Yıl: 2016 Ay: Ekim Sayı: 121
Kadere îman ve Allâh’a tevekkül eden bir müslümana, korkaklık ve zillet aslâ yakışmaz. Müslümana yakışan, tedbiri elden bırakmamak kaydıyla; cesaret, yiğitlik ve metânettir.
Korkaklık, canını gereğinden fazla severek bir kısım ilâhî emirleri îfâdan kaçınmaktır. Meselâ karşılığında Cennet vaad edilmiş bir kahramanlık olan Allah yolunda cihâdı terk etmek; korkaklıktır. Tebliğde bulunmak, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmak emredilmişken, fânî hayatın gel-geç sevdâlarıyla oyalanmaya dalıp gönülleri İslâm ile buluşturmaktan geri durmak; korkaklıktır. Mazlumların, hisli yürekleri yakan sessiz feryatlarına kulak tıkamak ve onları görmezden gelmek; korkaklıktır.
***
Sa‘d bin Ebî Vakkas -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz namazlardan sonra şu duâ ile Allâh’a ilticâ ederdi:
“Allâhım! Korkaklıktan, cimrilikten Sana sığınırım. Erzel-i ömürden (başkalarına muhtaç olunan ihtiyarlıktan) Sana sığınırım. Dünya fitnesinden Sana sığınırım. Kabir fitnesinden Sana sığınırım.” (Buhârî, Cihâd 25, Daavât 37, 41, 44)
***
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den daha büyük bir şecaat sahibi düşünülemez. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Biz Bedir’de, Allah Rasûlü’ne sığınıyorduk. O gün kendileri, düşmana en yakın olanımız, insanların en cesur ve metânetli olanı idi.” (Ahmed, I, 86)
Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh- da:
“Rasûlullah Efendimiz’den daha cömert, daha yiğit, daha şecaatli bir kimse görmedim!” demiştir. (İbn-i Sa’d, I, 373)
***
Muhammed bin Mesleme -radıyallâhu anh- şâhit olduğu bir hâdiseyi şöyle nakleder:
Kulaklarımla duydum, gözlerimle gördüm ki, müslümanlar Uhud’da bozuldukları zaman, dağa doğru kaçıyorlardı. Rasûlullah da arkalarından:
“–Ey filân! Bana doğru gel. Ey filân, bana doğru gel. Ben Rasûlullâh’ım!” diye sesleniyordu. (Vâkıdî, I, 237)
Bu hakîkati beyan sadedinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“O zaman siz, harp sahasından hızla kaçıyor ve kimseye dönüp bakmıyordunuz. Allâh’ın Rasûlü ise (büyük bir cesaret ve şecaatle olduğu yerde durarak) arkanızdan sizi çağırıyordu…” (Âl-i İmrân, 153)
***
Korkaklığın en çirkin ve iğrenci, düşman karşısındaki korkaklıktır. Korkaklığın bertarâf edilmesi için, Allah’tan korkmak îcâb eder. Zira gönüllerde Allah’tan korku arttıkça, fânîlerin korkusu azalmaya başlar ve nihayet hükmünü kaybeder.
***
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtelif krallara İslâm’a davet mektubu göndermek istediğinde; “Kim götürecek?” diye sorduğu zaman birçok genç kalkar;
“–Yâ Rasûlâllah! Bu şerefi bana bahşet!” derlerdi.
“Şu çölleri nasıl aşacağım, kralların göz işaretine bakan cellâtların karşısında bu mektubu nasıl okuyacağım?!.” diye düşünmezlerdi. Îmanın kazandırdığı büyük bir teslîmiyet ve heyecan içinde şevkle yola koyulurlardı. Kralların huzuruna dimdik bir vaziyette çıkarlar ve cellâtların hunhar bakışlarından hiçbir ürperti duymazlardı. Efendimiz’in İslâm’a davet mektubunu, canları pahasına da olsa yüksek bir cesaret ve vakar ile okurlardı.
Nitekim Pers/İran kralının parçalattığı elçi, öldürüleceğini sezdiği hâlde korkuya kapılmamış ve hiç çekinmeden Hazret-i Peygamber’in mektubunu başından sonuna kadar okumuştu.
Çünkü Allah ve Rasûl’ünün muhabbeti, onlarda fânîlere olan korkuyu sıfırlamıştı. Onların yürekleri, ancak Allah korkusuyla doluydu.
***
Baştan sona İslâm tarihi, gönülleri îman heyecanıyla dolu mü’minlerin sergilediği kahramanlık destanlarıyla doludur. Biz, ecdâdımız Osmanlı’dan birkaç misal vermekle iktifâ edelim:
Kânûnî Sultan Süleyman, son seferi olan Zigetvar’a çıkacağı zaman, Sadrâzam Sokullu, huzûruna gelerek:
“–Sultânım! Ümmete sayısız zaferler hediye ettiniz! Yoruldunuz! Ömrünüzü âlem-i İslâm’a vakfettiniz! Bu seferin meşakkatine bu yaşta katlanmanız müşküldür. Bu sebeple siz, İstanbul’da kalıp idareye devam ediniz. Ben ve vezirler, paşalar sefere iştirâk edelim. Gözünüz arkada kalmasın!..” deyince, ulu hâkan Kânûnî, Sokullu’ya şu cevabı verdi:
“–İyi dinle Sokullu! Bu vasiyetimi, benden sonra gelecek nesle de aktar! Bir pâdişah, dâimâ asker evlatlarıyla birlikte sefere çıkmalıdır. Asker, pâdişâhını yanında görünce şecaati artar! Düşman ise, pâdişah sefere iştirâk ettiği için karşısındaki orduyu çok güçlü görür. Kuvve-i mâneviyyesi bozularak cesareti kırılır. Harbi kazandıran asıl sâik, mânevî kuvvettir!
