Gönül Dergâhından Hikmetler 22

Yıl: 2017 Ay: Mart Sayı: 127

Âyet-i kerîmede buyrulur:

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Âl-i İmrân, 31)

***

Ali Râmitenî Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:

“Muhabbetin şartı, sevdiğine tâbî olmaktır.”

Yani bir kimse, muhabbeti ölçüsünde, sevdiğinin hâliyle hâllenir. Bu muhabbet sebebiyle onun sevdiklerini sever, sevmediklerinden de uzak durur. Yegâne gâyesi, zâhiren ve bâtınen sevdiği kimse gibi yaşamaya çalışmaktır. Şayet yaşamıyorsa, bu kimse muhabbetinde samimî değildir.

Peki bizler, zâhir ve bâtın itibariyle ne kadar Peygamber Efendimiz’e benziyoruz?

İçinde bulunduğumuz “Kutlu Doğum” mevsiminde kendimizi bir muhâsebeye çekelim:

Meselâ Efendimiz’in hayatında aslâ gurur ve kibir yoktu. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamberlerin zirvesinde olduğu hâlde, zaruret îcâbı bir fazîletini ifâde etmesi gerektiğinde dahî dâimâ “لَا فَخْرَ / Övünme yok.”[1] buyururlardı.

Yine Efendimiz’in hayatında haset yoktu. İlâhî taksîme dâimâ rızâ hâlindeydi. Mü’minleri de bu hususta şöyle îkaz buyururlardı:

“Haset etmekten sakının. Zira ateşin odunu (veya otları) yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 44/4903)

“Birbirinize kin tutmayınız, haset etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olunuz.” (Buhârî, Edeb, 57)

Yine Efendimiz’in hayatında insanın zayıflık ve liyâkatsizliğinin bir ifâdesi olan öfke de yoktu. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şahsı için aslâ öfkelenmedi. Aklı baştan gideren öfkeyi sabırla yenebilme dirâyetini gösterenler için de şöyle buyurdu:

“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen adamdır.” (Buhârî, Edeb, 76)

“Gereğini yerine getirmeye gücü yettiği hâlde, öfkesini yenen kimsenin kalbini Allah, emniyet ve îmanla doldurur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3; Tirmizî, Birr, 74)

Yine Efendimiz’in hayatında riyâ yoktu. Dâimâ istikâmet üzere yaşadı. Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkında; (Sen) doğru yol üzerindesin.” (Yâsîn, 4) şehâdeti olduğu hâlde, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112) âyet-i kerîmesi gelince, kalbî rikkati sebebiyle duyduğu endişeden, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saç ve sakalına aklar düştü. (Bkz. Tirmizî, Tefsîr-i Sûre, 56/3297)

Yine Efendimiz’in hayatında cimrilik yoktu. Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği nîmetleri, hiçbir zaman kendisi için biriktirmedi. O âdeta kıyısı olmayan bir cömertlik denizi hâlinde yaşadı. Mü’minleri de şöyle uyardı:

“Gerçek mü’minde şu iki haslet aslâ bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü ahlâk!..” (Tirmizî, Birr, 41/1962)

Nitekim, “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âile efrâdı Medine’ye geldiği günden beri, vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20) buyuran Âişe validemiz diğer bir rivâyette sözlerini şöyle tamamlamaktadır:

“Dilesek doyabilirdik. (Yani bu açlık, yokluktan değildi. Ganîmetler ve benzeri imkânlar her zaman vardı.) Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda)  infâk etmedikçe aslâ «birr»e (yani hayrın kemâl noktasına, dolayısıyla da Hakk’ın yakınlığına) eremezsiniz! Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.”[2] âyetinin tecellisine nâil olabilmek için, mü’min kardeşlerini kendine tercih makamında) îsârda bulunurdu. (Böylece elimize geçeni bu şuur ve idrâk ile hemen infâk ederdik.)” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, III/62 [1396])

Yine Efendimiz’in hayatında israf yoktu. Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği her nîmeti, israfa düşmeden yine O’nun yolunda sarf etti.

Yine Efendimiz’in hayatında ayıp ve kusur araştırmak demek olan tecessüs aslâ yoktu. Bu sebeple dâimâ kendi ayak uçlarına bakarak yürürler, meraklı gözlerle etrafı süzmezlerdi. Bu hususta da şöyle buyururlardı:

“Müslümanların ayıplarının, gizli durumlarının peşine düşer, araştırmaya kalkışırsan, onların ahlâkını bozarsın veya onları buna zorlamış olursun.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 37)

Yine Efendimiz’in hayatında yalan yoktu. Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in haber verdiği üzere:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, yalandan daha kötü ve çirkin gelen bir huy yoktu. Ashâbından birinin herhangi bir hususta azıcık yalan söylediğini duysa, onun tevbe ettiğini öğreninceye kadar kendisini o sahâbîden uzak tutar, fazla görüşmek istemezdi.” (İbn-i Sa’d, I, 378)

Yine Efendimiz’in hayatında gıybet yoktu. Bir müslüman kardeşinin arkasından, duyduğunda üzüleceği veya utanacağı bir kusurunu ifâde eden sözler, O’nun mübârek ağızlarından hiçbir zaman sâdır olmamıştır.

Velhâsıl, kulu Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıracak hiçbir kötü vasıf, Efendimiz’in hayatında yoktu.

