Gönül İkliminden İnciler 19

Yıl: 2017 Ay: Şubat Sayı: 144

Her medeniyet, kendi insan tipini inşâ eder. O insan tipi de, mensup olduğu medeniyetin vasıflarını taşır, karakteriyle âhenk arz eder. İslâm medeniyeti” ise, insanlık tarihinde bir kere ulaşılabilmiş bir zirvedir.

Burada, yıllardır mânevî köklerinden uzaklaştırılmaya çalışılan insanımıza üstün medeniyet(!) denilerek takdim edilen Batı medeniyeti ile ahlâk ve fazîleti temsil eden İslâm medeniyeti arasındaki değer farklılıklarından birkaç misâli zikretmek istiyoruz:

İslâm medeniyetinde insan, mahlûkâtın en şereflisidir. Rengi, ırkı, cinsiyeti, zengin veya fakirliği dolayısıyla değil, Cenâb-ı Hak indinde ancak “takvâ”sı ölçüsünde değerlidir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“…Allah katında en keremliniz (üstün olanınız), en çok müttakî olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyrulmaktadır.

Hadîs-i şerîfte de:

“Hiç şüphesiz ki Allah Teâlâ, sizin bedenlerinize ve sûretlerinize bakmaz; ancak kalplerinize nazar eder.” buyrulmuştur. (Müslim, Birr, 33)

Batı medeniyetinde ise insan, önce rengi sebebiyle, sonra da aynı inanç ve değerleri paylaşmadıkları için ayrıma tâbî tutulmuştur. Nitekim çok yakın bir geçmişte, medeniyetin beşiği(!) olarak adlandırılan Avrupa’da, -Afrikalılar başta olmak üzere- Uzak Doğulular, Eskimolar ve daha birçok etnik gruptan insanlar, kafeslere ve bahçelere kapatılıp tıpkı hayvanlar gibi ziyarete açılmıştır. Bugün bütün dünyaya “insan hakları” ve “medeniyet” dersi vermeye kalkan Avrupa’nın en utanç verici sırlarından biri olan bu insanlık dışı rezâlet, hem de Avrupa’nın ortasında sergilenmiştir. Paris, Hamburg, Antwerp, Barcelona, Londra, Milan, New York ve Varşova gibi büyük şehirlerde bulunan bu yerler, maalesef halktan da yoğun bir alâka görmüştür.

Meselâ 1931’de Paris’te, Eyfel’in altında açılan “İnsan Sergisi”nin, 6 ay içinde tam 34 milyon kişi tarafından gezildiği bildirilmiştir. Ayrıca sergi alanının dışındaki levhaya da şu ibâre yazılmıştır:

“Lütfen yiyecek vermeyin, daha önce beslendiler!”

İşte üstün addedilen Batı medeniyetinin insana verdiği değer!..

Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16/1924)

İşte bu düstur dolayısıyla İslâm medeniyetinde “bütün mahlûkâta şâmil bir merhamet” anlayışı hâkimdir. İnsanlığı bu zirve medeniyetle tanıştıran Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu hususa riâyet etmeyenleri dâimâ îkaz buyurmuştur. Nitekim bir gün yolda giderken, bir grup insanın binek hayvanlarının üzerinde oldukları hâlde, durmuş (sohbet ettiklerini) görmüş ve onları şöyle uyarmıştır:

“Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve (kullanmadığınız zaman da) güzel bir şekilde istirahat ettirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin. Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Tebâreke ve Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439)

Yine yuvasından yavrularını alarak anne kuşu tedirgin eden kimselere, yavruları tekrar yuvaya koymalarını tembih etmiş,[1] derisi kemiğine yapışmış bir deveyi görünce de sahibine:

“Konuşamayan bu hayvanlar hakkında Allah’tan korkun! Besili olarak binin, besili olarak kesip yiyin!” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2548)

Gerçek ve üstün medeniyet, Mekke fethine giderken yol güzergâhında yavrularını emziren bir anne kelb dolayısıyla, ordunun güzergâhını değiştiren İslâm medeniyetidir.

Yoksa günümüz İspanya’sında hâlâ devam eden boğa güreşlerinde yaşanan vahşet manzaraları üstün bir medeniyetin tezâhürü olamaz!..

Yine hakikî medeniyet; “Süleymaniye Câmii” yapılırken, inşaatta çalıştırılan at, merkep ve katırlar için dinlenme ve çayırda otlatma saatlerine dâir padişah tarafından ferman çıkartan medeniyettir.

Büyük binâlar inşâ ederken, kuşları da unutmayıp, onlar için tezyînatlı âşiyanlar, yani kuş yuvaları, susuzluklarını gidermek için de su kâseleri yapmayı ihmâl etmeyen medeniyettir.

Meselâ Bayezid Câmii’nin bânîsi Sultan 2. Bayezid’in, hazırlamış olduğu vakfiyesinde güvercinleri de unutmayıp, her yıl bu camiin güvercinlerine harcanmak üzere 30 altın yem parası ayrılmasını ferman buyurması, ne güzel bir merhamet misâlidir.

Lâkin aynı dönemde Avrupa ülkelerinde hiçbir hayvan hakları kanunu yoktu. Hattâ 16. asırda Paris’te her yıl yaz ayının belli bir gününde bütün sokak kedileri çuvallara doldurulup yakılmış ve halk da bu vahşeti eğlencelerle bir festival havasında kutlamıştır.

