Hac ve Kurban Özel Mulâkatı

“FEDÂKÂRLIK TÂLİMİ”

Kurban Bayramı Özel Mülâkatı

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Önce, vakit ayırdığınız için teşekkür ediyoruz, bu sohbete. Hac ve kurban günlerini yaşıyoruz. Hacca gidenler, uğurlayanlar, havaalanlarından böyle coşkulu, sevinçli fotoğraflar yansıyor. Aynı zamanda şehirlere kurbanlıklar geliyor. Toplum olarak böyle bir heyecanın içindeyiz.

Zât-ı âlînizle haccı ve kurbanı konuşalım diye düşündük. Özellikle haccın ve kurbanın rûhâniyeti üzerinde duralım istiyoruz. Önce hacdan başlarsak, yani hacca nasıl gitmeli, neler yaşamalı orada ve nasıl dönmeli? Böyle bir soru çerçevesinde başlayalım isterseniz.

Hay hay, Ahmet Abi.

Cenâb-ı Hak -elhamdülillah- bizi ümmet-i Muhammed kıldı. 124 bin küsur peygamberin en yücesine ümmet kıldı. Bu bize Cenâb-ı Hakkʼın çok büyük bir lûtfu.

Cenâb-ı Hak:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

(“Kim Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” [en-Nisâ, 80])

Allah Rasûlüʼne itaatin, kendisine itaat olduğunu bildiriyor. Bizim de -inşâallah- ibadetlerimizi, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin o rûhânî dokusuna benzetmenin gayreti içinde olmamız zarûrî…

Mâlum, hicretten bir buçuk sene evvel “namaz” farz oldu. Namaz, Cenâb-ı Hakʼla mülâkat. Mîraç; kulun mîrâcı.

Cenâb-ı Hak:

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor. Bedenin kıblesi Kâbe olurken, kalbin kıblesi de Cenâb-ı Hak olacak. Cenâb-ı Hak bizden böyle bir namaz arzu ediyor.

“Müʼminler felâh buldu. Onlar ki namazı huşû ile kılarlar.” (el-Müʼminûn, 1-2) buyruluyor.

Ondan üç buçuk sene sonra, ikinci hicret yılında “oruç” farz oldu. Ayrı bir, rûhî bir tekâmül oruç. Allâhʼın nîmetlerinin kadrini unutmamak. Kendimizden aşağıdaki olan din kardeşlerimizi kendimize zimmetli olarak kabul etmek. Bu şekilde vicdânî ufkumuzu artırmak…

Hicretin dokuzuncu yılında da “hac” farz oldu. Hac, tabi, daha bir tekâmül etmiş bir yürek isteniyor. Hac; mâlî bir ibadet, bedenî bir ibadet, tefekkürî bir ibadet.

Burada bize İbrahim -aleyhisselâm-ʼı hatırlatıyor bize hac.

İbrahim -aleyhisselâm- malıyla Cenâb-ı Hakkʼa dost oldu. Cenâb-ı Hak malına bereket ihsân etti. “Halil İbrahim bereketi” oldu.

Tevhîdi korumak için canıyla imtihana girdi. Canını ateşe verdi. (Cenâb-ı Hak:) “…Ateş, serin ve selâmet ol.” (el-Enbiyâ, 69) buyurdu. Ateş, bir gülistana döndü.

En son, kalbindeki taht olarak, fânî tahtlardan, oğlu İsmail -aleyhisselâm- kaldı. Cenâb-ı Hak… Gördüğü bir rüya üzerine… Daha evvel zâten İbrahim -aleyhisselâm-:

“‒Yâ Rabbi! Bana bir erkek evlât verirsen Sana kurban edeceğim.” buyurmuştu.

Cenâb-ı Hak, tevriye günü, arefe günü, bayramın birinci günü, üç gün üst üste rüyâda, İbrahim -aleyhisselâm-ʼın verdiği sözde durmasını arzu etti. İbrahim -aleyhisselâm- da oğlu İsmâil -aleyhisselâm-ʼı aldı, yolda anlattı, vedâlaşa vedâlaşa gittiler. En sonunda, şeytanı taşladılar, kendilerine vesvese veren.

Şeytan, İbrahim -aleyhisselâm-ʼa:

“‒İhtiyar! (Dedi.) Senin gördüğün rüya şeytânîdir.” dedi.

İsmail -aleyhisselâm-ʼa:

“‒Bak (dedi), seni kandırıyor (dedi), seni baban kesmeye gönderiyor.” dedi. İkisi de taşladılar.

Tabi bu, bizler için büyük bir ibret sahnesi hacda. Demek ki;

“اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ” diyoruz.

Bir müslüman, dâimâ şeytanı taşlayacak. Amel-i sâlihlerle taşlayacak. Eğer amel-i sâlihlerle taşlayamazsa, o zaman şeytan onu seyyielerle/günahlarla, nefsânî arzulara râm olmakla, şeytan taşlar. Burada şeytan taşlamanın bize çok rûhî bir derinlik vermesi lâzım.

En nihâyet o kurban mahalline gidince, boğazına İbrahim -aleyhisselâm- bıçağı koyduğu zaman, üçüncü taht da yıkılmış oldu. Üç tane fânî taht da yıkılmış oldu. Tam bir dostluk meydana geldi. Cenâb-ı Hak Sâffât Sûresiʼnde bize bu dostluğu bildiriyor:

“İbrahim! (Diyor.) Selâm! (Diyor.) Bu (diyor), zor, açık bir imtihandı (diyor). Sana bir nam verdik.” buyuruyor. (Bkz. es-Sâffât, 103-108)

Bakın Tahiyyatʼtan sonra dâimâ bir, İbrahim -aleyhisselâm-ʼa bir salevât-ı şerîfe Cenâb-ı Hak getirtiyor.

Demek ki bir şöyle baktığımız zaman, bize haccın ilk vereceği imaj; Cenâb-ı Hak bizden fedakârlık istiyor.

Efendim, tekâmül etmiş bir yürek dediniz. Nasıl bir şey, yani nasıl bir şey, tekâmül etmiş bir yürekten neyi kastediyorsunuz?

O, Cenâb-ı Hakʼla beraber olan bir yürek.

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Bu da kolay değil. Kalp, merhaleler katedecek. Nefsânî arzularını bertaraf edecek. Rûhânî istîdatları inkişâf ettirecek. Kendisinin ilâhî kameranın altında olduğunu, ilâhî müşâhedenin altında olduğu, kalpte bir şuur ve bir idrak hâline gelecek. Bu şekilde Cenâb-ı Hakʼla bir dostluk kurulacak.

Cenâb-ı Hakkʼın bizden istediği bu dershânede, Dünya dershânesinde;

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

(“…Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir…” [el-Hadîd, 4])

Nereye gitsek Cenâb-ı Hakkʼın bizimle beraber olduğunu… Demek ki bizim de duygu olarak derinleşmek, duygu olarak bu hususta yaşayabilme gayretinde olmamız lâzım. Daha da öteye;

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])

Duygularımızı da düzeltmek lâzım. Duyguları da yaratan Cenâb-ı Hak. Duygular, Cenâb-ı Hakkʼa mâlum.

