Hacı Musa Efendi kuddise sirruh’nun Vefâtının 13. Sene-i Devriyesi: GÖNLÜNÜ DERGÂH EYLEYEN HAK DOSTLARI

Ebedî Fecre

Yıl: 2012 Ay: Temmuz Sayı: 89

REHBERLERE MUHTACIZ

İnsan, karaktere hayran…

Toplumlar; şahsiyete meftun…

Fert ve cemiyet; tâbî olacağı, muhabbetle aynîleşerek takip edeceği, önderlere muhtaç…

Cenâb-ı Hak; bu ihtiyacı sebebiyle beşeriyete, en büyük insan terbiyecileri olan peygamberleri lutfetti. Beşeriyetin babası Hazret-i Âdem’den, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e kadar 124 bin küsur peygamber göndererek, insanlığı; hayra, hakka, adâlete, ibâdete, hülâsa iki cihan saâdetine davet etti.

Rabbimiz; Kur’ân-ı Kerim’de peygamberleri; imamlar, toplumun önderleri olarak vasfetmektedir:

وَجَعَلْنَاهُمْ اَئِمَّةً يَهْدُونَ بِاَمْرِنَا وَاَوْحَيْنَا اِلَيْهِمْ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَاِقَامَ الصَّلٰوةِ وَا۪ٖيتَاءَ الزَّكٰوةِ وَكَانُوا لَنَا عَابِد۪ٖينَ

“Onları, emrimiz istikametinde doğru yolu gösteren önderler yaptık ve kendilerine; hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, dâimâ bize ibâdet eden kimselerdi.”(el-Enbiyâ, 73)

Böyle şahsiyetlerden mahrum bulunan toplumlar; çeşitli imkânlarla şımarmış, toplumu şehevâta, Hakk’a isyana ve nefsâniyetin hoyratlığına sevk eden dalâlet ve idlâl ehlinin eline düşer. Böyle bir toplumun da âkıbeti helâk olur. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَاِذَا اَرَدْنَا اَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً اَمَرْنَا مُتْرَفٖ۪يهَا فَفَسَقُوا فٖ۪يهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمٖ۪يرًا

“Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helâke müstehak olur; biz de orayı darmadağın ederiz.”(el-İsrâ, 16)

İnsanlığı kahr-ı ilâhî tecellîlerinden muhafaza etmek için; her mü’min önce kendi şahsiyetini inşâ etmek, daha sonra da, tevzî edebildiği şahsiyet nisbetinde topluma önderlik yapmak vazifesiyle karşı karşıyadır. Rabbimiz, hâlis kullarının duâları cümlesinden şu niyazı bize talim buyurmaktadır:

وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقٖ۪ينَ اِمَامًا

“Bizi takvâ sahiplerine önder kıl!”(el-Furkān, 74)

Nitekim;

Son Peygamber Hâtemü’l-Enbiyâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonra, kıyâmete kadar; fert ve cemiyeti terbiye, tezkiye ve irşad vazifesini Allah dostları tevârüs ettiler. Dînin zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş bu yüksek şahsiyetler zamana yayılmış zirveler hâlinde, Allâh’ın izniyle kıyâmete kadar irşâda devam edeceklerdir.

ALLAH DOSTU KİMDİR?

Hak dostları; ehlullah, evliyâullah isimleriyle zikrettiğimiz bu zâtlar;

• İslâmiyet’in zâhirî ve derûnî esaslarını şahsiyetlerine nakış nakış işleyen,

• Zühd ve takvâ yolunda kalben merhaleler kat ederek bütün fiil ve hareketlerinde kemâle erişen,

• Îman lezzetine ve duygu derinliğine kavuşan,

• İnsanlığı küfrün ve fücûrun karanlık gayyâsından kurtararak; güzel ahlâka, yani mânevî olgunluk ve nûrâniyet semâsına yükseltebilme dâvâsına, bütün gayretlerini sarf ve teksif eden; ârif, sâlih ve kâmil mü’minlerdir.