Bizlerin çocuk yaştan beri devlet idâresinde sayısız tecrübemiz vardır. Seferlerde bu tecrübeye âcil ihtiyaç duyulan durumlar meydana gelebilir. Anlar, dakikalar çok zaman kaderin akışını tâyin eder. Bu sebeple, yaşlı olmama rağmen sefere iştirâk edeceğim!..
Sarayda kalıp, baş yastıkta ölürsem, yarın rûz-i mahşerde fâtih ecdâdımın huzûruna nasıl çıkabilirim?!.”
Sokullu da:
“–Karar pâdişâhımındır.” diyerek sükût etti.
Kanûnî’nin ilerleyen yaşı sebebiyle aylar süren bir yolculuğu, at sırtında tamamlayabilmesi oldukça zordu. Bunun için, at üstünde dik durabilsin ve askerlere dinç görünebilsin diye, sırtına kuşak gibi urgan sardılar.
Sefere çıkıldı. Mevsim yağışlı idi. Bir ara top arabaları bataklığa saplandı. Hayvanların fizikî gücü, topları bataklıktan kurtarmaya kâfî gelmedi. Ordu ilerlemişti; o civarda az sayıda asker ve paşalar vardı. Sultan emir verdi:
“–Bütün yüksek rütbeli erkân, paşalar dâhil, herkes bataklığa girsin! Top arabalarına omuz versin!”
Hepsi soyunup bataklığa girdiler. Top arabaları o mânevî heyecan ile bataklıktan çıkarıldı. Sultan, vak’anüvise (devlet tarihçisine) dönüp dedi ki:
“–Yaz! Gelecek nesil ibretle okusun ve tatbik etsin! Kânûnî’nin paşaları ve vezirleri bataklığa girdi, top arabalarına omuz verdi. Bir fâcia Allâh’ın izniyle böylece atlatıldı.”
***
Yıldırım Bâyezîd Han, Niğbolu zaferinde birçok asilzâde ve şövalyeyi esir almıştı. Esirlerin arasında Fransızların meşhur şövalyesi Korkusuz Jan (Jean) da vardı. Yıldırım Bâyezîd Han, onları, fidye karşılığı serbest bıraktı. Ayrıca memleketlerine dönecekleri gün, hepsine bir ziyâfet verdi. Bütün şövalyeler, Sultân’ın bu insânî muâmelelerine mukâbil, kendilerinin esirlere yaptıkları fenâ davranış ve zulümleri düşünerek son derece mahcup oldular ve:
“–Şu andan itibâren, Anadolu ve Rumeli’nin Hâkânı Yıldırım Bâyezîd Hân’a karşı gelmeyeceğimize ve ona karşı silâh kullanmayacağımıza dâir nâmus ve şerefimiz üzerine yemin ediyoruz!..” dediler.
Onların minnet altında söylemiş olduğu bu sözler üzerine, küffâra karşı muhteşem bir cesâret âbidesi olan Yıldırım Bâyezîd Han, gür sesiyle şövalyelere şöyle hitâb etti:
“–Avrupa’da korkusuz lâkabını almış olan Jan ve arkadaşlarının, bana karşı silâh kullanmayacaklarına dâir etmiş oldukları yeminleri geri iâde ediyorum. Gidiniz; yeniden ordular toplayınız ve üzerime geliniz! Biliniz ki, bu hareketiniz bana bir kez daha zafer kazanma imkânı verecektir. Zira ben, Allâh’ın dînini yüceltmek üzere Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için dünyaya gelmiş olduğumun şuurunda bir sultânım. Bu itibarla, Hazret-i Allâh’ın yardım ve nusreti bizimledir. Ve bir kimsenin ki yardımcısı Allah’tır, elbette onu yenebilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur!..”
***
Hâsılı, gerçek mü’minler yalnız Allah’tan korkarlar ve O’na tevekkülleri sebebiyle başka hiçbir şeyden korku duymazlar. Cesaret ve metânetle Allâh’ın emirlerini tatbik ederler. Şecaatlerini firâset ve basîretle kullanarak, nerede nasıl hareket etmek îcâb ediyorsa öyle davranırlar. Ve bilirler ki Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî yardımı, dâimâ korkaklığı bertaraf eden îmanlı gönüllerin üzerine inmektedir. Çanakkale Savaşı’nda ve 15 Temmuz 2016’da olduğu gibi…
Yâ Rabbi! Bizleri âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan ve eli kolu dökülür derecede tâkatsizlikten Sen muhâfaza eyle!
Âmîn!..