O devirlerde ülkemize seyahate gelen yabancılar, hâtıralarında müslüman mahallelerde bulunan kedi ve köpeklerin insanların etrafında pervane olduklarını, diğer mahallelerde ise insan görünce hızla kaçtıklarını anlatmaktadırlar.

Sıcak yaz günlerinde insanların güneşten bunalmayıp gölgede yürüyebilmeleri için yol güzergâhlarına uzun ömürlü çınar ağaçları dikmek, kıyameti bekleme salonu olan kabirleri dört mevsim yeşil kalmasından dolayı selvi ağaçlarıyla süslemek, ancak zirve bir medeniyetin tezâhürü olabilir.

Yine günde beş vakit ilâhî huzura çıkmak için gidilen câmilerin avlularına kabristanların yapılması ve böylece insanların günde beş defa hayat ve ölümü tefekkür etmelerini sağlamak da İslâm medeniyetinin bir başka nişânesidir.

İslâm medeniyeti, bir merhamet medeniyetidir. Nitekim Batı’da akıl hastaları, “içlerine şeytan kaçmış” diye yakılırken, İslâm medeniyetinin bir temsilcisi olan Osmanlılarda, onlara büyük bir edep ve hürmet ile “muhterem âcizler” denilmiştir. Av etiyle beslenip mûsikî ile tedâvi edilmeye çalışılmıştır.

Bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalık oluşundan dolayı, toplum tarafından tecrid edilen cüzzamlılara, Osmanlı vakıf medeniyetinde şefkat eli uzatılmış, onlar için her türlü bakımın yapıldığı “Miskinler Tekkesi” adı verilen müesseseler kurulmuştur.

İslâm medeniyeti, ulaştığı her noktada insanlığa büyük bir huzur ve saâdet sunmuş, tâbiri câizse, gönüllere âb-ı hayat olmuştur. Hattâ Lehistan’da:

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklâle kavuşamayacağı…” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmiştir.

Batı medeniyeti ise, bunun aksine, tarih boyunca elini uzattığı her karış toprağın önce kıymetli varlıklarını sömürmüş, sonra da o bölge halkını bir nevî köleleştirmiştir.

Hâlbuki İslâm medeniyetinde bir kölenin dahî hangi mevkiye çıkabildiğini görmek için şu gerçek kâfî bir misâldir:

Mâlûm olduğu üzere Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-, İslâm’dan önce bir köle idi. Ancak müslüman oluşuyla birlikte Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in baş müezzini oldu ve kendisine bütün müezzinlerin pîri makamı verildi. Nitekim medeniyetimizin kulluk âbideleri olan câmilerimizin müezzin mahfillerinde yer alan; “Yâ Hazret-i Bilâl-i Habeşî” levhaları da bunu hatırlatmaktadır. Yine İspanya fâtihi olan Târık bin Ziyâd da daha evvel bir köle idi.

***

Velhâsıl, şefkat ve merhametten nasipsiz sözde medeniyetler, gururun, kibrin, en yüce sanatkâr olan Cenâb-ı Hak’tan habersiz sanatın ve iffetsizliğin mânâsız ve fânî âbidelerini dikerler. Köleleri aslanlara parçalattıkları arenalar inşâ ederler. Şuursuzca, bencilce, çılgınca eğlendikleri binalar inşâ ederler. Güç ve kudretlerini temsil etsin diye binbir zulümle piramitler inşâ ederler. Dalkavukların sahte iltifatlarına aldanarak ve onların riyâkâr alkışlarından haz duyarak zulüm ve kibirlerini yükseltirler. Fakat gün gelir, onlar da fânîliğin kahrına uğrarlar. Onların ardından ne semâlar ne de yeryüzü ağlar. Onların zulüm ve kibir âbidelerinin harâbelerini ancak baykuşlar ve köpekler şenlendirir.

***

Millet olarak bizler, İslâm’ın nûruyla büyük bir fazîletler medeniyeti vücûda getirmiş şanlı bir ecdâdın torunlarıyız. Onların müstesnâ bir zarâfet, nezâket ve edep ölçüleri içinde kurdukları medeniyetin bereketli semerelerini bugün bile vakıflar, imâretler, sebiller vs. sûretinde görmekteyiz.

Bizler de ecdâdımızın bu mukaddes mîrâsına sahip çıkarak, onlar gibi hayır müesseseleri kurmaya ve kurulmuş olanları da yaşatmaya gayret etmeliyiz. Önce kendi iç dünyamızı fazîletlerle donatarak örnek teşkil etmeli; sonra da, şehîd ve gâzilerimizin emâneti olan mukaddes değerlerimizi ve vatanımızı muhâfaza için, îmanlı, yüksek keyfiyetli ve vatanperver nesiller yetiştirmeliyiz. Aksi hâlde -Allah korusun- din zayıflar, nesiller zâyî olur, vatan el değiştirir.

Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber Efendimiz’e lâyık bir ümmet olup etrafımıza dâimâ rahmet tevzî edebilmemizi lûtf u keremiyle ihsan buyursun.

Âmîn!..


Dipnot:

[1] Ebû Dâvûd, Edeb, 163-164/5268.