Vefâtının 13. sene-i devriyesinde bulunduğumuz merhum pederimiz Hacı Musa TOPBAŞ Efendi kuddise sirruh da kendisinden istifâde etme nasîbine eriştiğimiz bir Allah dostu idi.

İbâdet ve tâatindeki derin ihlâs ve samimiyeti, irşad ve terbiyesindeki titizliği ve ciddiyeti bizlere mîyâr idi. Üstâdı Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri’ne bende olmuş sadâkati ile bize Hak yolunda rehber idi.

Vakıf ve hizmetteki üstün himmet ve gayreti, sehâvetindeki müstesnâ zarâfetiyle bizlere nümûne idi…

Nûrânî sîmâlarıyla da âhirete yüz akı ile göçebilmenin saâdetini bize her an hatırlatan nurlu bir hidâyet kandiliydi. O, bizler için;

YÜZ AKLIĞININ TİMSÂLİ…

Seherlerin nûruyla parıldayan secde izleriyle, saffet ve nezâhet timsâli ak, berrak ve mütebessim bir çehre; Hak dostlarının fârik husûsiyetlerindendir.

Nitekim ashâb-ı kiram;

“–Allâh’ın velî kulları kimlerdir?” diye suâl edince, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–(Allâh’ın velî kulları) yüzlerine bakıldığında Allah Teâlâ’yı hatırlatan kimselerdir.”buyurmuştur. (Heysemî, X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4)

Muhterem pederim Musa Efendi de nûrânî sîmâlarıyla; kendilerini hiç tanımayan, yolda, sefer hâlinde kendisine tesadüf eden kişileri dahî mânevî bir cezbeyle tesir altına alırlardı.

Hak dostlarının sîmâlarındaki bu beyzâ ve nûrânî televvünün güzel bir misâli de Mevlânâ Hazretleri’dir:

Zamanın Selçuklu Sultanı’nın kızı ve Hazret-i Mevlânâ’nın mürîdesi olan Gürcü Hatun, bir gün devrin meşhur ressam ve nakkaşı Aynü’d-Devle’yi Hazret-i Mevlânâ’nın dergâhına gönderir. Maksadı, müsaade alabilir ve başarabilirse bu ressamın, Hazret-i Mevlânâ’nın resmini çizmesini sağlamaktır.

Ressam, vardığı huzûrun rûhâniyetinden gafil bir şekilde varıp vaziyeti Hazret-i Mevlânâ’ya anlatır. O da mütebessim bir çehreyle;

“–Sana emredileni, dilediğin gibi yap bakalım yapabilirsen!” der.

Ressam başlar o nur sîmâyı resmetmeye. Fakat mesafe aldıkça, bakar ki karşısındaki sîmâ, çizdiği resimden alâkasız bambaşka bir muhtevâ ve şekle bürünmüş. Akıl-sır erdiremeyip yeniden çizmeye koyulur. Fakat çok geçmeden bu teşebbüs de aynı âkıbete uğrar. Böylece yirmi yaprak eskitir. Sonunda aczini anlar ve bu hevesten vazgeçmek mecburiyetinde kalır. Varıp Hazret-i Mevlânâ’nın ellerine kapanır. Çünkü o meşhur ressamın sanatı, kendi çizgilerinin içinde kaybolmuştur.

Kendi ihtisas sahasından geldiği için onu daha bir sarsan bu hâdise, ressamın gönlünü uyandırır; hayret, dehşet ve ürperiş içinde, cümle Hak dostlarının çerağını tutuşturan ilk kandile, Kur’ân lisânıyla Sirâc-ı Münîr / parıl parıl nur saçan bir kandil olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in cemâlini tahayyüle dalar ve dilinden şu sözler dökülür:

“–Bir dînin velîsi böyle olursa, kim bilir Nebî’si nasıl olur?!.”

