“Güneşte Gölge, Soğukta Kaftan, Açlıkta Ekmek Ol”


DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

“GÜNEŞ’TE GÖLGE, SOĞUKTA KAFTAN, AÇLIKTA EKMEK OL.”

İnfâkı ihmâl etmek, çok büyük bir hatadır. Hasan-ı Basrî Hazretleri buyuruyor, bir misal:

Mescidde iken diyor, bir garip geldi diyor. Baktım diyor, zavallı diyor, çok bitkindi diyor, âciz bir hâldeydi diyor.

“–Ben açım.” dedi.

“–İyi dedim, ben de eve gideyim, bir şeyler göndereyim.” dedim.

Baktım dedi, sabahleyin döndüm, unutmuşum eve gidince. Baktım adamcağız ölmüş kenarda diyor. “Eyvah, vah vah, keşke…” dedim ama iş işten geçmiş diyor. Bana emanet etti kendini, ben de onu ihmâl ettim…

En nihâyet ona bir kefen aldım, yıkadım, gömdüm, tesellî olarak kendimi. Fakat sabahleyin yine mescide girdim, yakaza hâlinde, kefenim sanki orada duruyordu mihrapta. “Senin yaptığın hayır kabul edilmedi.” buyruldu.

Velhâsıl bu çok mühim bir hâdise bu infak. Yani kulun çok hassas olması. Hattâ ondan sonra Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne birisi geliyor, yine bir şey istiyor, hemen gömleğini çıkartıp veriyor. Arkadaşı diyor ki:

“‒Yahu, eve gidersin sonra gönderirsin…”

“–Yok diyor, bir sefer benim başıma geldi diyor. Onun için ne isterse hemen benim vermem lâzım.” diyor.

Yani muhtacın hemen ihtiyacını görebilmek…

İsmâil Atâ Hazretleri var. Kâmil bir mü’minin gönül hassâsiyetini ifade etme sadedinde:

“Güneşte gölge ol.” diyor. Gölge ne yapar? Himâye eder. Sen de hâmî ol diyor. Himâye eden ol diyor.

“Soğukta kaftan ol.” diyor. Yani üşüyeni ısıt diyor.

Mevlânâ diyor ki:

Şems-i Tebrizî bana bir şey öğretti diyor. (Kalbine ama, zihnine değil, en zoru da o zaten, kalbine öğretmek.) «Eğer bir üşüyen varsa, sen ısınma hakkına sahip değilsin Celâleddin!» dedi diyor bana. Ben de daima üşüyorum.” diyor.

Demek ki çok üşüyen var ki bir türlü artık ben ısınamıyorum, diyor.

İşte hassas bir gönül…

“Açlıkta ekmek ol.” Yani infak et.

“Güneşte gölge ol. Soğukta kaftan ol. Açlıkta ekmek ol.” buyuruyor.

Vakıf nedir, vakfın hususiyeti o zaman?

Hidâyet bekleyenlere yardım etmek. Yani müsterşidi irşad.

Yoklukta kıvranan muhtaca bir sığınak.

Garibe, yetime açılan sımsıcak bir kucak.

Soğukta titreyenlerin içini ısıtan bir rahmet nefesi, bir bâd-ı sabâ.

Ümmetin derdiyle dertlenen bir müessese.

İlâhî huzûra temiz bir vicdan, yüz akıyla varabilmek için kendisinin dışındaki dünyadan kendini mes’ûl gören bir diğergâmlık müessesesi. Kendini mes’ûl görüyor bulunduğu toplumdan. Kendi kurtuluşunun başkalarının kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiği şuurunun mücessem bir şekli.

Kim var orada? Gözü yaşlı mâsumlar var. Çâresiz yaşlılar var. Belâlar altında inleyen kanadı kırıklar var. Vatanlarından tardedilmiş mazlum mültecilerin âdeta baba ocağı olmuş oluyor.

Bir misal İslâm tarihinden, misaller sonsuz da, bir misal:

İslâm tarihinde 5. (râşid) halife olarak bildirilen Ömer bin Abdülaziz, din kardeşliği hassasiyetiyle yoğrulmuş gönül dokusunu yansıtan şu hâlini, hanımı Fâtıma şöyle anlatır:

“Bir gün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuştu, seccâde üzerinde. Elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşı yanaklarını ıslatıyordu. Ona niçin bu hâlde olduğunu sordum.

«‒Nedir seni bu gama sürükleyen, niçin mağmumsun, bu kadar hüzünlüsün?» diye sordum. Dedi ki:

«‒Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükü benim omuzlarımda. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, giyecek elbise bulamayanlar, boynu bükük yetimler, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarındaki müslüman esirler (bugün olduğu gibi) ihtiyacını karşılamak için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar, âile efrâdı kalabalık olan fakir aile reisleri, beni hüzne sürükleyen… Yakın ve uzakta böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe, yükümün altında eziliyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa ben nasıl cevap vereceğim.» diye hıçkırarak ağlamaya devam ediyordu. Sanki havuza düşmüş kuş gibi çırpınıyordu. Dayanamadım hâline, üzerine bir çarşaf attım.” diyor.

