Gönül Dergâhından Hikmetler 26

Yıl: 2017 Ay: Ağustos Sayı: 131

Üzerinde ömür kasetini doldurduğumuz şu kâinat dershanesi, insan için yoktan var edildi. İnsan da imtihan için yaratıldı. Nitekim âyet-i kerîmede;

“Gerçek şu ki, Biz insanı katışık bir nutfeden yarattık; onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık.” (el-İnsân, 2) buyruluyor.

Son insanla beraber, bu kâinat da yok olacak. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın vaadi var:

(Düşün o) günü ki, yazılı kâğıtların tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreriz. Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi, onu tekrar o hâle getiririz. (Bu,) üzerimize aldığımız bir vaad oldu. Biz, (vaad ettiğimizi) yaparız.” (el-Enbiyâ, 104)

***

Kâinâtı ibret nazarıyla seyrettiğimiz zaman, zerreden küreye her şeyde bir mükemmelliğin mevcûdiyeti müşâhede edilir. Her şeyde ilâhî bir düzen, ilâhî bir tanzim göze çarpar. Bu da Kur’ânî ifâdesiyle, “düşünen bir toplumun ibret alması için”dir. Nitekim şöyle buyrulmuştur:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13)

Yani Rabbimiz, insanın tefekkürde derinleşmesini, böylece kalbinin rikkat ve hassâsiyet kazanıp kullukta mesafe katetmesini arzu ediyor. Yaratılan hiçbir varlığa boş bir nazarla bakılsın istemiyor. Çünkü hepsi ayrı bir sanat hârikası, ilâhî kudret nakışı.

Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’de tefekkür kelimesi yüz otuz yedi yerde insanoğluna tekrar tekrar hatırlatılıyor. İnsanın tefekkürle hayat bulması isteniyor. Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi:

“Ey kardeş! Sen, tefekkür ile hayat bulmalısın. Bedenin kemik ve et olarak hayvanlarla aynı. Şayet tefekkürün gül ise, sen bir gül bahçesindesin. Eğer, diken gibi düşünüyorsan (nefsânî arzularına mağlûp isen) ateşte yanacak bir kütüksün.”

Nitekim; “Odun yanar, kül olur; gönül yanar, (kalp ilâhî vitrinler seyreder) kul olur.” sözü de bu hakikatin bir diğer ifâdesidir.

***

Tekâmül etmiş bir kalp için mikrodan makroya her şey, ilâhî azamet tecellîleri ve kudret akışlarının bir ibret ve hikmet sergisi durumunda…

Mesela gökyüzündeki Güneş ve Ay

Onları kâfirler ve gâfiller de görüyor. Peki, biz nasıl bakmalıyız Güneş ve Ay’a? Cenâb-ı Hak bizlere Güneş ve Ay’ı misâl vererek üzerinde tefekkür etmemizi istiyor:

“Güneş’i ışıklı, Ay’ı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (Ay’a) birtakım menziller takdir eden O’dur. Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve hikmete) binâen yaratmıştır. O, bilen bir kavme âyetlerini açıklamaktadır.” (Yûnus, 5)

“Ne Güneş Ay’a yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir! Her biri (belli) bir yörüngede yüzerler.” (Yâsîn, 40) buyuruyor.

Güneş ve Ay’da herhangi bir ârıza oluyor mu? Güneş veya Ay, tamirhaneye çekiliyor mu hiç? Hiçbir ateist, Güneş’in on dakika erken veya geç doğup batma ihtimâli var mı, diye bir merak içerisinde kalıyor mu? Her şey ilâhî bir tanzimle, saniye şaşmadan yoluna devam ediyor.

Meselâ Güneş’le Dünya arasındaki mesafe biraz daha fazla olsaydı, her yer kutuplara dönerdi. Ya da mevcut olandan biraz daha yakın olsaydı, bu sefer de her şey yanar kavrulurdu.

Toprağı bir tefekkür edelim…

Toprak, içine atılan cürufu temizliyor, sebzeyi ve meyveyi tertemiz olarak bize veriyor. Bunu nasıl yapıyor? İçerisinde nasıl bir fabrika var? O kara toprağın bağrında rengârenk çiçekler nasıl yetişiyor? O renkler, toprağın neresinde gizli?.. Çiçeklerin o enfes râhiyaları nerede hazırlanıyor?..

Yine toprakta yetişen bitki ve ağaçlar gündüz havadaki karbondioksiti oksijene çeviriyorlar, geceleyin de tam tersi bir durum söz konusu… Bu vazifelerini de hiç aksatmadan îfâ ediyorlar. Bunun takibi insana verilseydi, kim bilir bu zamana değin ne kadar aksatırdı…

Yediğimiz, içtiğimiz ne varsa hepsi topraktan çıkıyor. Bütün mahlûkâtın yemesi, içmesi toprak terkibinden. Fakat bir tavuğun yiyip içtiğini biz yiyip içsek ölürüz. Bir tavuk, akrebi yiyor, biz de tavuğu yiyoruz. Ama bir zarar görmüyoruz.

Yine yeryüzünün toprak tabakası, şimdikinden biraz daha kalın olsaydı, canlıların hayatı için elzem olan oksijen bulunmayacaktı. Zira kalın toprak tabakası, mevcut oksijeni emecek ve böylece hayat imkânsız hâle gelecekti.