Hak dostlarının sîmâlarına yansıyan bu cemal, elbette mâsivâya ait renk ve ışıklardan değil, mâverâya ait mânâlardan neş’et eder. Bu nur, Kur’ân ve Sünnet’le müzeyyen bir hayatın güzelliğidir.

Dolayısıyla;

Hak dostlarının fârik husûsiyetlerinden bir başkası, istikametleridir. Yani;

KUR’ÂN VE SÜNNET MUHTEVÂSINDA BİR HAYAT

Cenâb-ı Hakk’a dost olabilmek, takvâ hayatı yaşayabilmek demektir.

Takvâ; kulun Rabbi ile kalpte buluşması, yani merhamet, şefkat, affedicilik, hilim gibi cemâlî sıfatların kalpte tecellîye ermesidir. Yani kulun her davranışta, her hâlde, hattâ her nefeste, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını aramasıdır.

Takvâ hayatı yaşamak demek; cenneti kazanabilmek, cennetin güzelliklerinden, derinliklerinden, ilâhî ikramdan anlayabilecek bir kalbe dünyada sahip olabilmek demektir.

Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif kalıplarda 258 yerde takvâ zikredilmektedir.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den Hazret-i Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh- Efendimiz’e, Bâyezîd-i Bestâmî Hazretleri’nden Şâh-ı Nakşibend kuddise sirruh’e, İmâm-ı Rabbânî’den Hâlid-i Bağdâdî’ye, Ramazanoğlu Mahmud Sâmî Hazretleri’nden, Hacı Musa Efendi’ye Hak dostlarının irşad ve talim ettikleri; adına mârifet, irfan, ihsan, zühd veya tasavvuf adı verilen şey; İslâm’ın derin bir duyuşla yaşanması, yani takvâdan ibarettir.

Cenâb-ı Hak; bizleri mü’min ve müslüman gibi vasıfların ilerisine geçerek müttakî / takvâlı olmaya, yani ömrü takvâ ile yaşayan kullardan olmaya davet etmektedir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّقٖ۪ينَ

“Allah’tan korkun ve bilin ki Allah müttakîlerle beraberdir.”(el-Bakara, 194)

Bütün insanlığa bir ilâhî beyannâme olan Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın hidâyet nûrunu gönüllerde tutuşturan öğüt ve nasihatlerinden hakikî bir şekilde istifadenin yolu da takvâ hayatı yaşamaktan, müttakî olmaktan geçer. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

TAKVÂ ŞARTI

هٰـذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّقٖ۪ينَ

“Bu (Kur’ân), bütün insanlığa bir açıklamadır; takvâ sahipleri için de bir hidâyet ve bir öğüttür.”(Âl-i İmrân, 138)

Hak dostları; mü’minleri bu takvâ hayatına davet eden, ömürlerini irşad ve hizmete vakfetmiş sâlih kişilerdir. Onların yolları, usulleri, ve dergâhları da «takvâda yardımlaşın» emrinin yerine getirilmesi için tesis edilmiş müesseselerdir. Âyet-i kerîmede iyiliğin kemâli ve takvâ üzerinde mü’minlerin yardımlaşması, bu hususta birlik-beraberlik içinde dayanışmaları şöyle emredilir:

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللّٰهَ

“İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun!”(el-Mâide, 2)

İnsan bir yolculuğa çıkacağında, yanına yol için gerekli hazırlıklarını alır. Bilhassa geçmiş zamanın uzun yolculukları hatırda tutulursa, yolcunun yanında azığını taşıması zarûreti vardır.

Her insan, ölümüyle beraber; berzahtan, mahşerden, hesaptan, mîzandan geçen ve sonunda cehennemin üstüne kurulmuş sırat köprüsüne dayanan uzun bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuğun fayda sağlayan yegâne azığı takvâdır.

