Gönül Dergâhından Hikmetler 23

Yıl: 2017 Ay: Mayıs Sayı: 128

Allah’tan gayrı hiçbir varlıkta “bekā”, yani ölümsüzlük ve sonsuzluk güç ve imkânı yoktur. Mezar taşları üzerine nakşedilen “هُوَ الْبَاق۪ى” yazısı, bunun net bir ifâdesi mahiyetindedir. Yani yaratılmış bütün varlıklar fânîdir, dolayısıyla yok olmaya mahkûmdur. Âyet-i kerîmede bu hakîkat şöyle ifade edilmiştir:

“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır.” (er-Rahmân, 26)

Fânî olan varlıkların, vasıfları da fânîdir. Bu keyfiyetin bir neticesi olarak da hepsi ebedî bir değişime mahkûmdur. Hiçbiri, bir hâl üzere bâkī kalamaz. Yani her hâl gelip geçicidir. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurmuştur:

“Sen, ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğuna bak!

Güzel bir çocuk; bakarsın, güzelliği ile halkın sevgilisi olmuştur. Bir müddet sonra, ihtiyar bir bunak hâline gelir ve halka rezîl olur!

Ey yağlı-ballı yemekler ve nefis gıdalar görüp imrenen! Kalk helâya git de, onların âkıbetini orada gör!”

Bu demektir ki, zıtlar üzerine kurulmuş olan âlemimizde, güzellik veya çirkinlik, hayır veya şer, varlık veya yokluk, kemâl veya zevâl üzere bâkī kalamaz. Ebedî bir değişim, bütün mahlûkât için mutlak bir kaderdir.

Bu hakîkate binâen yine Mevlânâ Hazretleri, gönle gelen elem ve sürurların da geçici olduğunu şöyle beyan buyurmaktadır:

“Ey delikanlı! Bu ten bir misafirhânedir. Her sabah, senin misafirlerin olan gam ve neş’e oraya koşarak gelirler. Uyanık ol; sakın bu misafir benim boynumda kalır, deme! O, yokluğa uçar gider. Yani sürur ve gamın bekāsı yoktur. Gayb âleminden ne gelirse gelsin, o senin gönlünün bir misafiridir. Onu dâimâ hoş tut! Yani, gamdan ötürü üzgün; sürurdan dolayı da çok neş’e içinde kalma!”

İnsan, bu idrâki yakaladığı ölçüde gönül huzuruna kavuşur. Yani bilir ki, ne başına gelen bir musibet kalıcıdır, ne de nâil olduğu sevinç ebedîdir. Bu fânî dünya, ancak bir imtihan yurdudur. Âyet-i kerîmede de şöyle buyrulmaktadır:

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” (el-Mülk, 2)

Dolayısıyla bu cihânın bir imtihan yurdu olduğu gerçeğini unutmamak, îmanlı gönüllerin istikâmeti için şaşmaz bir pusula hükmündedir. Lâkin günümüzde, önüne çıkan bir engeli aşamadığı veya girdiği bir imtihanı geçemediği için bunalıma sürüklenen gençlerin olduğunu duyuyoruz.

Hâlbuki bizler için en büyük örnek şahsiyet olan ve; “…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım.”[1] buyuran Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in başından geçen ağır imtihanlar ve çileler karşısında Allâh’a nasıl büyük bir tevekkül ve teslîmiyetle sarıldığını unutmamamız gerekiyor.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yedi yavrusundan altısını kendi elleriyle toprağa verdi. Kâbe’de namaz kılarken, üzerine deve işkembesi atıldı. Geçtiği yollara dikenler döküldü. Yıllarca boykota mâruz kaldı. Tâif’te taş yürekli kalpler tarafından taşlandı. Başta sevgili amcası Hazret-i Hamza olmak üzere birçok sahâbîsi gözleri önünde şehîd oldu. Fakat O, bu ağır şartlar altında dahî tevekkül ve teslîmiyetini hiç bozmadı. En dayanılmaz meşakkatlere mâruz kaldığında mübârek ellerini ilâhî dergâha açarak:

“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çâresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülmemi Sana arz ediyorum.

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!..

İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum…” diye niyazda bulundu. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)

Zira Cenâb-ı Hak, en sevdiği Rasûl’ünü en ağır çilelerle yoğurarak olgunlaştırıyor ve O’nu her an kendisine daha da yaklaştırmayı murâd ediyordu. Rasûlullah Efendimiz de Allah yolunda mâruz kaldığı bu çilelerin hikmetine nazar edip onları kendisi için mânevî bir terakkî vesîlesi addediyor; dünya yıkılsa gönül sarayındaki sabır, rızâ, hamd ve şükür sütunları sarsılmıyordu.

Dolayısıyla, Allâh’ın Habîbi’ne ümmet olmakla şereflenen bizler, O’nun bu sarsılmaz kalbî muvâzenesini de kendimize örnek almak durumundayız.

Meselâ günümüzde âile büyükleriyle yaşadığı bir sıkıntı sonrası intihara meyleden gençler olduğunu duyuyoruz. Lâkin Hazret-i İbrahim’in babasıyla, Hazret-i Lût’un hanımıyla, Hazret-i Yûsuf’un kardeşleriyle imtihan edildiğini unutmamamız gerekiyor.

