Gönül İkliminden İnciler 17

Yıl: 2016 Ay: Aralık Sayı: 142

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dünyayı şereflendirmesiyle sevinmek ve O’na ümmet olmanın hazzıyla Rabbimiz’e şükran duyguları içinde bulunmak, mü’min olmanın bir gereğidir.

***

Bir işçi çalıştığı yerde işverenin, bir öğrenci sınıfta öğretmenin gözüne girmek için çok çalışması gerektiğini bilir. Yine bir evlât da anne-babasının gönlünü kazanmak için bütün gayretini onların söyledikleri istikâmette sarf eder. Cenâb-ı Hak da, imtihan âleminde kulunun kendi sevgisini nasıl kazanacağını âyet-i kerîmede bizlere şöyle ilân etmektedir:

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûr ve Rahîm’dir.” (Âl-i İmrân, 31)

***

Fânî bir ressamın, uçsuz bucaksız şu kâinatın küçük bir bölümüne bakarak oluşturduğu sanat eseri, insanlar tarafından büyük bir hayranlıkla seyrediliyor. Ressam tebrik ediliyor. O resimler için sergiler açılıyor.

Hâlbuki esas seyredilecek, temâşâ edilecek ve hayran olunacak olan, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Meselâ, dosttan gelen bir buket çiçek, hatırlanmış olmanın sevinciyle bizleri dosta teşekküre meylettirir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise, bizlere Allah tarafından ikram edilen ve en nâdide çiçeklerden oluşan müstesnâ bir buketten çok çok daha öteyedir. Bu ihsâna mukâbil bizim dâimâ Cenâb-ı Hakk’a hamd etmemiz ve şükür içerisinde olmamız lâzımdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, Habîb’ini mü’minlere büyük bir lûtuf olarak bahşetmiş, O’nun, her hâli ile “üsve-i hasene” olduğunu şöyle beyan etmiştir:

“Andolsun ki, Rasûlullah, sizin için; Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için, güzel bir örnektir.” (el-Ahzâb, 21)

Bir müslüman, ancak sünnet-i seniyyeyi yaşadığı ölçüde gerçek hüviyetine kavuşur.

***

Velâdet kandili vesîlesiyle kendimizi derin bir muhâsebe iklimine sokalım. Meselâ:

Efendimiz bütün ibadetlerini yüksek bir gönül kıvâmında îfâ ediyordu.

Nitekim Hazret-i Âişe Vâlidemiz şöyle naklediyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaza durduğu zaman, yüreğinden kazan kaynamasına benzer bir ses duyulurdu. Ezan okunduğu zaman, Allâh’ın huzûruna çıkacağı için etrafındakileri âdeta tanımaz hâle gelirdi.” (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

Seherleri gözlerinden çağlayan gibi kaynayan pınarlar, secde mahallini ıslatırdı.

Peki, buna mukâbil bizim ibadetlerimiz, bizleri vecd ve duygu derinliğine sevk ediyor mu? Cenâb-ı Hakk’ın günde beş defa olan dâvetine icâbet gayretimiz ne kadar? Bir sonraki namaz vaktini ne kadar hasretle bekleyebiliyoruz?

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- muâmelâtında eşsiz bir zarâfet sergiliyordu.

Meselâ kendisine ihtiyaçlarını arz eden kimselerin sıkıntılarını gidermeden gönlü huzur bulamıyordu. Bir defasında yaşlı bir hanımı uzunca bir müddet ayakta dinleyip meselesini hallettikten sonra yoluna devam etmişti. Kapısına gelen herkes, oradan mutlakâ bir nasiple dönüyordu.

O Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cum’a, 43. Ayrıca bk. İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Peki, bizler böylesine hassas ve rakik bir gönül taşıyor muyuz? Yüreklerimizden ne kadar rahmet taşırıyoruz? Yanık gönüllere ne ölçüde merhem olabiliyoruz?

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nezâkette de müstesnâ bir zirve idi. Muhâtaplarının hatâsını onlara yakıştıramadığını hissettirmek maksadıyla:

“–Bana ne oluyor ki sizleri böyle görüyorum.” buyurur, zarif bir üslûb ile onları îkaz ederlerdi. (Buhârî, Menâkıb 25, Eymân 3)

O’nun mürebbîsi bizzat Cenâb-ı Hak’tı. Nitekim; “Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de pek güzel yaptı.” buyuruyor. (Süyûtî, I, 12)

Peki, bizler Hak tarafından medhedilen bu yüce ahlâkı vicdanlarımıza ne kadar yerleştirebildik? Bizim başkalarına olan nezâketimiz, onlardan beklediğimiz nezâket seviyesinde mi?

Yine Efendimiz’in gönlü bir merhamet ummânıydı. Orası bütün dertlilerin derman bulduğu, muzdariplerin huzura erdiği, gariplerin yüzünün güldüğü eşsiz bir dergâhtı.

Enes -radıyallâhu anh- şöyle naklediyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- din kardeşlerinden birini üç gün göremezse, onu sorardı. Uzaktaysa onun için duâ eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şifâ dilemeye giderdi.” (Heysemî, II, 295)

Peki, bizler bütün din kardeşlerimizi ne kadar şefkatle kucaklayabiliyoruz? Onlara karşı gönlümüzdeki muhabbet hangi derinlikte?