İlâhî talimat:

وَتَزَوَّدُوا فَاِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوٰى

“…Kendinize yol azığı hazırlayınız; şüphe yok ki azığın en hayırlısı takvâdır…”(el-Bakara, 197)

Çünkü; takvâ azığımız varsa ilim de dâhil olmak üzere ilâhî yolculuktaki ibâdetler, hayır-hasenat, muâmelât ve hizmet gibi vasıtalar bizi Hakk’a râm eder. Eğer takvâ azığımız yoksa netice hüsrandan ibârettir, amellerimizin ıskartaya çıkmasıdır…

Kur’ân-ı Kerim, çeşit çeşit misallerle takvâyı hatırlatır.

BİR ZIRH VE ELBİSE OLARAK TAKVÂ…

İnsan, nâzik bedenini; soğuktan, sıcaktan, çeşitli zararlardan korumak, iffet ve hayâ gereği nazarlardan saklamak ve bir yandan da çirkinliklerini örtüp güzel görünmek, ziynetlenmek için elbiseler giyer.

Bedenin maddî ve zâhirî örtünme, sakınma ve çirkinliği giderip güzelleştirme ihtiyacı gibi, rûhun, nefsin ve kalbin de mânevî bir kalkan ve kaftana ihtiyacı vardır. İnsanı mânevî kötülük ve zararlardan koruyan ve onu rûhen ve mânen güzelleştiren takvâ elbisesine.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَلِبَاسُ التَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌ

“…Takvâ elbisesi… İşte o, daha hayırlıdır.”(el-A‘râf, 26)

Muhterem Hacı Musa Efendi gibi «ehlullâh»ın vazifesi bir bakıma; hakikat atlasından, takvâ libasları biçerek, mârifet tâliplerini, mâneviyat halkasına takvâ ile kuşandırmaktır.

Tasavvuf, takvâya erebilme sanatıdır. Takvâ ise; nefsânî arzuları zayıflatmak, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmek ve Cenâb-ı Hak’la dostluğun tesisidir. İnsan terbiyesi olan tasavvufu bir kelime ile îzâh edecek olsak; «takvâ» kelimesi kâfîdir.

Hak dostları bu hakikati, farklı îkazlar ve tembihlerle dile getirmişlerdir. Abdülkādir Geylânî kuddise sirruh şöyle buyurur:

“Ey oğul! Dünyalık toplarken, gece odun toplayan fakat eline ne geldiğini bilmeyen kişi gibi olma. Eline geçen dünyalığın helâl mi haram mı, meşrû mu yoksa gayr-i meşrû mu olduğuna dikkat et. Bütün fiillerinde tevhid ve takvâ güneşi ile beraber ol.”

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de mâneviyat yolunun, ancak ilm-i nâfi, amel-i sâlih ve takvâ ile ikmâl olabileceğini ifade buyurmuştur.

Çünkü takvâ, kalbi; mâsivâdan, yani Allah’tan uzaklaştıran her şeyden korumak sûretiyle cemâlî tecellîlerin mâkesi hâline getirmektir.

Takvâda derece kazanan Hak dostları; cemâlî vasıflar olan af, merhamet, şefkat, diğergâmlık, sehâvet gibi ahlâkî hasletlerde bambaşka tecellîlerle dolarlar.

Muhterem Pederim Musa Efendi de; cömertlik ve infakta, bilhassa hediye ve ikramları edâ edişteki zarâfetlerinde bambaşka idiler. O nurlu sîmânın en güzel hâtırası;

SEHÂVETTEKİ ZARÂFET…

Musa Efendi Hazretleri, infâkını çok güzel bir İslâmî üslûp, nezâket ve edep içinde yapardı. Kime ne kadar verecekse onu güzel bir zarfın içine koyar ve üzerine de hürmetkâr bir hitaptan sonra;

“İkrâmımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” diye yazardı. Yani Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına vesile olduğu için, muhatabına karşı samimî bir gönül teşekkürü içinde olur, muhatabını da minnet altında bırakmamaya titizlik gösterirdi.