İşte bu nasıl?..

وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ

“Allah anıldığı zaman titreyen bir yürek…” (Bkz. el-Enfâl, 2)

Vakıf, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’dan başlar. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vakfın pek çok fiilî numûnesini Efendimiz sergilemiştir. Zira O’nun her davranışı bir üsve-i hasene, bir numûne-i imtisaldir.

Efendimiz, Medîne-i Münevvere’de sahip olduğu 7 ayrı hurmalığını, daha sonra da Fedek ve Hayber hurmalıklarının kendisine düşen kısmını tamamen vakfetti. Yani peygamberlerde bizlere tabi, üsve-i hasene, örnek- karakter ve şahsiyet mirası vardı. Bir de insan mirası vardı, bir insan bırakmak arkasında. Peygamberlerin bir mal mirası yoktu, ümmet mirası vardı.

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“Efendimiz hasta, son günüydü, artık çıkacak tâkati kalmamıştı. Şöyle perdeyi araladı, şöyle baktı. Babam diyor, namazı kıldırdı Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, sonra selâm verdi. Rasûlullah Efendimiz şöyle bir, o ıztırap hâlinde öyle bir ashâb-ı kirâmı seyretti. O kadar güzel bir tebessüm etti ki, öyle bir huzur buldu ki…”

Arkasında güzel bir ümmet bırakmak…

Demek ki üsve-i hasene, Efendimiz örnek şahsiyet. Hepimizin vazifesi, yaşamak ve yaşatmak. Arkamızda güzel bir nesil bırakmak.

Câbir -radıyallâhu anh- diyor:

“Muhâcir ve Ensâr’dan imkânı olup da vakfı bulunmayan bir tek kişi bilmiyorum.” buyuruyor. (İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598)

Yine vakıf, mülkiyetin Allâh’a adanması. Temlik ve temellükten men edilen malın Allah için ebedî hâle gelmesi. Yani vakfedilen bir mülk, artık alınıp satılmaz. Miras olarak intikal etmez. Artık o mal, vakfedenin belirlediği şartlar üzerine Allâh’a adanmış bir mülktür. Vakıf, “كَنَصِّ الشَّارِعِ” denir. “Vâkıfın şartı, Allâh’ın hükmü gibidir.” denir. Sadece burada bir istibdâl vardır fıkhen, yani daha verimli bir yer varsa oraya taşınabilir. Fakat kat’iyyen temlik ve temellük aslâ yoktur. Ve kıyâmete kadar da vakıftır. Vakıf arâzisini alanlar da berbâd olur gider.

Hattâ bir Osmanlı vakfına baktığımız zaman, vakfı koruyanlara dua vardır. Vakfı korumayanlar da, onu hebâ edenler de, onlar için bedduâ vardır. Fâtih’in Ayasofya vakfiyesinde de bu vardır.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a Hayber ganimetinden güzel bir hurmalık arâzi düştü. Rüyasında üç gün, üst üste bu arâziyi infâk etmesi kendisine işaret edildi. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e geldi:

“‒Yâ Rasûlâllah dedi. Benim nazarımda dedi, dünyada elde edeceğim bu arâziden daha güzel bir arâzi yoktur dedi. Fakat üç gündür dedi, ben dedi, böyle böyle dedi, bu arâziyi infâk etmem rüyamda işaret edildi dedi. Ne buyurursunuz?” dedi.

Efendimiz buyurdu ki:

“–Dilersen o hurmalığın aslını Allah için vakfet. Gelirini de tasadduk et. Artık o hibe edilmez, bağışlanmaz. Ona vâris olunmaz. Onun mahsulü yalnız infak edilir, muhtaca yedirilir.”

Efendimiz o vakfın şartlarını kısaca orada bildirmiş oldu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen onu infak etti. (Bkz. Buhârî, Vesâyâ, 22, 28)

Âyet-i kerîmelerde buyrulur. Tevbe Sûresi 111. âyet:

“Allah, mü’minlerden Cennet mukâbilinde canlarını ve mallarını satın almıştır…”

Demek ki burada, can ve mal pazarlanıyor bu dünya pazarında. Kabirde pazarlanmıyor, âhirette pazarlanmıyor, burada pazarlanıyor.

Yine buyruluyor Bakara Sûresi’nde:

“İnsanlardan öylesi vardır ki, Allâh’ın rızâsını kazanma uğrunda kendisini ve malını fedâ eder…” (el-Bakara, 207)

Bir yakınlık derecesi.