İnsanın sîmâsı, bir bakıma gönlünün tercümanıdır. Efendimiz’in sîret güzelliği sûretine aksetmişti. Bu sebeple yahudî âlimlerinden Abdullah bin Selâm, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye hicret edince merakla yanına varmış, vech-i mübâreklerine bakınca da:

“Bu yüz aslâ yalan söylemez!” diyerek müslüman olmuştu. (Tirmizî, Kıyâme, 42/2485; Ahmed, V, 451)

Peki, bizim sîretlerimizden sûretlerimize ne yansımakta?

Yine Efendimiz’in lisânı berrak akan tatlı bir pınar gibiydi. O insanlığın gönül toprağına can suyu olabilmenin gayretindeydi.

Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle naklediyor:

Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey’at edip yanından ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana şöyle dediler:

“–Yavrucuğum, bu Zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.” (Heysemî, VIII, 279-280)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün ashâbına:

“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye sormuştu. Oradaki sahâbîler:

“–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurdu:

“–Sizden önceki kavimlerden birine mensub idi. «Bana hakâret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)

Yani bir müslümanın dili, hiçbir zaman gönül kırmayacak, kalpleri incitmeyecek. Dâimâ etrafına af râyihası yayacak.

Peki, bizim lisânımız ruhlara ne kadar huzur tevzî ediyor?

Efendimiz’in diğergâmlığı da müstesnâ bir derinlik arz ediyordu. Bu sebeple müslümanın ferdî ve hodgâm bir hayat yaşamasını istemiyordu. Öyle ki din kardeşlerinin sıkıntılarına karşı duygusuz kalanlara şu nebevî îkâzı yapmışlardı:

“Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.” (Taberânî, Sağîr, II, 131/907; Beyhakî, Şuab, VII, 361)

Unutulmamalıdır ki, din kardeşinin acısına bîgâne kalmak, çok ağır bir cürümdür. Nitekim bu duygusuzluğu, bir anlık gaflete düşerek yaşamış olan Seriyy-i Sakatî Hazretleri, o hâlinden duyduğu nedâmeti şöyle ifade etmiştir:

“Bir gün Bağdat çarşısı yanmıştı. Bir talebem koşarak bana geldi ve; «–Üstad! Bütün Bağdat çarşısı yandı, bir tek sizin dükkânınız kurtuldu. Gözünüz aydın!» dedi. Ben de dükkânı yanan diğer kardeşlerimi düşünmeden kendi nefsim adına; «el-hamdü lillâh» dedim. Ancak otuz yıldan beri bu gaflet ânım için istiğfâr ederim.”

Bu hâdise evliyâullâhın, Rasûlullah Efendimiz’in gönül dokusundan nasıl hisseler aldığının güzel bir numûnesidir.

Peki, biz bugün bu gönül hassasiyetine ne kadar yakınız? Yanı başımızda bulunan Suriyeli kardeşlerimizin dertleriyle ne kadar dertlenebiliyoruz?

Velhâsıl;

(Ey Rasûlüm) Şüphesiz ki Sen yüce bir ahlâk üzeresin…” (el-Kalem, 4) âyet-i kerîmesi ile tekrîm buyrulan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüce ahlâkından ve gönül deryasından ne miktarda nasiplenebiliyoruz? O Âlemler Sultânı’nın güzelliklerinden bizlerde ne kadar var?

Unutulmamalıdır ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i okuyabilmek, kalbin en büyük sanatıdır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

“Kim benim sünnetimi yaşatırsa beni sevmiş olur, kim de beni severse Cennet’te benimle birlikte olur.” (Tirmizî, İlim, 16)

Biz de Allah Rasûlü ile âhirette beraber olmak istiyorsak, Oʼnunla daha bu dünyada iken hâl beraberliği, fiil beraberliği, ahlâk, hissiyât ve fikriyat beraberliği içinde olmaya gayret etmeliyiz.

Zira sünnet-i seniyyeden uzaklaşmak, -Allah korusun- kişiyi İslâm’dan uzaklaştırır. Bu hakîkati Abdullah bin Deylemî -rahmetullâhi aleyh- şöyle ifade buyurmuştur:

“…Dînin (zayıflayıp gücünün) kaybolmasının başlangıcı, Sünnet’in terk edilmesiyle olacaktır. Halatın lif lif çözülüp nihâyetinde kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle ortadan kalkar.” (Dârimî, Mukaddime, 16)

Sünnet-i seniyyenin gözden düşürülmeye, hattâ bazı yerlerde terk edilmeye başlandığı günümüzde yeniden sünnetin ihyâsına gayret edenler için Efendimiz’in şu nebevî müjdesi ne güzeldir:

“Ümmetimin fesâda uğradığı dönemde sünnetime yapışan kişiye, şehîd sevâbı verilir.” (Heysemî, I, 172; Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 200; Süyûtî, el-Câmî, no: 9171)

Rabbimiz;

Ümmet-i Muhammed olmanın kıymetini lâyıkıyla idrâk edebilmeyi cümlemize nasîb eylesin.

Güllerin şâhı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbet şebnemleriyle gönül toprağımızı ihyâ edebilmeyi, lûtf u keremiyle ihsan buyursun.  

Âmîn!..