Bizlere verdiği nasihatlerde üzerinde en çok durduğu husus, infaktı; yani Allâh’ın ihsân ettiği nimetleri, O’nun rızâsı istikametinde cömertçe sarf edebilmekti.

Bunun için de nefsin ihtiyaçlarını asgarî seviyede tutmak mânâsıyla riyâzatı tavsiye ederdi. Derdi ki:

“Evlâdım, mutlaka riyâzat hâlinde yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini yine Allah için infâk edin!”

“Riyâzat hâliniz sadece üç aylara mahsus olmasın. Riyâzâtı, yalnızca Ramazanlara da hasretmeyin. Onu, hayatınızın her safhasına yayın. Yani her zaman riyâzatla yaşayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk edin!”

Şunu iyi bilin ki, Dolmabahçe Sarayı’nda da Topkapı Sarayı’nda da yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya mecbursunuz. Onun için malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın.

Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk etmezseniz, Allâh’ın verdiği nimetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infâk edilmeyen nimetler ziyân edilmiş demektir. Ziyân edilen nimetler de hesabı çok ağır birer âhiret vebâlidir.”

İnfâkı, cömertliği öğretmek konusunda da zarif usûlleri vardı. Bir muhtaca bir şey takdim edeceklerinde bazen küçük çocukların eliyle verir, onların infâka alışmasını temin ederlerdi.

Bir defasında mühim bir hizmet için bağış toplanırken gözlerini, hemen yanı başında duran yedi-sekiz yaşlarındaki bir çocuğa tevcih etmiş bakıyordu. Bu bakışlardan habersiz çocuk, büyüklerindeki infak seferberliği heyecanını hissetmiş olacak ki, küçük kalbinin büyük edâsı ile elindeki az miktardaki bozuk parayı yardım sandığına uzattı. Bunu gören Musa Efendi kuddise sirruh; o çocuğu yanına çağırdı, başını okşadı, güzel iltifatlarda bulunduktan sonra latîfeli bir şekilde;

“–Âferin evlâdım, deminden beri seni gözledim. Eğer bir şey vermeseydin, bu dedeni üzmüş olacaktın!..” dedi.

Kalplerini, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî vasıflarının tecellîgâhı eyleyen «evliyâullâh»ın bütün mahlûkāta merhamet ve şefkatleri de müstesnâ bir vasıf kazanır. Onların fârik bir diğer husûsiyeti;

DERGÂH HÂLİNDE BİR GÖNÜL…

İnsanların en bahtiyarları, kalplerini Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye ikliminde mânevî bir dergâh hâline getirerek, mahlûkātı onun içine alabilenlerdir. Merhametli müşfik gönüller, âdetâ bütün varlıkları içine alan bir dergâh, bir anne kucağı olmuşlardır…

Kalp, ilâhî feyizlerle hâllenince; onda Hâlık’tan ötürü mahlûkāta hizmet arzusu doğar. Dostluğun merkezine Allah ve Rasûlü’nü yerleştirenler, bütün mahlûkāt ile dost olurlar. Böyle bir hizmet erinin yüreği, genişleyerek bütün mahlûkātı içine alan bir «ganî gönül» yani bütün mahlûkātı kuşatan seyyar bir dergâh hâline gelir.

Onların gönülleri, bütün cihanı içine alacak bir dergâh hâlindedir. O dergâhtan Hazret-i Mevlânâ’nın çağrısı gibi dört bir yana nidâlar, davetler yükselir:

“Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel!

Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da gel!

Bizim dergâhımız (olan İslâm), ümitsizlik dergâhı değildir.

Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel!..”

Şüphesiz ki bu davetin özü şu;

“Ne olursan ol, kurtuluşa dön. Gittiğin yanlıştan geriye dön, aslına dön de bu ümit dergâhına gel. Af kapısında tevbeye gel…”

Yani;

Bu rahmet çağrısı; ne durumda olurlarsa olsunlar, Allâh’ın bütün kullarını hakikî saâdeti tatmaya, gerçek fazîleti idrâk etmeye ve İslâm’ın güler yüzünü seyretmeye davettir.