Yine geçirdiği ağır bir hastalık dolayısıyla hayata küsenlerin olduğunu duyuyoruz. Fakat Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hastalığı sebebiyle halk tarafından tecrid edildiğinde ve hanımı tarafından çöle götürülüp kendisine kumdan yatak ve taştan yastık yapıldığında dahî, nasıl büyük bir sabırla Rabbine sığındığını da unutmamamız gerekiyor.

Yine çok sevdiği bir yakını vefât eden bazı gençlerin, insanı isyâna sürükleyen sözler söylediklerini duyuyoruz. Hâlbuki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, oğlu İbrahim vefat ettiğinde sarf ettiği:

“Göz ağlar, kalp de mahzun olur; fakat biz, Rabbimiz’in râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz! Vallâhi ey İbrahim! Biz senin firâkınla çok mahzunuz!”[2] beyanlarını unutmamamız gerekiyor.

Ayrıca Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde mü’minlerin başına gelen musîbet ve sıkıntıların, onların kulluktaki noksanlıklarına, günah ve hatâlarına keffâret olacağını şöyle beyan buyuruyorlar:

“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi, Allah, onun hatâlarını bağışlamaya vesîle kılar.” (Buhârî, Merdâ, 1, 3; Müslim, Birr, 49)

Dolayısıyla kendisine bir musibet veya bir hastalık isâbet eden bir müslüman; “Yâ Rab! İnşâallah bu hastalık benim günahlarımı döker, inşâallah bu musibette göstereceğim rızâ hâli, Sen’in rızânı kazanmama vesîle olur.” diyebilecek hâlet-i rûhiyeye sahip olmalıdır.

Öte yandan İslâm, insana bedbinliği, ümitsizliği ve karamsarlığı değil; dâimâ nikbinliği, hayırhahlığı ve iyimserliği telkin eder. Meselâ, kanaatte zirveleştirerek yarıya kadar dolu olan bir bardağın evvelâ dolu kısmını görmeyi sağlar. İnsanı her hâdiseye iyi tarafından baktırarak yeisten, buhrandan kurtarır. İnsanı havf ve recâ, yani korku ile ümit duyguları arasında bir denge hâlinde tutar. Nitekim Hazret-i Ömer -aleyhisselâm-’ın şöyle buyurduğu rivâyet edilir:

“Gökten gelen bir ses; «–Ey insanlar! Sadece bir kişi Cehennem’e girecek.» dese, acaba o kimse ben miyim diye korkarım. «–Ey insanlar! Sadece bir kişi Cennet’e girecek.» dese, o zaman da acaba o kişi ben miyim diye ümîd ederim.”

Yine dînimiz hiçbir zaman gayreti elden bırakmamayı telkin eder. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul. Ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirâh, 7-8)

Efendimiz de kıyamet kopuyorken bile, kişinin elinde bulunan fidanı dikmesini tavsiye ederek[3], bir mânâda hayata küsmenin, yılgınlığın, umudunu yitirmenin, gayreti bırakmanın aslâ bir mü’mine yakışan vasıflar olmadığını beyân etmişlerdir. Zira her şeyini kaybetmiş olsa bile, kâinâtı yoktan var eden bir sahibi olduğuna bütün kalbiyle îman eden bir mü’minin; yılması, yıkılması, karamsarlığa sürüklenmesi düşünülemez.

Velhâsıl mü’min bir gence yakışan;

Başına bir sıkıntı ve musibet geldiğinde hayata küsmesi değil, dâimâ ümitvâr olması, Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkında takdîr ettiklerine rızâ göstermesi, Allâh’a tevekkül etmesi, O’na teslîm olmasıdır. Mü’min, saâdeti olmadığı yerde arayıp boşuna yorulmamalıdır. Başına kötü bir hâl geldiğinde daha beterine bakıp hâline şükretmelidir. İyiliklerde ve mânevî güzelliklerde dâimâ kendinden daha yukarıda olanlara gıptayla bakıp onlara benzemeye gayret etmelidir. Bunlar, İslâm şahsiyet ve karakterinin gereğidir.

Ayrıca hiç kimse, karşılaştığı bir hâdisenin kendisi hakkında hayır mı, şer mi olduğunu bilemez. Zira şer zannettiği bir şey kendisi hakkında hayır, hayır zannettiği bir şey de şer çıkabilir. Meselâ;

Kârun kendisi hakkında zenginliğin hayır olduğunu zannetti. Fakat bu zenginlik onun nefsini palazlandırdı, malına güvenerek Allâh’a isyan etti ve çok güvendiği o malıyla beraber yerin dibine geçirildi.

“Mescid kuşu” olarak anılan Sâlebe zenginliğe nâil olunca mescidin yolunu unuttu. Dünyada rahat yaşamak uğruna ebedî hayatını mahvetti.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak hiç kimseye kaldıramayacağı bir yük yüklemez. Cenâb-ı Hak’tan gelen çilenin sabrı da muhakkak yanında gelir. Hak yolunda çekilen zahmetin içinde nice rahmet gizlidir. Yeter ki görmesini bilelim.

Rabbimiz, her hâdisede hikmeti sezebilen, rızâ-yı ilâhî istikâmetinde bir ömür yaşayabilen sâlih kullardan olabilmeyi cümlemize lûtf u keremiyle ihsan buyursun.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472.

[2] Buhârî, Cenâiz, 44; İbn-i Sa’d, I, 138.

[3] Bkz. Ahmed, III, 191, 183.