Gönül İkliminden İnciler
Şebnem Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Eylül Sayı: 163
İslâm dâimâ; nefsânî kaygıları aşarak ictimâîleşmeyi, diğergâmlığı, ümmetin dertleriyle dertlenmeyi, gönülleri huzura kavuşturacak hizmetlerde bulunmayı telkin eder. Kanadı kırıklara merhem olmanın, feryâd u figân içinde inleyenlere kulak ve gönül vermenin, düşmüşlere el uzatmanın, çaresizlere çâre olabilmenin, kısaca din kardeşinin derdine derman olarak bir gönül kazanmanın, Allâh’ın rızâsını celbeden büyük bir ictimâî ibadet olduğunu hatırlatır.
Mevlânâ Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:
“Allâh’ın huzûruna altın dolu binlerce kese götürsen, Cenâb-ı Hak; «Biz’e bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir.» buyurur.”
“Sen, varlığını, malını, mülkünü güzel bir şekilde infâk et de, bir gönül almaya bak! Ki o gönlün duâsı, mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nûr olsun!..”
Şeyh Sâdî Hazretleri de bu hususta şöyle demektedir:
“Dünyayı elde etmek, bir hüner ve mârifet değildir. Asıl hüner ve mârifet, gönül elde etmektir.”
Dolayısıyla bu fânî hayatta en büyük felâket de, nazargâh-ı ilâhî olan bir gönlü yıkmak, bir kalbe diken batırmaktır. Mevlânâ Hazretleri bu hususta da îkaz mâhiyetinde şöyle der:
“Lûtuf merhemi ol, inciten diken gibi olma!”
Mâlik bin Dinar Hazretleriʼnin şu rivâyeti, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını arayan bir müʼminin, bunu en çok nerede bulabileceğini ne güzel ifade etmektedir:
“Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâsında:
«–Yâ Rabbi! Senʼi nerede arayayım!» dedi.
Allah Teâlâ buyurdu ki:
«–Benʼi, kalbi kırıkların yanında ara!»” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
Nitekim şu hâdise de, Cenâb-ı Hakk’ın kalbi kırıklara yakın olduğunun bâriz bir misâlidir:
Hudeybiye antlaşmasının yeni yapıldığı günlerde Ebû Süfyân, bu antlaşmanın getirdiği bazı haklar sebebiyle Medîne’ye istediği zaman gelip gidebiliyordu. Bir defasında Selmân-ı Fârisî, Suheyb-i Rûmî ve Bilâl-i Habeşî’nin de aralarında bulunduğu bir grup müslümanın yanından geçerken, bu üç büyük çilekeş sahâbî, bir zamanlar kendilerine ve diğer yoksul mü’minlere işkence eden kâfirlerden biri olan ve müslümanlara karşı yapılan birçok savaşı yöneten Ebû Süfyân’ı karşılarında görünce dayanamayıp;
“–Allâh’ın kılıçları, Allâh’ın düşmanını haklamadı.” dediler.
Orada bulunan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Ebû Süfyân’ı İslâm’a meylettirmek düşüncesiyle bu yoksul, fakat gönlü zengin müslümanlara;
“–Bu sözü Kureyş’in büyüğüne ve efendisine mi söylüyorsunuz?” mukâbelesinde bulundu, sonra da olup biteni Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e anlattı.
Gönüller Sultânı Efendimiz, sevgili arkadaşını şu sözleriyle uyardı:
“–Ebû Bekir! Bu sözünle belki de onları gücendirdin. Eğer onları gücendirdiysen, (bil ki) Rabbini de gücendirdin demektir!”
Bu sözleri duyan Hazret-i Ebû Bekir, Cenâb-ı Hakk’ı gücendirmiş olmanın endişesiyle hemen bu üç yoksul müslümanın yanına koştu ve özür dileyen bir sesle:
“–Kardeşlerim! Yoksa sizleri gücendirdim mi?” diye sordu.
Hazret-i Ebû Bekir’i çok iyi tanıyan bu ganî gönüllü yoksullar da şöyle mukâbelede bulundular:
“–Hayır, sana gücenmedik. Allah seni bağışlasın kardeşim!” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 170)
Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Ebû Bekir’e yapmış olduğu bu tembih, aslında bizlere yapılmış birer îkaz ve ihtar mâhiyetindedir. Zira kimin ne olduğunu, Allah daha iyi bilir, lâkin gönlü kırıkların Allâh’a daha yakın ve O’nun yüce katında hatırlı kişiler oldukları kesindir.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“İçinizde saçı-başı dağınık, eski elbiseler içinde, garip görünümlü ve insanların îtibâr etmediği nice kimseler vardır ki, Allâh’a yemin etseler, Allah onların yeminlerini boşa çıkarmaz…” (Tirmizî, Menâkıb, 54/3854)
Dolayısıyla onların gönüllerini kazanmak, aslında Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmaya vesîledir.
Kurban bayramından çıktığımız şu günlerde kendimizi kısa bir muhasebeye tâbî tutalım;
–Acaba bizler evimize gelen kurban etiyle sevindiğimiz kadar, ikramlarımızla bayram ettirebildiğimiz gönüller vesîlesiyle de sevinebildik mi? Zira Peygamber Efendimiz’in hayatına baktığımız zaman, O’nun, muzdarip bir gönlün huzura kavuşmasıyla huzur bulduğunu, sevinciyle sevindiğini görüyoruz. Nitekim perişan bir vaziyette huzuruna gelen Mudar Kabilesi’ni görünce, mahzunlaşmış, yüzünün rengi değişmişti. Ashâbını hemen bu insanlara yardıma dâvet etti. Üzgün sîmâsı ancak onların gönüllerinin alınması ve ihtiyaçlarının giderilmesiyle huzur ve sürûra gark oldu.