Cenâb-ı Hak zamandan mekândan münezzeh olduğu için, her yarattığının; insan, hayvan, melek, bitki, nebâtat, canlı-cansız hepsinin her an yanıbaşında. Kul bunun idrâki hâlinde yaşayacak. Tabi bu merhaleye de “mârifetullah” deniyor. Cenâb-ı Hakkʼı kalpte tanıyabilmek. Eğer, Cenâb-ı Hak kalpte tanındığı zaman Cenâb-ı Hak bir yardımını bildiriyor:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

(“…Siz takva sahibi olursanız, Allah size öğretir…” [el-Bakara, 282]) Siz takvâ yolunda olursanız Allah size yardım eder, buyruluyor.

Efendim, bu tekâmül etmiş yüreğin hacla münâsebetini nasıl kurarız?

Efendim burada, hacda, orada meşrû olan (bazı) şeyler, hacda gayr-i meşrû oluyor. Meselâ “refes” yok buyruluyor âyette. Fısk yok, cidâl yok. (Bkz. el-Bakara, 197) Demek ki bir münâkaşa yok. Müʼmin orada güzel bir müʼmin kardeşliğinin zirvesini yaşayacak. Lâubâlî konuşmalar, lâubâlî hâller yok.

Cidâl… İlk cidâl, Allah ile -celle celâlühû- şeytan arasında başladı ilk cidâl.

“‒Secde et.” dedi Cenâb-ı Hak; o da dedi ki:

“O (dedi) topraktan, ben ateştenim, ben ondan üstünüm.” dedi. (Bkz. el-A ‘râf, 12; Sâd, 76)

Cenâb-ı Hak ona:

“‒Sen mi üstünsün, insan mı üstün?” diye sormadı ki İblisʼe. Secde et, dedi.

Demek ki burada bir müslüman da Allâhʼın her emrini ön kabul olarak alacak. Hikmetini Cenâb-ı Hak bilir. Bize muayyen bir akıl seviyesi verildi. Bu akıl seviyesi, Cenâb-ı Hakkʼa teslim olmak, kul olmak…

Cenâb-ı Hak:

فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ

(“O hâlde Allâhʼa koşun…” [ez-Zâriyât, 50]) buyuruyor.

Onun için, lâubâlî hareket yok. İncelik, zariflik…

Refes yok, cidâl yok, lâubâlî hareketler yok, münâkaşa yok. Daha öteye gidelim; ot koparma yok. Daha öteye gidelim; bir hayvanı öldürme yok. Daha öteye gidelim; av avlama yok. Tegaddî, yani gıdâ etme, gıdâ zarureti olsa bile av avlama yok. Daha öteye; avcıya avı da gösterme yok.

Daha öteye; bir kefen iklimi… Âhiretten bir manzara, kıyamdan bir manzara. Bir âhireti hatırlatması lâzım. Ve bir âhirete sanki bir hazırlanma hareketi. Fakat bu hazırlanma hareketi, ince bir ruh, temiz bir kalp, rafine olmuş bir kalp… Cenâb-ı Hak:

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) istiyor. Nasıl doğuşta tertemiz geldik, Cenâb-ı Hak böyle tertemiz gitmemizi arzu ediyor.

Hac da bir yıkanma, bir temizlenme. Rûhun bir huzura varabilmesi. Cenâb-ı Hakʼla beraberliğin bir eğitim mekânı bir taraftan.

Diğer taraftan, câmî, bir ictimâîleşme, namaz, cemaatle namaz…

Fakat bunun daha ötesi hac ise, bütün İslâm coğrafyasıyla bir ictimâîleşme. Ve müslümanın müslümanla derdini paylaşması, sevincini paylaşması. Cenâb-ı Hakkʼın râzı olacağı bir kardeşlik yaşaması.

Bize haccın vereceği imajlar bunlar olmalıdır benim hatırıma gelen.

Evet. Efendim çok teşekkür ederiz. Bu; hacda cidâl yok, işte âyet-i kerîme, refes yok, füsuk yok, yani âyet-i kerîme böyle bir müʼmin kalitesi istiyor. Bunu üstelik, Dünyaʼnın her yerinden gelen, birbirinden çok farklı ortamlarda yetişmiş müslümanlar arasında istiyor.

Şimdi oradan baktığımızda, yani bir ümmet mîmârîsi çıkıyor hacda. Ama, yani şimdi İslâm coğrafyasına, yakın coğrafyamıza da baktığımızda, ümmetin pek de bu hac iklimindeki muâmele içinde olmayabildiğini görüyoruz. Yani, ne yapmalı ki hacdan o ümmet mîmârîsini çıkarmalı? Ya da ne tür eksiğimiz var ki bizim, böyle bir haccın inşâ etmek istediği ümmete ulaşamıyoruz? Problemimiz. Ve nasıl o ümmete yol alabiliriz Efendim?

Şimdi; ticâret ehli, ticâretlerini inkişâf ettirmek için, daha çok mâlî imkânlarını artırmak için seminerler verirler. Zaman zaman da bu ticârî hayat üzerinde, mevsiminde yoğunlaşırlar. Futbolcular, sporcular diyelim, bir müsâbakaya girmeden evvel kamplara çekilirler. Kendilerini güçlendirirler. Aralarında, ihtilâttan men kararı alırlar, kampın dışına çıkmazlar.

Demek ki, haccı düşündüğümüz zaman, hac da böyle mânevî bir iklim. Burada kendini tekâmül ettirmek…

Meselâ orada en çok dikkat edeceğimiz; tavaflar, kalabalık oluyor çok. Tavaflarda kadın-erkek ihtilâtlarına dikkat etmemiz lâzım. Otellerde, girişte çıkışlarda yine bu ihtilâtlara dikkat etmemiz lâzım.

Tabi bir bedenî ibadet olduğu zaman, bazen zorlanmalar da oluyor kalabalıktan. O sefer de rıfk ile davranmak, cidâle girmemek… Bunlara çok dikkat etmek lâzım.

Hattâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin Ömer -radıyallâhu anh-ʼa bir îkâzı var:

“‒Ömer! (diyor) Sen güçlü kuvvetlisin (diyor). Sen (diyor) Haceruʼl-Esvedʼi öpeceğim diye (diyor), kimseyi (diyor), sakın rahatsız etme (diyor). Sen uzaktan (diyor) selâmını ver.” diyor. (Bkz. Heysemî, III, 241; Ahmed, I, 28)

Bu demek ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- burada bir hassâsiyet belirtiyor bize. Demek ki kul, bu hassâsiyeti, hacdan sonra da devam ettirecek…

Orada bir, elektrik kesilmesi oluyor galiba Efendim. Yani hacda, orada o iklim yaşanıyor, o hassâsiyetler yaşanıyor. Ama memleketlere dönüldüğünde koruyamıyoruz…

Efendim, zaten Muhammed İkbal, mâlum, Pakistanʼın mütefekkiri, feylesofu; o, hacdan gelen kimseleri ziyaret ediyor. Diyor ki:

“‒Siz (diyor), Medîne çarşısından ne aldınız (diyor). Maddî şeyler aldınızsa bunlar eskiyecek, pörsüyecek (diyor). Hattâ seccâdeler ve takkeler bile eskiyecek (diyor). Siz oradan (diyor), o hacdan (diyor), Ebû Bekirʼin sıdkını getirdiniz mi? (Diyor). Ömerʼin adâletini getirdiniz mi? (diyor. Yani yaşatacak mısınız, diyor.) Osmanʼın (diyor), hayâsını, îmânını, Kurʼânʼını getirdiniz mi? (Diyor). Aliʼnin (diyor), irfânını getirdiniz mi? (Diyor). Bunları bugün mahrum olan İslâm dünyasına, hâlinizle, kālinizle, bunları, bu hâlet-i rûhiye ile tebliğ edecek misiniz? (Diyor. Soruyor:) Bunları hacdan getirdiniz mi?” diyor.