Bu davet, hidâyete davettir. Karanlıkta kalmış ehl-i dalâleti, îman nûruna çağırmaktır. Ümitsizliğin bağrına düşmüş mücrimleri yeniden tevbeye davettir. İçinde bulundukları menfî hâl üzere kalmaya değil, onu bertarâf etmeye davettir. Günahkârları yaralı bir kuş gibi farz edip, tedâvi için gönül sarayına konmaya davettir.

Bu müsâmahakâr davetteki gaye; insanı, öz cevheriyle tanıştırıp onu şefkat ve müsâmahanın feyizli ve sıcak zemininde hatalarından kurtararak İslâm ile şereflendirmektir. Yoksa herkesi bulunduğu eski hâli üzere kalmak şartıyla gayesizce kabullenmek değildir. Maksat, o kişinin iç âlemini düzeltmektir. Nitekim bir tamirciye âletin bozuğu götürülür. Böyle zâtların gönül dergâhları da bir tamirhâneye benzer ki; orada yapılan iş, yanlışları düzeltmek olduğu için, davetin daha ziyade hatalı insanlara hitâben yapılması gayet tabiîdir.

Asr-ı saâdetten itibaren baktığımızda; toplumun her tabakasına bu müsâmahakâr çağrıyla hitâb eden; zayıfı, düşkünü, günahkârı, zavallıyı, mahzun ve mazlumları gönül dergâhlarına kabul eden Hak dostlarının mevcut olduğu devirlerde, psikolojik ve psikiyatrik rahatsızlıkların hemen hemen hiç yaşanmadığını görmekteyiz. Hak dostlarının halkaları, sürur mekânı;

SIHHAT VE HUZUR İKLİMİ…

Çünkü o derya gönüller, sahillerine vuran nice eli yüzü kara mücrimin, tezkiye ve ıslâhına vesile oluyorlardı.

O dergâh gönüllüler; nice mahzunu bahtiyar, nice kırık kalbi mesrûr eyliyorlardı. Bugün intihara, haplara, ilâçlara, uyuşturuculara, alkolizme sığınan bedbahtlar; o bahtiyar devirlerde dergâhların müşfik gönüllerine teslim oluyorlardı.

O dergâhların sağlam sütunları üzerinde yükselen cemiyet binasında; zulüm, haksızlık, acımasızlık, gaddarlık, şiddet gibi, rûhî ızdıraplara sebebiyet veren âmiller de neredeyse görülmüyordu.

Padişahları Hak dostlarına hâdim, askerleri fütüvvet ehli birer derviş, esnafları dürüstlük timsâli birer ahî, zengini cömert ve mütevâzı, fakiri afif ve vakûr, âlimi ihlâslı ve fâzıl, kadısı insaf ehli ve âdil, erkeği muhabbet, gayret ve sadâkat ehli, hanımı edep ve zarâfet dolu bu takvâ toplumunda elbette, psikiyatrik ve psikolojik rahatsızlık görülmüyordu.

Hizmetkârların, işleri esnasında kırdıkları tabakları tazmin etmek için dahî vakıfların kurulduğu bir toplumda; kim, hangi sebeple depresyona girebilirdi ki?

Vâlide sultanların çeyiz vakıfları kurduğu, sadece hanımlar tarafından kurulmuş, kayda geçmiş vakıfların 1.400 müesseseyi bulduğu bir cemiyette kim hangi sebeple bunalıma dûçâr olabilirdi?

Elbette, o mutlu devirlerde de fizyolojik vs. sebeplerle akıl ve sinir hastalıkları meydana geliyordu. Onları da şırıl şırıl su sesleriyle, mûsıkî makamlarının âhengiyle tedavî eden ve zengin vakıfları sayesinde o mazlumları neredeyse kuş sütüyle besleyen bîmarhâneler mevcuttu.