–Acaba bizler, uzak beldelerdeki garip, bîkes ve bîçâre dindaşlarımızı bu bayramda ne kadar hatırlayabildik? Akrabalarımızı, dostlarımızı, yârânımızı bayramdan bayrama mı hatırlıyoruz? Hâlbuki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Akrabalık bağı(nın) Arş-ı Âlâ’ya tutunarak:
«Beni koruyup gözeteni, Allah koruyup gözetsin. Benimle ilgisini kesenden Allah rahmetini kessin.»” dediğini haber veriyor. (Bkz. Buhârî, Edeb, 13; Müslim, Birr, 17)
Yoksa daha da kötüsü, ictimâîleşme günleri olan bayram vakitlerini, ferdî ve nefsânî bir eğlence vakti zannedip tatil beldelerinde mi geçirdik? Hâlbuki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hayatının hiçbir safhasında bir günlük tatilin peşinde koşmadı!
–Acaba civarımızdaki mü’min kardeşlerimizin dertlerine devâ olma gayreti, gönlümüzde ne kadar yer işgâl ediyor? Mahzun bir yürek gördüğümüzde, kalbimiz ne kadar titriyor? Bir muhtacı gördüğümüzde, ihtiyacını giderebilmenin telâşı, yüreğimizin ne kadarını kaplıyor?
Velhâsıl âhiret saâdeti için çok kıymetli olan ömür sermayemizi, nefsin süflî arzuları peşinde pervâsızca koşturmakla mı, yoksa rûhumuzu tekâmül ettirmek, Allâh’a ve Rasûl’üne ittibâ üzere mi geçiriyoruz? Yani kimin sevgisine tâlibiz? Kıyâmetin o zor ve dehşetli gününde hiçbir faydası görülmeyecek fânîlerin mi, yoksa din gününün sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın mı?
Bütün insanlık için en mükemmel üsve-i hasene/örnek şahsiyet olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in en büyük derdinin, gönlü kırıkları bulup onların derdine derman olabilmek olduğunu görüyoruz. Nitekim Efendimiz hiçbir zaman; “Ben peygamberim!” diyerek insanların kendisine gelmelerini beklememiş, hiçbir zaman kendi köşesine çekilmemiştir. Garip, yetim ve muzdariplerin sıkıntılarını yüreğinin en derinlerinde hissetmiş, onlara sürekli sabır ve mukâvemet aşılayarak ayakta kalmalarını, hayatın med-cezirleri karşısında muvâzeneyi korumalarını telkin etmiştir.
Ebû Üsame -radıyallâhu anh- anlatır:
“Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözleri Kur’ân’dı. Çok zikreder, hutbelerini kısa tutar, namazını uzun kılardı. Bir yoksulun, bir bîçârenin işini görmek için onunla birlikte yürümekten ar etmez, bilâkis haz duyardı.”
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ezâ, cefâ ve hattâ işkencenin sıradan bir hâle geldiği Mekke’de tebliğin ilk yıllarında ashâbıyla birlikte pek çok eziyetlere mâruz kalmıştır. İki-üç yıl devam eden abluka yıllarını ashâbıyla birlikte göğüslemiştir. Açlığı, korkuyu, hicret ve nihayet savaşları onlarla birlikte yaşamış, hendeği birlikte kazmıştır. Bütün bunları da, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine ve rızâsına nâil olmak için yapmıştır.
Müʼmin bir kulun en mühim derdi, hiç şüphesiz ki âhiret selâmetidir. Bu selâmet ve saâdetin yolunu da, şu hadîs-i şerîf ne güzel hulâsa etmektedir:
“Bir kimse, bir mü’minin dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyâmet gününde o mü’minin sıkıntılarından birini giderir.
Bir kimse darda kalana kolaylık gösterirse, Allah Teâlâ da ona dünya ve âhirette kolaylık gösterir.
Bir kimse, bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve âhiretteki ayıplarını örter.
Mü’min kul, din kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah Teâlâ da o kulun yardımındadır…” (Müslim, Zikr, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)
Bu hakikati çok iyi idrâk eden ecdâdımız Osmanlı da, akıl hastalarının bile insanlık haysiyetini korumak için böyle kimselere “muhterem âcizler” diye hitâb etmiş, toplumdan dışlanan cüzzamlılara merhamet elini uzatarak onlara “miskinler tekkesi” adı altında barınacakları mekânlar hazırlamışlardır.
Yüksek hayâ ve vakârından dolayı başkalarına ihtiyacını arz edemeyen yaşlı ve kimsesiz hanımların onurunu korumak için vakıflar kurmuşlardır.
Sadaka verenle alanın birbirine meçhul kalmasını temin maksadıyla câmilerde “sadaka taşları” ihdâs etmişlerdir.
Kurdukları aşhânelerden muhtaçlara dağıtılacak yemekleri, onların gönüllerini incitmemek için kapalı kaplarla gece karanlığında tevzî etmişlerdir.
Binaların saçak altlarına kuşların barınmaları için zarif “kuş evleri” yapmışlardır.
Dolayısıyla bir mü’min;
Gönlünün dertli olmasını istemezse, dertli gönülleri dertlerinden kurtarmalı, her zaman garip, yetim, yoksul ve muhtaçların yanında ve bütün mahlukâtın yardımında olmalıdır. Kalbini, dertli ve ıztıraplı yüreklerin ve yorgun gönüllerin huzur bulduğu bir rahmet dergâhı hâline getirmelidir.
Rabbimiz, cümlemizi huzûruna gönüller kazanarak çıkan, bahtiyar kullarından eylesin.
Âmîn!..