Hakîkaten, düşünmemiz lâzım. Yani son bir ibadettir; dokuzuncu yılda farz olmuş bir ibadettir. Demek ki böyle bir rikkat-i kalp ile bu haccı îfâ etmemiz zarurî.

Tabi burada, -inşâallah- tabi Cenâb-ı Hak yardım eder. Zaten haccın niyetinde de “Yâ Rabbi! Kolay getir.” diyoruz. “Kolay getir.” diyoruz.

Evet, -inşâallah-. Efendim, kurbana geçersek, yani kurban da hacla birlikte müʼminlerin yaşadığı bir ibadet. Hacda kurban var, dışarıda da, hacca gitmeyenlerin hayatında da kurban var. Kurbanın o mâhiyeti nedir Efendim. Rûhâniyeti nedir kurbanın?

Efendim; kurban bir fedakârlıktan sonra geldi, Cenâb-ı Hak gönderdi kurbanı İbrahim -aleyhisselâm-ʼa…

Evet, Hazret-i İbrahimʼin fedakârlığından, Hazret-i İsmailʼin…

Üç tane bu fânî taht yıkıldı. Mükâfat olarak -üç tane zor fânî tahttı bunlar- Cenâb-ı Hak o kalbe yerleşti. O kalp nazargâh-ı ilâhî oldu. Cenâb-ı Hakʼla dost oldu. Onun mükâfatı olarak Cenâb-ı Hak İsmail -aleyhisselâm-ʼı bıçağın altından aldırdı, o koçu gönderdi.

Demek ki baktığımız zaman, bu kurban bayramı bir fedakârlığın bayramıdır. Demek ki biz ne kadar bir fedakârlık hâlinde olacağız? Malımızı, canımızı, evlâtlarımızı, Allâhʼın verdiği diğer bütün imkânları ne kadar Allah yolunda fedakârâne olarak -inşâallah- îfâ edeceğiz.

Ramazan bayramı bir takvâ; bize bir takvâyı telkin ediyor. Ramazân-ı Şerîfʼi hayatımızın her safhasına intikal ettirmek… Kurban bayramı da bu fedakârlığı hayatımızın her safhasına intikal ettirmeli.

Zira Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresiʼnin 111-112. âyetinde, “canlarıyla, mallarıyla Cennetʼi satın aldılar” buyuruyor. Bu, on yerde geçiyor Kur’ân-ı Kerîmʼde. Yani “mal” geliyor, “can” geliyor; 10 yerde geçiyor bu.

Demek ki Cenâb-ı Hak, malımızı ve canımızı… Demek ki bunlar bir imtihan malzemesi olarak veriliyor, Cenâb-ı Hakkʼa da seferber edebilmek. İki yerde de “imtihan olunmaktasınız” geçiyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak ısrarla bize 12 yerde bu mal ve canı nasıl bir fedakârlıkla kullanacağız, nasıl Cenâb-ı Hakkʼa bir takarrub/yaklaşma olacak, Cenâb-ı Hak bize telkin ediyor.

Âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak bize, Hac Sûresiʼnin 37. âyetinde:

“Kurbanların ne etleri ne de kanları Allâhʼa ulaşır. Allâhʼa ulaşan, ancak takvânızdır (Cenâb-ı Hakkʼa yakınlık ölçümüzdür.).”

Mevlânâ da bunu güzel bir müşahhasa çevirir bize misal olarak:

“Keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma (diyor). Bu (diyor) bir kasaplık günü (diyor), bir et, kebap yeme günü değildir (diyor). Sen (diyor), kurbanın mâhiyetine, hakîkatine in (diyor). Ne kadar (diyor) Allah yolunda fedakârlığın var?” diyor.

İnsan bir de… Tefekkürî bir ibadet bu kurban. O kurban, Cenâb-ı Hak, o hayvanı bizim için yarattı. Bize âmâde yarattı. Demek ki ne kadar bir Cenâb-ı Hakkʼa bir teşekkür borcumuz olacak?

Biz koyun olarak gelebilirdik, insanlar bizi kesebilirdi. Yani dâimâ o hayvanın yerine kendimizi koyacağız; bir.

İki; o hayvanın çırpınışını koyacağız. Demek ki yine bize ayrı bir Cenâb-ı Hak bir manzara seyrettiriyor: Can vermek kolay bir iş değil…

Cenâb-ı Hakkʼın lûtfunu düşüneceğiz.

Meselâ rahmetli babam Mûsâ Efendi, rahmetli Sâmi Efendi Hazretleri, kurbanlarını keserken oturmazlardı, ayakta dururlardı.

İhtiram…

İhtiram hâlinde. Bu, Cenâb-ı Hakkʼa olan ihtiram.

Hayvanın gözüne bir bez bağlarlardı. Çukuru derin kazdırırlardı. İkinci hayvanı o, aynı çukura kesmezler veyahut da toprak attırırlar, o kaybolduktan sonra ikinci hayvan.

Bir de -Allah korusun- iterek kakarak değil de o hayvanı okşayarak getirmek, su içirmek… Yani Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bir bakış tarzı kazanabilmek. Buna da kurbanda dikkat etmemiz lâzım.

Yine, Efendimiz zamanında şöyle bir hâdise oldu:

Bir kişi bıçağını bileyledi, hayvanın önünde bileyledi. Efendimiz görünce çok üzüldü:

“–Sen (dedi) bu hayvanı kaç sefer öldürüyorsun? (Dedi.) Bıçağını arkada bileylesen olmaz mı?” buyurdu. (Hâkim, IV, 257)

Hayvanın hissedeceği farzediliyor.

Oraya geleceğim Ahmet Abi, oraya geleceğim. Meselâ biz, Rusyaʼda bir kurbanda, bize oradan bir hatıra geldi:

“Bir (dedi) boğayı (dedi) kurban yerine götürecektik (dedi). Hayvan (dedi) kendisi kurban yerine gitti, o çukurun yanına gitti (dedi), o çukurun yanına yattı (dedi). Biz de bunu gözlerimiz dola dola gözyaşlarıyla bu manzarayı seyrettik.” dedi.

Demek ki Allah bazen bize böyle îkaz edici hâdiseleri gösteriyor.