Peki, ne vardı Efendimiz’in hayatında?

O’nun hayatında dâimâ güzel ahlâk vardı. Zira O’nun mürebbîsi bizzat Cenâb-ı Hak’tı. Bu hakîkati şöyle ifâde buyurmuşlardır:

“Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de pek güzel yaptı.” (Süyûtî, I, 12)

Kıyâmet gününde mü’min kulun terazisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmayacağını da beyan etmişlerdir.  (Bkz. Tirmizî, Birr, 62/2002)

Yine Efendimiz’in hayatında dâimâ tefekkür vardı. Yeryüzünü seyrederken, gökyüzünü temâşâ ederken dâimâ ilâhî azamet ve kudret akışlarının tefekküründe yoğunlaşır, Cenâb-ı Hakk’ın yüce kudreti karşısında kendi hiçliğinin idrâkiyle Allah Teâlâ’yı bütün eksik ve noksan sıfatlardan tenzih ederdi.

Yine Efendimiz’in hayatında merhamet vardı. Engin merhameti sebebiyle, bütün insanların hidayetine vesîle olabilmek için çırpındı. Taşlanmayı göze alarak Tâif’e gitti. Orada kendisine revâ görülen zulüm karşısında dahî, Tâif halkına merhametle duâ buyurdu. Şu ifadeleriyle de mü’min gönülleri bu merhamete dâvet etti:

“Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 58)

Yine Efendimiz’in hayatında cömertlik vardı. Hem de öyle bir cömertlik ki, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ancak etrafındaki açları doyurdukça, muhtaçların ihtiyaçlarını giderdikçe, onların gönüllerini huzurla doldurdukça huzur buldu. Onların rahata ermesiyle rahata kavuştu.

Bir muhtacın ihtiyacını gidermenin, mü’minin bir vicdan vazifesi olduğunu bildirdi. Bizleri de şu beyanlarıyla cömertliğe teşvik etti:

 “Allah Teâlâ Cevâd’dır, yani cömert ve ihsan sahibidir, bu sebeple cömertliği sever.” (Süyûtî, I, 60)

“Cömertlik, dalları dünyaya uzanan Cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Kim onun dallarından birine tutunursa, bu onu Cennet’e götürür.” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, VII, 435)

Yine Efendimiz’in hayatında hak-şinaslık vardı. Dâimâ hak üzere yaşadı. Hakkı tevzî etti. Bir hırsızlık hâdisesinde, cezânın tatbik edilmemesi için ricâda bulunmak üzere gelen kişiye Fahr-i Kâinât Efendimiz, en sevgili kızını misâl vererek:

“Allâh’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim.” buyurdu. (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Hudûd, 8, 9)

Hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet günü Arş-ı Âlâ’nın altında gölgelenecek olan yedi sınıftan birinin de, “Âdil devlet başkanları”[3] yani adâletle hükmedenlerin olduğunu haber verdi.

Yine Efendimiz’in hayatında tevâzu vardı. Herkese karşı alçak gönüllü idi. Bizlere de Cenâb-ı Hakk’ın emrini şöyle haber verdi:

“Allah Teâlâ bana; «O kadar mütevâzı olun ki, kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin!» diye emretti.” (Müslim, Cennet, 64)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- el-Emîn ve es-Sâdık’tı. Kendisine:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Müslümanların en fazîletlisi kimdir?” diye soran Ebû Mûsâ -radıyallâhu anh-’a şu cevabı vermişlerdi:

“–Dilinden ve elinden müslümanların emniyette olduğu kimse.” (Buhârî, Îmân 4, 5, Rikāk 26; Müslim, Îmân 64, 65)

Yine Efendimiz’in hayatında baştan sona edep ve hayâ vardı. Rûhun ve gönlün süsü olan edep, O’nun bütün söz ve davranışlarına yansıyordu. Yürümesi, oturması-kalkması, konuşması, velhâsıl her hâli bir edep numûnesi idi. Ayrıca sahâbe-i kirâmın ifâdesine göre Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz örtüsüne bürünmüş bâkire bir genç kızdan daha fazla hayâ sahibi idi.

Yine Efendimiz’in hayatında sabır vardı. Değişen şartlar altında aslâ muvâzenesi bozulmadı. İptilâlar karşısında bunalmadı, tahammül gösterdi. Dâimâ Rabbine sığındı.

Sabrın çeşitlerini ve fazîletlerini bir hadîs-i şerîflerinde bizlere şöyle bildirmiştir:

“Sabır üçtür:

Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah işlememekte sabır…” (Süyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)

Velhâsıl bu fânî cihanda saâdet ve huzurun yegâne reçetesi, Efendimiz’e tâbî olmaktır. Nitekim ashâb-ı kirâm, Allah Rasûlü’nün her hâline râm olmak sûretiyle hakikî saâdeti buldu ve Cenâb-ı Hakk’ın taltifine mazhar oldu.

Rabbimiz bizleri de, Habîb’inin güzel hâlleriyle hâllendirsin. Fazîlet deryası olan hayatını daha yakından tanımayı nasîb ve müyesser kılsın. Gönüllerimizi O’nun muhabbet şebnemleriyle tezyîn eylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, I, 5, 281.

[2] Âl-i İmrân, 92.

[3] Buhârî, Ezan 36, Zekât 16.