Kezâ, denizler, bugünkü hâllerinden bir miktar daha derin olsaydı, bu fazla sular da karbondioksit ve oksijeni çekeceğinden, yeryüzünde hayat olmayacak, bitki bile yetişmeyecekti.

Yani yer ayrı, gök ayrı bir tefekkür vesîlesi…

Nitekim havaya baktığımız zaman, % 77 azot, % 21 oksijen ve % 1 nisbetinde karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından ibaret. Biri artıp diğeri eksilse bütün mahlûkat biter.

Havada % 21 nisbetinde bulunan oksijen, biraz daha fazla olsa, Dünya’daki her şey bir kıvılcım ile tutuşur.

Dünya’nın etrafındaki hava tabakası, biraz daha ince olsa, meteorlar her gün Dünya’nın kabuğunu delip geçer.

Demek ki kul, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı ne varsa ona nazar ederken, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini düşünüp “Aman yâ Rabbi! Sen her şeye kâdirsin!” demelidir.

***

Mevsimlere baktığımız zaman, onlar da ayrı bir intizam içerisinde. İlkbahar sonbahara, yaz kışa karışmıyor. Her biri zamanı gelince meydana geliyor.

Her mevsim kendi çiçeğini açıyor. Kendi sebze ve meyvesini veriyor.

Yine Dünya’nın ekseninde 23,5 derecelik bir eğim olmasaydı, mevsimler meydana gelmeyecekti. Bu durumda yaz olan yer sürekli yaz, kış olan yer de dâimâ kış olacaktı.

Ayrıca Dünya’nın kendi etrafında dönme hızı biraz yavaş olsa, gece-gündüz arasındaki ısı farkları çok yüksek olacaktı. Daha hızlı olsaydı, atmosfer rüzgârları çok büyük hızlara ulaşacak, kasırgalar ve tufanlar hayatı imkânsız kılacaktı.

Velhâsıl bir su damlası dahî bizim için tefekkür sebebi olmalıdır. Bir su damlası, kaç defa buharlaşarak semâya çıktı, kaç defa yağmur, dolu ve kar olarak yere indi, nerelerden geçti?

Cenâb-ı Hakk’ın; “Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?” (el-Vâkıa, 70) beyânını tefekkürle okumamız îcâb ediyor. Cenâb-ı Hak, kar tanelerini rûha ferahlık veren beyaz bir renkte değil de, siyah yahut ciğer renginde yağdırsaydı, gönüller kim bilir ne büyük bir kasvete bürünürdü!

Lâkin Cenâb-ı Hak, kar yağınca kalplere bir ferahlık, bir huzur hâli veriyor. Milyonlarca kar tanesi, birbirine çarpmadan yere iniyor. Karın altında milyonlarca solucan, kabuklu böcek, karınca, hayâtiyetine devam ediyor. Çünkü kar kalktığı zaman bunların ölü bedenlerini görmüyoruz. İşte Cenâb-ı Hak onları karın altında, sanki korunaklı bir kundakta besleyip yaşatıyor.

***

İnsan ise her şeyiyle bambaşka. Yaratılış safhaları, bedenindeki organlar, görmesi, konuşması, duyması ayrı bir tefekkür vesîlesi…

Gündüz yoruluyoruz, gücümüz-tâkatimiz tükeniyor, vücudumuzu bir rehâvet kaplıyor, yatak bizi âdeta bir mıknatıs gibi kendine çekiyor. Gece dinlenen vücut güçleniyor, sanki boşalan pil yeniden doluyor. Sabahleyin yenilenmiş, tazelenmiş, güçlenmiş olarak kalkıyoruz.

Fakat kâinâta baktığımız zaman yaratılan hiçbir şeyde; Güneş’te, Ay’da, toprakta bir tembellik yok.

Doyduk diyoruz, sofradan kalkıyoruz. Yediğimiz lokma nerelerden geçiyor, düşünüyor muyuz? Böbreğimizin içinde dahî sanki bir laboratuvar var. Faydalı olanı alıyor, faydasız ve zararlıyı atıyor.

İlâhî tanzim gereği hayvanlar, insan için çalışıyor. Arı, tavuk, inek…

Arı, yaptığı balın gıda değerini bilerek mi yapıyor?

Tavuk, yumurtasının içinde ne kadar protein var, biliyor mu?

İnek, sütünün içinde ne kadar laktoz var, biliyor mu?

Diğer taraftan bir anne, kendi sütünde hangi vitaminlerin olacağını belirleyebiliyor mu?

Velhâsıl bütün kâinât, ilâhî programa göre işleyen sonsuz kudret ve azamet tecellîlerinin bir sergisi. Cenâb-ı Hak onu, insan idrâkine göre tanzim etmiş. Kâinatta Yaratıcı’sının mührünü taşımayan hiçbir varlık yok. Yeter ki insan, îman muhabbetiyle, ibret nazarıyla, tefekkürle, takvâ ile bakabilsin, velhâsıl her şeyi Yaratan Rabbinin adıyla okuyabilsin…

Nitekim bir Hak dostu diyor ki:

“Cenâb-ı Hak o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâiptir.”

Rabbimiz, bu kâinâtı ibret nazarıyla seyredebilmeyi, tefekkürde derinleşerek kullukta seviye kazanabilmeyi ve kendisiyle dost olabilmeyi cümlemize lûtfeylesin.

Âmîn!..