Demek ki merhamet, merhamet, merhamet… Müslümanın kartviziti merhamet…

Kurban ederken de, yani bir hayvanı keserken de merhametten kopmamak…

Kopmamak lâzım. Hattâ Efendimiz bir yılanı bile öldürürken, saldıran bir yılanı, bir vuruşta öldür buyuruyor, eziyet etme buyuruyor. (Bkz. Müslim, Selâm, 139-141, 147; Ebû Dâvûd, Edeb 162-163/5263; Tirmizî, Sayd, 14/1482, Ahmed, I, 420)

Bu tabi, Cenâb-ı Hakʼla dost olan, Allâhʼın mahlûkâtıyla da dost olur. Ben hatırıma gelmişken bir hâtırayı nakledeyim:

Peder rahmetli Mûsâ Efendi anlatmıştı. Herhâlde 50 sene oldu belki bu hâdiseyi anlatalı. O zaman tabi Medîneʼdeki evler şimdiki gibi değildi. Daha ziyâde topraktan vesâire, toprak sıvalı şeylerdi.

“Biz (dedi) Sâmi Efendi Hazretleriʼnin odasını hazırladık (dedi) Medîne-i Münevvereʼde (dedi). Yatağını vesâire hazırladık, tam (dedi) Efendi Babaʼyı (dedi) odaya aldık (dedi), baktık köşede bir (dedi) bir kıvrılan bir yılan gördük (dedi). Biz heyecanlandık (dedi). Sâmi Efendi:

«–Bırakın o hayvanı kendi hâline. O (dedi) geldiği gibi gider sonra.» dedi.”

Pederim diyor:

“Baktık (diyor), bir müddet sonra o hayvan kayboldu gitti.” diyor.

Yani demek ki Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakılabilirse en vahşi hayvan bile o kulla dost oluyor. Bunlar hep kalbî merhalelerin neticesinde… Kolay bir iş değil bu. Kolay bir tahsil değil…

Kurban da bir kalp ameli, değil mi Efendim? Kalp ameli kurban kesmek de.

Tabi, tabi, tabi…

Onun için Mevlânâ diyor, yani “Keçinin gölgesini kurban etme.” diyor. “Bunu bir kasaplık günü, kebaplık günü zannetme. Sen kurbanın bir hakîkatine in.” diyor.

Yani esasında demek ki yani kurbanda, kurbanın hâliyle konuşmak lâzım, hâl lisânıyla. Yani kurban, eğer o kalp varsa hâl lisanıyla çok şeyler anlatır.

Neler anlatır Efendim? Yani şöyle bir…

Merhameti telkin eder:

“‒Bak (der), sen benim gibi olabilirdin, ben de senin gibi olabilirdim.” der en başta…

Evet.

“‒Beni sana kurban göndereni düşün (der). Ona ne kadar kulluk ediyorsun (der). Sakın Oʼna nankör olma.” der.

Velhâsıl kalbe göre sayar…

Ben boynumu Allah için uzatıyorum, sen…

“Sen ne kadar uzatıyorsun?”

Değil mi meselâ.

“Sen ne kadar uzatıyorsun?..”

Evet.

Cenâb-ı Hak her hâdiseden, her vukuattan -mikrodan makroya her şey bir esrâr-ı ilâhî, sırr-ı ilâhî- Cenâb-ı Hak cümlemize ders alabilmeyi nasîb eylesin, ihsân eylesin -inşâallah-.

Âmîn, inşâallah.

Daha Ahmet Abi, bu kurbanda çok şey yapılacak hâdiseler var.

Meselâ bu, hakîkaten bu merhamet, bir müslümanın imtihanı. Cenâb-ı Hak en çok Kur’ân-ı Kerîmʼde “Rahman” esmâsını bildiriyor, “Rahîm” esmâsını bildiriyor.

Demek ki bir müslümanın bir merhamet, tabiat-i asliyesi olması lâzım. Bunun neticesi de hizmettir, merhametinin göstergesi.

Efendimizʼden bir misal vereyim:

Meselâ Mudar Kabilesiʼnden bir grup insan geldi. Bunlar çok fakir, perişan bir hâlde geldiler Medîne-i Münevvereʼye.

Efendimiz şöyle bir seyretti, rengi bembeyaz oldu Efendimizʼin, kireç gibi oldu.

“–Bilâl! (Dedi.) Ezan oku.” dedi.

Bilâl ezan okuyunca cemaat toplandı. İki rekât, Efendimiz namaz kıldırdı. Arkadan, buyurdu ki:

“–Herkes evinde ne varsa getirsin.” Zekât değil. “Ne varsa getirsin.”

Bir sahâbî bir torbaya doldurdu, o torbayı zorla taşıyarak getirdi. Bir kişi de, en fakiri de, avucunun içine bir miktar arpa aldı, o arpayı getirdi.

Efendimizʼin sîmâsı birdenbire değişti, o sapsarı olan beniz, pembeleşmeye başladı. Efendimizʼin sîmâsında tebessüm belirdi. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)

Şimdi, düşündüğümüz zaman bugün de…

Efendimiz buyuruyor ki:

“…Ben (diyor) kabrimde (diyor) kıyamete kadar «ümmetî, ümmetî» diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

Cenâb-ı Hak da “…Çok raûf ve çok rahîmdir.” (et-Tevbe, 128) buyuruyor.

“…Bana güzel amelleriniz arz olunur ben sevinirim (buyuruyor). Uygun olmayan amelleriniz bana arz olunur, üzülürüm, istiğfâr ederim.” buyuruyor. (Heysemî, IX, 24)

Efendim; isterseniz biraz bu, Hüdâyîʼnin hizmetleri var, kurban hizmetleri var. Bütün Dünyaʼya kurban hizmeti götürüyor. Yani oralardan zât-ı âlînize ulaşan birtakım intibâlar olduğunu zannediyorum. Yani oralardaki ihtiyaç, yani fakr u zarûret… Yani diyelim Türkiyeʼden gönderilecek bir kurbana olan ihtiyaç ve buradan gönderilecek bir kurbanın oralarda yüreklere nasıl yansıdığı. Buna dâir birçok intibânın zât-ı âlînize ulaştığını zannediyorum. Onlardan…

Çok hâtıra var.

Evet. Lûtfederseniz.

Meselâ giden arkadaşlar; “iki saatlik yoldan geldiler” diyor. “Kimi hasta arabasıyla geldi.” Yani neredeyse bir merhamet dilenerek geldi. Çünkü et yok, hasret, ete hasret…

Hattâ birisi, çok acıklı bir şeyi var. Geliyor; et bitmiş oluyor. Diyor ki;

“‒Bu sene olmadı ama -inşâallah- gelecek sene tekrar gelirsiniz.” diyor.

Yine, geçen sene Afrikalı bir dostumuz geldi. Burada dedi ki;

“‒Bakın (dedi), kurban bayramı geliyor (dedi). Sizi orada bekleyen çok insan var.” dedi.

Yani o muzdarip coğrafyadaki kardeşlerimizin çağrısını bize gönderiyor.

Diğer bir şey de, o kurbanların gitmesiyle oranın biraz münevver tâifesinden olan bir kişi dedi ki:

“‒Sizler (dedi) -ki Batı Afrikaʼya Osmanlı gitmedi, Osmanlı yalnız yardıma gitti- sizler (dedi) Allah Rasûlüʼnün; لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ (“İstanbul elbette fetholunacaktır…” [Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300]) buyurduğu, Fâtihʼin torunlarısınız (dedi). Abdülhamid Hânʼın torunlarısınız (dedi). Niye geç kaldınız? (Dedi). Arada bu kadar fâsıla verildi (dedi). Şimdiye kadar neredeydiniz? (Dedi). İyi ki geldiniz (dedi). Ne olursunuz bundan sonra bizi unutmayın.” dedi.