Yine, ilk okunan âyet:

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ «birr»e (yani îman, ibadet ve ahlâkta hayrın kemâli­ne) eremezsiniz!..” (Âl-i İmrân, 92)

Bir misal:

Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

Medîne’de Ensâr arasında en fazla hurmalığı bulunan, Ebû Talha idi. Onun sevdiği malı da Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki Beyruhâ ismindeki hurma bahçesiydi. Rasûlullah zaman zaman bu bahçeye girer ve oradan tatlı su içerdi.

Bu âyet indiği zaman; “لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ” âyeti indiği zaman, Ebû Talha, Rasûlullah Efendimiz’in yanına geldi. “Sevdiklerinizden vermedikçe, Allâh’a yaklaşamazsınız.”

“–Yâ Rasûlâllah dedi. Benim en çok sevdiğim, bu, (bugünkü Ravza’daki kadınlar kapısı olan yerde, 600 ağaçlı bir hurma bahçesiydi) bunu dedi, ben dedi, Allah için infâk ediyorum.” dedi.

Efendimiz de tebrik etti:

“–Kârlı mal dediğin işte budur!..” dedi. (Buhârî, Zekât 44, Vesâyâ 10, 17, 26, Tefsîr 3/5; Müslim, Zekât 42, 43)

Senin en büyük kazancın işte budur, dedi.

Ebû Talha bahçeye gidiyor, eşyalarını toplamaya. Hanımı da bahçenin ortasında oturuyor. Çitin arkasında düşünüyor: “Şimdi ben nasıl bunu hanıma anlatacağım şimdi.” O da çok seviyordu bahçeyi.

Hanımı dedi ki:

“–Ebû Talha dedi, niçin girmiyorsun dedi. Bu bahçe ikimizin değil mi dedi. İkimiz de bu bahçeyi çok seviyoruz.” dedi.

“–Hanım dedi, artık bu bahçe bizim değil.” dedi.

“–Niye?” dedi.

“–Bugün «لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ» âyeti indi.” dedi.

“–Ne yaptın?” dedi.

“–Ben de bağışladım.” dedi. “Medîne fukarasına bağışladım.” dedi.

“–Ebû Talha dedi, bu bahçeyi ikimiz de çok seviyorduk dedi. Peki sen bağışlarken dedi, bana da hisse verdin mi?” dedi.

“–Evet dedi, ortaklaşa bağışladık.” dedi.

“–O zaman Ebû Talha, bekle dedi, ben de eşyalarımı toplayayım, çıkayım.” dedi.

Nasıl bir, âyeti idrâk edebilme!..

En büyük kültür, Kur’ân-ı Kerîm kültürüdür.

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

O şekilde başladı, 23 sene devam etti.

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ (“…Bugün size dîninizi tamamladım…” [el-Mâide, 3]) âyetiyle -Allâhu a‘lem- bitti. Yani dînin kemâle erdiği… Bu 23 sene sürdü.

Her tahsil bugün üç sene, beş sene, on senede bitirirsin. Fakat bu, 23 senede bitti. Her inen âyeti Allah Rasûlü tatbikâta geçirdi. Tabi bu, nasıl bir terbiye ile yetişti. Bir-iki misal vermek îcâb ederse:

Meselâ Dâvud-i Tâî Hazretleri’ne talebesi et yemeği getirdi. Şöyle, Dâvud-i Tâî ete baktı, talebesine baktı… Talebesi anladı:

“–Efendim, siz de bir aydır et yemiyorsunuz.” dedi.

Kırmak da istemedi talebesini.

“–Oğlum dedi, şu iki yetimden ne haber?” dedi.

“–Üstâdım, onlar bildiğiniz gibi.” dedi.

“–Bak yavrum dedi, şimdi bunu ben yersem, bir müddet sonra benden çıkacak dedi. Fakat bunu şu iki yetime götürürsen, o zaman bu, Arş-ı Âlâ’ya çıkacak!..”

Tabi bir vakıf insan!..

Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak:

وَيَاْخُذُ الصَّدَقَاتِ

“Sadakaları ben alırım.” (et-Tevbe, 104) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Yani vakfın gayesi nedir? “et-Takarrub ilâllâh” yani “Allâh’a yakınlık” olarak ifade ediliyor, vakfın sıhhat şartı olarak zikrediliyor.

Yine Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-:

“−Yâ Rabbi! Ben Sen’i nerede arayayım? Nerede bulurum Sen’i yâ Rabbi?” dedi.

Cenâb-ı Hak da:

“−Ey Mûsâ dedi, Ben’i sen, kalbi kırıkların yanında bulursun!” dedi. (Ebû Nuaym, Hilye, 2, Mâlik bin Dinar’dan rivâyetle)

“İki kişiye (Efendimiz) gıpta edilir (buyuruyor):

Biri, Allâh’ın kendisine Kur’ân verdiği kişidir. Kur’ân ile gece gündüz meşgul olur (Kur’ân’ı infâk eder)… İkincisi, Allâh’ın verdiği malı da Allah yolunda gece-gündüz infak eder.” (Bkz. Müslim, Müsâfirîn, 266, 267)