Hâsılı bugün, eşine kızıp, işine kızıp, hayata kızıp, takdire kızıp psikologun, psikiyatrın yolunu tutan insanlık; o devirlerde Hak dostlarının dergâh hâline gelmiş gönüllerinde, cömertlikle, hizmetle, muhabbetle, diğergâmlıkla, zarâfetle, takvâ ile tedavî oluyorlardı.

Asıl şifâ Allah Teâlâ’dan olduğu gibi, şifâ vesileleri de aslında Kitap ve Sünnet’e ittibâ ile gerçekleşir. Nitekim İskenderiye Mukavkısı, Peygamber Efendimiz’e pek çok hediye ile birlikte bir de doktor göndermişti. Doktor bir süre kaldığı hâlde, kendisine hiçbir müracaat olmadığını gördü. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu hekime;

“−Ailenin yanına dönebilirsin. Çünkü biz acıkmadıkça yemeyen bir kavmiz. Yediğimiz zaman da doyuncaya kadar yemeyiz.” buyurdu. (Halebî, İnsânu’l-Uyûn, III, 299)

Demek ki, maddî ve rûhânî şifâ Allah Rasûlü’nün sünnet-i seniyyesine ittibâdan geçiyor.

ŞİFÂ TAKVÂDA…

Câhiliyyenin yarı vahşî insanından, böyle bir huzur toplumu, böyle bir fazîletler medeniyeti inşa etmek, Efendimiz’in mûcizesi… Sünnet-i Seniyye’nin devâ ve şifâsı…

Günümüzde bundan uzak kaldıkça; merhametten, şefkatten, tevâzudan, kulluk zarâfetinden, takvâdan uzak kaldıkça; maddî ve mânevî rahatsızlıklar had safhaya ulaşıyor.

Çare yine o dergâh gönüllerde…

Engin merhamet kanatları; kuşları, martıları, kedileri ve köpekleri dahî ihâta eden Hacı Musa Efendi de o devirden kalma bir İstanbul beyefendisi, bir Osmanlı vakıf insanıydı.

Nice fakir genci evlendiren; kimsesiz yaşlılara ayrı, yoksul hastalara ayrı hizmet müesseseleri kuran; Anadolu’nun dört bir yanındaki Kur’ân kurslarına infak dağıtan ve bütün ihvânının, bütün ümmet-i Muhammed’in ızdıraplarını gönlüne sığdıran; Gönüller Sultanı Musa Efendi Hazretleri’ni, vefatlarının sene-i devriyesi vesilesiyle bir kez daha rahmet, minnet ve şükran ile yâd ederken; kardeşlerimizden üç İhlâs ve bir Fâtiha ile aziz ruhlarını şâd eylemelerini istirhâm ederim.

Hulûlüyle müşerref olacağımız Ramazân-ı Şerif, Hak dostlarının talim ettiği takvâ hayatının en yoğun, en güzel şekilde tedris ve tatbik edildiği bir takvâ mektebidir. Cenâb-ı Hak, bu mektepten en güzel şekilde istifâde etmeyi ve rahmete gark olmuş şekilde mezun olabilmeyi nasîb eylesin.

Cenâb-ı Hak bizleri de ehlullah hazerâtı gibi; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhânî dokusundan nasîb alabilen, takvâda derinleşen, merhametle enginleşen, kalplerinden rahmet taşıran kulları zümresine ilhâk eylesin…

Rabbimiz; ömrü ilm-i nâfi’, sâlih amel ve takvâ ile tezyîn eyleyip, hizmet ve infakla dolu bir ömür yaşayıp, âhirete yüz akı ile göçebilenlerden eylesin.

Âmîn!..

________________________

Not: İslâm’da büyüklerin vefatlarının sene-i devriyesi diye bir husus yoktur. Bu ifade, daha ziyade onların takvâ hayatlarını hatırlayarak istifâdeye vesile olmak bakımından dile getirilmektedir.