Evet…

Yine bir misal, Ahmet Abi söyleyeyim:

Yine, Habeşistanʼda olacak herhâlde, orada bir kurban kesiminde câminin önünde kurban kesiliyordu. Bir hristiyan kadın gelmiş:

“‒Bana da bir parça et verir misiniz? Fakat ben hristiyanım.” demiş.

Arkadaşlar demiş ki:

“‒Evet, sen hristiyansın ama sen de Allâhʼın kulusun.” demişler.

Ona da bir parça et vermişler. Kadın gitmiş, câminin duvarını öpmüş; “Ben buradan merhamet gördüm…”

Velhâsıl, ihsan çok mühim. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke fethinden evvel, 500 bin dinar gönderdi Mekke fukarâsına. Mekke Fethiʼnde hepsi:

“‒Sen, muhterem kardeş!” dediler. “Sen ne güzel kardeş.” dediler. Hepsi müslüman oldu.

Yani insan, ihsâna mağlûptur. İnsan, merhametliyi sever. Ona gönül bağlar. Velhâsıl insan yine karakter ve şahsiyete hayrandır. Bu karakter ve şahsiyetin en mütekâmili, bir müslüman yüreğidir.

Efendim, Sûriyeliler konusuna…

Evet, Ahmet Abi, bugün en mühim o.

Sûriyeliler, sizin canınızı acıtıyor, bunu biliyoruz.

Çok, çok…

Yani canınızı acıtıyor, yani yüreğinizde onlara bir yer var. Şimdi bayram. Kurban ve bayram.

Şimdi, Ahmet Abi; yüreğimizi acıtan şey, kıyâmet endişesi…

Şimdi, merhamet; sende olanı, onda olmayana (vermen), onun eksikliğini senin telâfi etmendir. Merhamet budur. Sende var, onda yok; sen onu telâfi edeceksin. Onun boşluğunu dolduracaksın. Çünkü Allah sana verdi, ona vermedi; o sana zimmetli. Zaten Cenâb-ı Hak âyette de buyuruyor:

“Biz imtihan olarak veririz (buyuruyor) o da sevinir (diyor gafletinden). «Allah beni önemsedi.» der.” diyor. (Bkz. el-Fecr, 15)

“Bana ondan mal verdi (diye düşünür)” diyor. Değil!.. Cenâb-ı Hak imtihan olarak verdiğini bildiriyor.

Onun için -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu hususta çok hassas. Merhamet hususunda çok hassas. Ümmetinin de çok merhametli olmasını arzu ediyor.

Meselâ, bir hadîs-i şerîfte buyuruyor ki Efendimiz:

“Ben (diyor) hepinize (diyor) kendi özünüzden daha yakınım…” diyor. (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Nasıl bir anne-baba kendisinden çok evlâdını düşünür. Efendimiz de:

“Kendinizden çok ben size daha yakınım…” buyuruyor.

“…Bir (diyor) kişi (diyor) vefat ederse (diyor) onun mîrâsı (diyor) çoluk-çocuğuna âittir (diyor). Fakat bir yetim varsa (diyor), o yetimin himâyesi bana âittir. Bir borçlu varsa (diyor) o borcu ödemek bana âittir.” diyor. (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Demek ki:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ buyuruyor Efendimiz.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Şimdi, ashâb-ı kirâmın bütün mücâdelesi oydu:

“Ben ne kadar Allah Rasûlüʼnün hâline benzemekteyim? Benzersem ne kadar kıyâmet günü Oʼnunla beraber olurum?” Derdi buydu.

Demek ki bizim de bugün bir dertlenmemiz lâzım. Allah, bizim önümüze büyük bir mânevî sermaye verdi. Eğer biz bu sermayeyi bir mücevher olarak alıp bir değerlendirebilirsek, yüreğimizden alabildiğine kadar, koptuğu kadar verebilmeye gayret edersek, onların hizmetinde bulunabilirsek, ne mutlu bize!

Yok biz bu serveti bir çakıl taşı zannedersek, bir gaflet içinde o Sûriyelileri, o fecî, o acıklı hâlini, muzdarip hâlini göremezsek, çok yazık!..

Efendim, şöyle bir şey. Yani sizin durduğunuz yerden, Türkiyeʼde nasıl bir Sûriyeli manzarası görünüyor? Yani size intikal eden o fotoğrafı biraz dinleyicilerimizle paylaşsak diyorum. Yani kadınların, çocukların, yaşlıların, hastaların, işte hâmilelerin, yeni doğan bebeklerin… Neler yansıyor sizin gönül dünyanıza?

Ahmet Abi; şimdi Türkiye, bir büyük kapı durumu gördü. Yani bir müslümanın, bu bir merhameti, bir şefkati. Yani, onlar Türkiyeʼye sığındılar. Evet, diğer yerlere de gittiler ama, Türkiyeʼye göre çok az. Bunlara en çok kapıyı, gönül kapısını Türkiye açtı.

Aşağı yukarı bugün bir buçuk milyona yaklaşan bir Sûriyeli var Türkiyeʼde. Bunlar içinde hasta var, yetim var, kimsesiz var, garip var. Yani, resimlerde, on yaşında bir çocuğun iki yaşındaki bir kardeşini kucağına alarak 20 km yürüdüğünü gördük.

Bunlara karşı bizim vazifemiz ne olabilir? Yani biz onlarda olabilirdik, onlar burada olabilirdi. Biz nasıl düşünürdük o zaman? Veyahut da bizim annemiz, bir akrabamız Sûriyeʼde olabilirdi. Oradaki, o Sûriyeʼde her onların gördüğü zulüm karşısında bizim kalbimiz ne kadar titrerdi?

Bunu, Türkiye büyük bir iş yaptı. Fakat şimdi bütün sivil kuruluşlar, sivil toplum kuruluşları, belediyeler, bunu kendisine vazife almalı ve bu, bütün o Sûriyelilerin derdiyle dertlenmeli. O şekilde Allâhʼın rızâsını tahsil edebilmeli.

Zira Cenâb-ı Hak bir hadîs-i kudsîde, kıyamet günü:

“‒Kulum! (Diyor.) Ben (diyor) hastaydım (diyor), Benʼi ziyarete gelmedin (diyor). Ben (diyor) gariptim (diyor), Benʼi ziyarete gelmedin.” diyor.

Kul diyor ki:

“‒Yâ Rabbi! Sen kâinâtın Hâlıkʼı, garip mi olursun, yalnız mı olur, kimsesiz mi olur, hasta mı olursun?”

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“‒Eğer sen o hasta kulumun, garip kulumun yanında olsaydın, onun yanında beni bulurdun.” (Bkz. Müslim, Birr, 43)

Diğer bir husus:

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“‒Yâ Rabbi! Ben Senʼi nerede arayayım, nerede bulurum Senʼi?” diyor.

