmış hâldeki bir sarhoşun pis kokulu, bulaşık, kusmuklu ağzını yıkıyor. Niçin yıkadığını soranlara da:
“‒Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve bu ağzı bulaşık şekilde bırakırsam, Cenâb-ı Hakk’a karşı, zikreden bir dile karşı, ağza karşı hürmetsizlik etmiş olurdum.” diyor.
Sarhoş ayılıyor, kendine geliyor. Diyorlar ki:
“‒Horasan zâhidi İbrahim Edhem senin ağzını yıkadı. Sarhoştun, ağzını yıkadı. Kusmuklu ağzını yıkadı.”
Durumdan mahcup olan sarhoşun gönlü uyanıyor:
“‒Öyleyse diyor, ben bundan sonra tevbe ediyorum diyor, istiğfâr ediyorum.” diyor.
İbrahim Edhem Hazretleri’ne rüyâsında Hak katından bir nidâ geliyor:
“‒Sen Biz’im için onun ağzını yıkadın, Biz de Sen’in için onun kalbini yıkadık.” buyuruyor.
Bu çok mühim kardeşler.
Merhum, -Allah âhirette beraber etsin- Sâmi Efendi Hazretleri’ne, bir talebesi, işi bozuluyor, vs. oluyor, içkiye mübtelâ oluyor. Hazretin kapısına geliyor. Orada birisi diyor ki:
“‒Sen diyor, utanmıyor musun diyor, böyle bu şekilde bir kapıya, hangi kapıya geldiğinin farkında değil misin?” diyor.
O da diyor ki:
“‒Başka gidecek kapı var mı diyor. Başka sığınacak kapı var mı?” diyor. Orada Sâmi Efendi Hazretleri:
“‒Gel yavrum içeri.” diyor.
Velhâsıl onların kalpleri bir dergâh olmuş oluyor. Merhamet…
Yine Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri:
“İntisâbımın ilk yıllarında diyor, öyle bir coşkunluk geliyordu ki diyor, diyordum «Yâ Rabbi! Huzûr-i ilâhîye bomboş olarak geleyim. Şâyân-ı kabul amelim varsa onları günahkâr kullarına bağışlayayım.» Böyle duygular içinde oldum diyor. Fakat bu duygular devam etti bende.” diyor.
Demek ki (îmânın) gönüldeki ilk meyvesi merhamet olmuş oluyor.
Ebû Hafs Haddâd vardır. Bu, demirci. Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’ne, zamanın kutbu kimdir, o keşfoluyor. Gidip bu zâtı bulayım diyor. O zâtın amellerine göre amellerimi istikâmetlendireyim diyor.
Gittim baktım diyor, bir demirci diyor. Ateşin içine demiri sokmuş, demiri tavlıyor, demire şekil vermeye çalışıyor. Bir taraftan ağlıyor. Şıpır şıpır gözyaşları dökülüyor. Selâm verdim, girdim diyor.
“‒Niye ağlıyorsun?” dedim diyor. Dedi ki diyor:
“‒Benim derdimden daha fazla bir dert mi var şu âlemde?”
“‒Nedir derdin?”
“‒Ümmet-i Muhammed’in o günahkârlarının hâli ne olacak kıyâmet günü?”
“‒Peki seni ne alâkadar ediyor bu?”
“‒Benim fıtratım/yaratılışım mâye-i merhametle yoğrulmuştur. Bir müslüman eziyet görürken ben huzur bulamam.”
Hep evliyâullahın bu hâlleri bize ders… İşte bugün Haleb’i görüyoruz.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan bir hadîs-i şerîf var:
“Ashâb-ı kirâm arasında bu biraz tartışılır hâle geldi:
Kıyâmet günü bir kişi diğer kişinin yakasına yapışacak, diyecek ki:
Dünyada iken ben seninle beraberdim. Beni sen hatâ işlerken görüyordun. Beni îkaz etmedin, irşâd etmedin. Bugün de ben senden dâvâcıyım diyecek.” (Bkz. Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, III, 164/3506; Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, V, 384)
İşte bunun için de ashâb-ı kirâm dünyanın dört tarafına yayıldı.
Tarihimize baktığımız zaman, 24 milyon kilometrekareye ulaşıldı. Oradan bir menfaat almak, maddî bir menfaat almak için gidilmedi. Allah rızâsını tahsil için gidildi.
Osman Gâzi, oğluna dedi:
“Tevhid dedi, iki kıtaya sığmaz dedi. Sen onu dünyaya taşıracaksın.” dedi.
Tâ Murad Han kalktı Kosova’ya gitti, şehîd oldu orada. Yüzde doksan beşi müslüman oldu oranın.
Fatih, İstanbul’un fethinden on sene sonra Bosna’ya gitti. Yüzde yüzü o Boşnakların müslüman oldu. Anadolu’nun temiz halkı gitti oraya. Kāliyle, hâliyle, yaşayışlarıyla orada İslâm’ı seyrettirdiler.
Efendim, âyet-i kerîmede buyruluyor:
“Îmân edip sâlih ameller işleyene gelince (Meryem Sûresi 96. âyet) çok merhametli olan Allah onun için gönüllerde bir sevgi yaratacaktır.”
Hakîkaten Allah dostları, fânî hayatlarından sonra da unutulmuyor. Bir Gazâlî unutulmuyor. Mezheb imamları unutulmuyor. Kıraat imamları unutulmuyor. Tasavvuf büyükleri unutulmuyor. Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri unutulmuyor. İşte üç gündür onun sempozyumu devam ediyor. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri -aradan dört yüz sene geçmiş- unutulmuyor. Onun bugün, onun vakfının nîmetleriyle perverde durumdayız. Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, onları hayırla yâd ediyoruz. Onların irşadlarıyla perverde hâldeyiz bugün.
Velhâsıl o Hak dostları, Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir nîmetleri oluyor…