Cenâb-ı Hak:

“‒Yâ Mûsâ! (Diyor) Benʼi kalbi kırıkların yanında ara.” diyor.

Yine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sık sık sorardı:

“Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu, bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu, bir aç doyurdunuz mu, bir yetim başı okşadınız mı?” (Bkz. Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

Bize bu Sûriyeliler hep hatırlatıyor.

Bize Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresiʼnin 100. âyetinde Mekkelileri bildiriyor. Ne kadar bir tevhidi korumak için zulme katlandılar… Medînelileri bildiriyor. Onlara tâbî olan ihsan sahipleri…

Yani Mekkeliler, Medîneliler gibi ashâb-ı kiram gibi olmamızı arzu ediyor.

Ashâb-ı kirâmın kardeşlik manzarasına baktığımız zaman, Muhâcir ve Ensar manzarasına baktığımız zaman, Medîneli, Mekkeli kardeşine:

“‒Gel kardeşim! İşte evim (dedi). Gel ikiye bölelim (dedi). İşte (dedi) tarlam, işte hurma bahçem, gel (dedi) paylaşalım.” dedi.

Onlar da müstağnî:

“‒Kardeşim (dediler), evin sana mübarek olsun, tarlan sana mübârek olsun; sen bize çarşının yolunu göster…”

Yani sen bize bir iş ver dedi, iş ver dediler. Yani bir mülkiyet kabul etmediler. İş istediler. Onlar da iş verdi. Meselâ hurma bahçesine beraber emek verdi, beraber topladılar.

Hattâ Medîneliler o Mekkelilere:

“‒Bunlar Allah için geldi. Bunlar müşriklerin zulmü altından geldi. Zâlimlerin pençesinden geldi…” diye, hattâ o mahsullerinin çoğunu onlara vermeye gayret ettiler.

Demek ki bizim de burada ölçü olarak onları almamız lâzım. Eğer Allah Rasûlüʼnü… Bu da bizim Allah Rasûlüʼne sevgi orantımızı gösterir.

Yine Cenâb-ı Hak:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiklerinizden vermedikçe birre (ulaşamazsınız)…” (Âl-i İmrân, 92) Allâhʼa yaklaşamazsınız, yakınlaşamazsınız.

Demek ki bir fânîye ne kadar veriyoruz, Allah için ne kadar vereceğiz?

Yine, Gazâlî, herhâlde İhyâʼda olacak tahmin ederim; orada Efendimiz buyuruyor ki:

“Siz (diyor) cömerde (diyor) ta‘n etmeyin (diyor). Cömert (diyor) düşerse Allah (mecâzî olarak) onun elinden tutar, kaldırır.” buyuruyor. (Heysemî, VI, 282)

Demek ki biz bugün bir cömertlik imtihanındayız. Kendimizi dâimâ muhasebeye tâbî tutacağız:

“‒Acaba ben Ensârʼın neresindeyim? Ensar bana bir ölçü. Allah bana ölçü olarak şey yapıyor. Ben ne kadar Rabbimi seviyorum? Ne kadar Rasûlullâhʼı seviyorum? Ne kadar Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin talebesi olan ashâb-ı kirâma benzeyebilmeye gayret ediyorum?..”

İslâm bizden hodgâmlık istemiyor, diğergâmlık istiyor.

Yine bir misal:

Hendek Harbi oldu. Çok zor bir harpti. Orada Cenâb-ı Hak müslümanları çok ayrı bir imtihana tâbî tuttu. Şiddetli soğuk vardı. Açlık vardı. Bir de müslümanlar, dört küsur km hendek kazacaklardı. O hendeğin üç küsur metre derinliği olacak, üç küsur metre şeyi olacaktı, eni. Yani bütün sahâbî o güçleriyle, o dört bin metre kanalı kazacaklardı.

Hattâ öyle bir an geldi ki, bir taşı kıramadılar; Allah Rasûlü indi. O taşı kırarken, Câbir gördü Oʼnu -radıyallâhu anh-. Baktı; Rasûlullâhʼın midesi içine göçmüş durumda açlıktan. Bir taraftan da o taşı kırmaya çalışıyordu. Hemen koştu:

“‒Hanım (dedi), Allah Rasûlü çok aç (dedi). Baktım (dedi) midesi içine çökmüş (dedi). Ne var evimizde?” dedi.

Hanımı dedi ki:

“‒Az bir şey arpa var, bir de oğlak var, keçi yavrusu var.”

Câbir dedi:

“‒Ben hemen keçi yavrusunu keseyim, sen de o şeyi öğüt, arpayı. Su koy tencereye, oğlağı da içine atalım. Allah Rasûlü birkaç kişiyle gelsin.”

(Câbir -radıyallâhu anh- diyor ki:)

“Hemen koştum ben sevinerek:

«‒Yâ Rasûlâllah! Açlık iyice ortalığı sardı. Siz çok açsınız. Evimize teşrif eder misiniz birkaç kişiyle beraber?»

Efendimiz soruyor:

«‒Câbir! (Diyor.) Evinde ne var?» diyor.

«‒Yâ Rasûlâllah! (Diyor.) Ufak bir keçi yavrusu (yani beş kilo anca gelir), bir de az bir şey arpa var. Onu hanımım ekmek yapıyor.» dedi.

«‒Ooo (dedi), Câbir! (Dedi.) Demek çok şey varmış (dedi). Haydi (dedi) buyrun.» dedi ashâb-ı kirâma, hepsini dâvet etti.”

Câbir korktu. Koşarak eve gitti:

“‒Hanım! (Dedi.) Böyle, böyle (dedi), Allah Rasûlü bütün ashâbı toplayıp geliyor.” dedi.

Hanımı çok firâsetli bir hanım:

“‒Câbir! (Dedi.) Sen (dedi) Allah Rasûlüʼne evimizde ne olduğunu söyledin mi?” dedi.

“‒Söyledim.” dedi.

“‒Sen karışma! (Dedi.) Allah Rasûlü senden daha iyi bilir.” dedi.

Öyle bir hâlde sahâbe geldi ki açlıktan, hattâ Efendimiz:

“‒Sıkışmadan gelin.” diyordu.

Efendimiz onlara tek tek o ekmeği bölüyordu, keçinin suyuna batırıyordu, üzerine bir et koyuyordu, dağıtıyordu. Hepsine kendi eliyle bizzat kendisi dağıttı. Kendi eliyle dağıttı.

Câbir:

“‒Hayret ediyorum (diyor) dağıttıkça bitmiyor.” diyor.

En sonunda:

“‒Bak Câbir! (Dedi.) Bunları (dedi) âile efradına götür (dedi). Bak Câbir! (Dedi. O da kâfî değil dedi.) Açlık (dedi) kavuruyor her tarafı, âilen de komşularına baksın, geri kalanı komşularına dağıtsın.” dedi. (Bkz. Buhârî, Megâzî, 29; Müslim, Eşribe, 141)

Yani velhâsıl, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin şu merhameti, şu kardeşliğin yaşanması, bize bilmiyorum, bundan daha güzel bir ders olabilir mi?

Misalleri evliyâullahta da artırabiliriz. Meselâ Seriyy-i Sakatî Hazretleri bir hadis tedris ediyordu:

“Kardeşinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) hadîsini okudu. “Kardeşinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” hadîs-i şerîfini okudu. O sırada bir talebesi girdi içeri:

“‒Üstad! (Dedi.) Sizin mahalle yandı (dedi). Yalnız sizin ev kurtuldu.” dedi.

“‒Elhamdülillah!” dedi. Bir anlık bir sevinç… Otuz sene sonra Seriyy-i Sakatî Hazretleri bir dostuna:

“‒Ben (dedi) o günden bugüne otuz sene o tevbenin içindeyim (dedi). O gün (dedi) kendi evimin yanmadığına sevindim, evi yananları düşünemedim.”

Tam herhâlde bugün bilmiyorum buna uyar mı bu? Uyar mı bu?

Tam, Efendim.

Biz orada olabilirdik, onlar burada olabilirdi.

Evet…

Kurban bayramına gelince. Yine ona da bir, yine Dâvud-i Tâî Hazretleri var, Allah dostlarından. Onu da bir talebesi çok seviyor hocasını, Dâvûd-i Tâî Hazretleriʼni. Et yapıp getiriyor, pişiriyor, önüne.

Diyor ki:

“–Üstâdım! (Diyor.) Siz (diyor) günlerdir et yemediniz (diyor). Ben de bir parça et koydum, ne olursunuz, size getirdim.” diyor.

Şimdi, Dâvûd-i Tâî Hazretleri, tabi talebesini de kırmak istemiyor. Tabi, ne şekilde bir ifade edecek (talebesinin gönlü) kırılmadan?

“–Oğlum! (Diyor.) Şu iki yetimden ne haber?” diyor.

“–Üstadım! (Diyor.) Bildiğiniz gibi onlar.” diyor.

“–Bak yavrum! (Diyor.) Şimdi şu eti (diyor) onlara götürürsen (diyor) bu et (diyor), Arş-ı Âlâʼya çıkar (diyor). Bana yedirirsen (diyor) bir müddet sonra benden dışarı çıkar.” diyor.

“–Baş üstüne Hocam!” diyor.

Velhâsıl bunlar bize hep… Misalleri çok artırırız.

Efendim, bir sözünüzün arasında, ben kıyâmeti düşünüyorum, oradaki imtihanı düşünüyorum, buyurdunuz. Onu biraz açsak yani, nasıl bir, her birimiz şahıs olarak nasıl bir muhâsebe yapmalıyız?

Efendim, Ahmet Abi; en çok şimdi beni düşündüren;

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“O gün (Cenâb-ı Hak) verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor. Kime kadar? Peygamberlere kadar.

Şöyle bir vâkıa var:

Bu, Hamdi Efendiʼnin Hak Dîni Kur’ân Dili tefsirinde.

Ebû Bekir Efendimiz dışarı çıkıyor, çıkılmayacak bir saatte. Ömer Efendimiz çıkılmayacak bir saatte -belki öğle güneşidir- sokağa çıkıyor, dışarı. Arkadan, Efendimiz de çıkıyor.

Efendimiz soruyor:

“–Niye bu çıkılmayan saatte çıktınız?” diyor.

“–Açlık (diyor) yâ Rasûlâllah, gıdâ aramak için çıktık.” diyor.

“–Ben de sizin gibiyim.” diyor Efendimiz.

Efendimiz (onları) alıyor, varlıklı bir sahâbînin evine götürüyor.

Hanımı karşılıyor. Çok seviniyor Allah Rasûlüʼnü Efendimizʼi gördüğü zaman.

“–Beyin nerede?” diyor.

“–Tatlı su almaya gitti.” diyor.

Beyi geliyor. Beyi de çok seviniyor. Tabi büyük bir izzet, büyük bir şeref. Hemen bir koyun kesmeye gayret ederken:

“–Sakın (diyor) hâmile hayvan kesme.” diyor.

Adam da bir koyun kesiyor. Pişiriyor, hurmalarla beraber Efendimizʼin önüne koyuyor. Efendimiz yedikten sonra:

“–Bakın (diyor) bu içtiğimiz tatlı sudan, bu yediğimiz nîmetten de sorulacağız.” diyor. (Müslim, Eşribe, 140)

Bir müddet sonra bir genç geliyor:

“–Yâ Rasûlâllah! (Diyor.) Âyet indi;

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

«Verdiğimiz nîmetlerden soracağız.» (Bkz. et-Tekâsür, 8) Fakat benim dünyada bir dikili taşım yok, hiçbir şeyim yok. Herhâlde ben buradan kurtulurum (diyor). Benim (diyor), artık (diyor) hesabım yok burada.” diyor.

Efendimiz delikanlıya diyor ki:

“–Oğlum! (Diyor.) Senin (diyor) altında gölgelendiğin bir ağaç var mı?” diyor.

Yani bak bu ağacı Allah senin için yarattı Dünyaʼda. Ağaç yaratmasa sen nerede gölgeleneceksin? “Senin gölgelendiğin bir ağaç var mı?” diyor.

“‒İçtiğin bir tatlı su var mı?” diyor.

Cenâb-ı Hak o bulutlardan bize tatlı su vermezdi, tuzlu su verirdi.

“–Ayağına giydiğin bir şey var mı?” diyor.

“‒Sen de onlardan sorulacaksın.” diyor. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)

Velhâsıl Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ etmekten, bütün gayreti göstermek ve Rabbimizʼe sığınmak…

Efendim, bir de şöyle bir hâdise var:

Tabi Türkiyeʼde bir buçuk milyonu aşkın Sûriyeli var. Bazı şehirlerde şehrin nüfusu kadar, belki daha fazla Sûriyeli var. Türkiyeʼnin hemen her yerinde Sûriyeli kardeşlerimiz var. Ve tabi bu kadar yoğun bir nüfus, zaman zaman problemli durumlara da yol açıyor. Yani, işte, kiralık ev konusunda, şu, bu, konusunda tartışmalar…

Böyle zamanlarda nasıl hareket etmeli? Yani, hani bir de medyaya düşüyor, ya da tepkiler ortaya çıkıyor falan, yani o kardeşlik hukukunun burada nasıl devreye girmesi lâzım?

Ahmet Abi, kitle varsa problem vardır. Onların içinde çok sâlih insanlar da vardır, vasat insanlar da vardır, biraz daha şuuru muhtel olanlar vardır. Menfaatine düşkün olanlar da bulunabilir. Tabi onların verdiği ufak tefek rahatsızları bir ecir olarak kabul etmek lâzım.

Onlar bizim din kardeşimizdir. Biz, kendi oğlumuz, kendi akrabamız bir yanlışlık yapsa onu tardetmeye hakkımız var mı? Edebilir miyiz tard? Onlar da bizim kardeşlerimiz.

Evet.

Onun için, bizden istenen, merhamet.

Merhamet, evet.

Şimdi bir, doktorları alın. Yani orada bir iki doktor bir yanlış yapıyor diye, kasaplık yapıyor diye doktorluk yerine; bir tıbbiyeyi kapatabilir miyiz?

Yahut bâzı kimseler hukukta cellâtlık yapıyor diye hukuk fakültelerini kapatabilir miyiz? Hukuka bir iptal damgası vurabilir miyiz?

Onun için, Sûriyeʼden gelen kardeşlerimizde de birtakım, olabilir yani, insan olan yerde dâimâ problem vardır. Kendi memleketimizde de dâimâ problem var. Mahallemizde problem var. Komşularımız arasında da problem var. Reddedebilmeye hakkımız var mı?

Evet. Bir de Efendim, yine bayram vesîlesiyle, diyelim ki bir mahallede oturuyoruz. İşte şurada da Sûriyeli mültecîlerin oturduğunu biliyoruz. Yani ne yapmalı, daha müşahhas olarak?

Ahmet Abi, bizim çocukluğumuzda mahalle, dulun, yetimin sigortasıydı. Meselâ bir yetim evlenecek; mahalle onun çeyizini hazırlardı. Dul kadının bir problemi var; onu mahalle himâye ederdi, korurdu. Bir hasta var; mahallede hiçbir şeyi olmayan bile ona bir çorba götürürdü.

Meselâ bizim zamanımızda antibiyotikler yoktu. Verem çok salgındı. Verem şeyleri vardı çamlıkların olduğu yerde, verem hastahâneleri vardı. Bakardım; mahalleden ona ciğer, ızgara vs. etler götürülürdü.

İyi beslensinler diye.

İyi beslensin diye. Yani bir mahalle vardı. Toplumun bir sigortasıydı mahalle. Şimdi tabi, en fecî, mahalleler azaldı. Yani varoşlardakini lüks yerdekiler duymuyor. Varoştakiler lüks yerdekilere “bunlar merhametsiz” gözüyle bakıyorlar. Hattâ bâzen daha ters durumlara gidiyorlar.

Bizim -bilmiyorum- bu bayram, mahalle olarak herkes kendi bulunduğu muhitindeki, oradaki bir defa baştan yetimlerden başlayarak, dul hanımlardan başlayarak, kimsesizlerden başlayarak, onların ihtiyaçlarını, onlara bir bayram, bir tebessüm ettirmeli. Bayramın bir tebessümünü onlara arz etmeli, ikram etmeli.

Velhâsıl bu, hepimizin mühim bir vazifesi olmalı. Zira Vedâ Haccıʼnda;

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ (“…Bugün (dîninizi) tamamladım…” [el-Mâide, 3]) âyeti indi. Dîn, tamamlandı. Allah Rasûlüʼnün vazifesi bitti Dünyaʼda. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz ağlamaya başladı:

“–Bu (dedi) Allah Rasûlüʼnün vefat haberidir.” dedi.

Fakat Efendimiz son nefesine kadar dâimâ “ümmetî, ümmetî” buyurdu.

Enes -radıyallâhu anh- naklediyor:

“Allah Rasûlüʼnün sesi iyice kısılır hâle geldi, duyamaz hâle geldik. Efendimiz iki şey üzerinde duruyordu. Birincisi Allâhʼa karşı vazifemiz “namaz, namaz, namaz”. İkincisi ictimâî vazifemiz; “emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Şimdi bunların hepsinin bizim üzerimizde hukuku var. Bunlar bize zimmetli.

Rasûlullah Efendimiz de (bir hadîs-i şerîfinde buyurduğu üzere); kıyamet günü yedi kişi, o büyük infilâk günü, yedi kişi Arşʼın gölgesi altında kalacak, yani korunacak. Onlardan biri de bu Dünyaʼda Allah için kardeş olanlar. (Bkz. Buhârî, Ezân, 36)

İşte biz de bugün Türkiye olarak bir kardeşlik imtihanından geçiyoruz. Kardeşlik, tabi, evet, güzel zamanda da kardeşlik olacak ama, esas kardeşlik, zor zamanın kardeşliğidir.

Bize bu (hususta) Yermuk Harbi de en güzel bir misaldir:

Bu, elli derece çölün üzerinde can verirken, “su, su” diyen İkrime, öbür taraftan diğer bir sahâbî “su, su” derken -konuşmaya tâkati yoktu- eliyle onu işaret etti.

Oradan Iyaş, “su, su, su” diye hafif, kısık sesle şey yaptığı zaman, o da onu işaret etti.

Yine İkrime “su, su” diyordu.

Velhâsıl, Huzeyfe diyor ki:

“Bir kırbayla (diyor), üç (diyor), can verecek olan şehidin arasında şey yaptım (diyor). Fakat (diyor) üçüne de (diyor), bir bardak su içiremeden, üçü (diyor) kardeşlerini göstererek, onlara ikram ederek şehid oldular.” diyor. (Bkz. Kurtubî, XVII, 28; Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 318; Hâkim, III, 270/5058)

Bir tablo bu; din kardeşliğinin bir tablosu. Allah için kardeş olabilmek. Böyle bir kardeşlik, işte büyük mükâfat, bu da Arşʼın gölgesi altında kalacak yedi kişiden biri.

Tabi bu, yıldızlardaki ölçü. Biz bu ölçüye -alâ kaderiʼl-imkân- ne kadar yaklaşabiliriz? Hiç yoksa bu sene bu Sûriyelilere, bunların bir hâl hatırını sormalı, onlara bir bayramlık vermeli, onların yetimlerini, dullarını giydirmeli…

Rasûlullah Efendimizʼe bir fakir gelirdi. Efendimiz evinde ne varsa verirdi. Arkadan birisi daha gelirdi, ona verecek hiçbir şeyi olmadığı için, veremediğinden de utanırdı. Kendisi hafifçe diğer tarafa dönerdi. Cenâb-ı Hak İsrâ Sûresiʼnde “قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. Hiçbir şey veremiyorsan, “قَوْلًا مَيْسُورًا” onun gönlünü alacak tatlı birkaç söz söyle, buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28)

Demek ki müslümanın lügatinde “yok” olmayacak, “hâyır” olmayacak. Çıkmaz sokak göstermeyecek. Elinden gelen bütün gayreti gösterecek, Allâhʼın rızâsını tahsil edecek.

Bu bayram -inşâallah- bu bayram Afrikaʼdaki kardeşlerimiz de, Orta Asyaʼdaki kardeşlerimiz de, bize Sûriyeʼden olan din kardeşlerimiz de, beraber, müşterek bir kurban bayramı yaşarız.

İnşâallah.

Onlara, gidemeyeceğimiz, ulaşamayacağımız yerlere kurbanlarımızı göndeririz. Ulaştığımız yerlere ise Sûriyeli kardeşlerimize, diğer mahrum kardeşlerimize, onlara da bayramın tebessümünü aksettiririz -inşâallah-

İnşâallah. Çok teşekkür ederiz.

Allah cümlenizden râzı olsun.

Allah râzı olsun.

İnşâallah bu kurban bayramını ümmet-i Muhammedʼin -inşâallah- selâmet bayramı olarak, bir fedakârlık bayramı olarak, bir müslümanın derdiyle dertlenme, bu şekilde Allâhʼın rızâsını kazanma, bir fedakârlık bayramı olmasını Cenâb-ı Hak nasîb eyler -inşâallah-.

Âmîn, inşâallah Efendim. Çok teşekkür ediyoruz.

Estağfirullah.

Allah râzı olsun.

Sizlerden de, cümlemizden Allah râzı olsun…