Evlâtlar ve Mes’ûliyet

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Ocak, Sayı: 203

NİÇİN BIRAKAYIM?

Ömer bin Abdülazîz -rahmetullâhi aleyh- şarktan garba uzanan muazzam bir devletin halîfesi olduğu hâlde, riyâzat içinde yaşıyordu. Hilâfete geldiğinde hanımından mücevherlerini beytülmâle vermesini istemiş, o da kabul etmişti. Evlâtları da son derecede riyâzat içinde yaşıyorlardı.

Bir gün veziri;

“–Efendim, beytülmalden aldığınız tahsisâtın kâfî gelmediği görülüyor. Biraz daha fazlasını emir buyursanız da, bir kısmını ihtiyaten biriktirip vefâtınızdan sonra evlât ve torunlarınızın zarûrî ihtiyaçları için bıraksanız?!.” dedi.

Ömer bin Abdülazîz -rahmetullâhi aleyh-, bu teklifi kabul etmedi ve sebebini de şöyle îzâh etti:

“–Eğer geride kalan evlâtlarım sâlih kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. Zira Cenâb-ı Hak;

وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِح۪ينَ

«…Allah sâlih kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat deruhte eder.» (el-A‘râf, 196) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak; onların velîsi ve vasîsi olduktan sonra, onların ileride karşılaşacakları hâllerden hiç endişe etmem.

Yok, eğer sâlih değil de sefih olacaklarsa, böyleleri hakkında da yine Kur’ân-ı Kerim’de;

وَلَا تُؤْتُوا السُّفَهَٓاءَ اَمْوَالَكُمُ

«Mallarınızı sefihlere vermeyiniz!..» (en-Nisâ, 5) buyurulmuştur.

Bu ilâhî nehye rağmen, sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım?!.” (Ebu’l-Ulâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II-III, 769-770; Krş. İbn-i Asâkir, Târîhu Dimaşk, XL, 251-252)

HİSSELER

DEVAM EDEN MES’ÛLİYET

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’in çekindiği husus, şu mes’ûliyet idi:

Fâsık evlâtlar, terbiyelerine ihtimam göstermeyen anne-babaları için seyyie-i câriye olurlar.

Yani anne-baba vefât ettikten sonra dahî, amel defterine günah ve seyyiat yazılmasına sebep teşkil ederler.

Zira;

Cenâb-ı Hak; evlâtları, anne-babalarına emânet etmiştir. İlâhî bir emânet ve imtihan olan evlâtları, en güzel şekilde terbiye etmek, anne-babaların en mühim vazifesidir.

Bir mü’min, bu vazifeyi hakkıyla îfâ ettiği takdirde;

Sâlih evlâtlar, anne-babalar için sadaka-i câriye olur. Yani vefatlarından sonra dahî ecir vesilesi olur.

Ömer bin Abdülazîz Hazretleri de gençliğinde, tâbiîn âlimlerinden Sâlih bin Keysan -rahmetullâhi aleyh-’in terbiyesinde yetişmişti.

Bir gün saçlarıyla biraz fazla alâkadar olduğu için, vakit namazında cemaate geç kaldı. Hocası durumu babasına bildirdi ve genç Ömer, kendisini bir daha meşgul etmemesi için saçlarına gönüllü olarak vedâ etti.

O da evlâtlarına Allah yolunda böyle fedâkârlıklara gönüllü olmayı öğretti. Kızlarını ziyaret ettiğinde, onlar ağızlarını kapatıyorlardı. Sebebini sorduğunda, mürebbiyeleri;

“–Yanlarında mercimek ve soğandan başka yiyecek bir şey yoktu. Soğan kokusu sizi rahatsız etmesin diye ağızlarını kapatıyorlar.” dedi.

Onların bu zühd, edep ve hassâsiyeti karşısında Ömer bin Abdülazîz’in gözleri yaşardı ve kızlarına;

“–Kızlarım! Sizin çeşitli ve güzel yemeklerle dünya nimetlerine talip olmanız, babanız için bir âhiret vebâli olabilirdi.” dedi.

ŞEFKAT AMA NASIL?

Evlâtlar birer imtihandır. Çünkü anne-babalar, evlâtlarını, fânî varlıklarının dünyada kalan bir devamı olarak görür ve onları bir başka severler. Onların istikbâli için endişelenirler, fedâkârlıklar yaparlar.

Bu muhabbet ve şefkat güzeldir ancak, âhiret ufkuna kadar genişletilirse…

Çünkü sadece dünyevî bir istikbal, sadece dünyevî rahat ve konfor düşünülürse; günümüz câhiliyyesinde olduğu gibi, âhiret gölgede kalır ve unutulur. Dünyevî tahsil, uhrevî tahsilin önüne geçer, hattâ ona hiç fırsat bırakmaz. Böyle bir tahsil; dünya malı, makam, mevki ve apoletler gibi, insanın enâniyetini kabartan, kibrini çoğaltan noktalara teksif olur. Bu gaflet evlâtların da anne babaların da âhiret saâdetini, felâkete çevirir.

Bu sebeple; esas istikbâlin, âhiret olduğu hakikatini hem kendimiz unutmamamız, hem de evlâtlarımızın kalbine en güzel şekilde nakşetmemiz lâzımdır.

Yine unutmamalıyız ki;

Dünyevî ve uhrevî her türlü istikbâli de verecek Allah’tır.

Ömer bin Abdülazîz’in evlâtlarının istikbâli de buna ne güzel bir misaldir:

Mukātil bin Süleyman şöyle anlatır:

“–Ömer bin Abdülazîz’in 11 evlâdı vardı. Onlara toplam 9 dinar bıraktı.

(Bir diğer Emevî halîfesi) Hişâm bin Abdülmelik de 11 evlât sahibi idi. Onun bıraktığı mîrastan her bir evlâdına birer milyon dinar düştü.

Vallâhi, (bir zaman sonra) şu manzaraya şâhit oldum:

  • Ömer bin Abdülazîz’in oğullarından biri Allah yolunda cihâd için tam 100 atı sadaka olarak veriyordu.
  • Aynı gün, Hişâm’ın oğullarından biri sokakta dileniyordu.”

Çünkü;

Evlâtlarımıza istikbâli verecek olan Cenâb-ı Hak’tır.

Yavrularımızın istikbâli, anne-babaların evlâtlarını yetiştirmek için gösterdikleri fedâkârlık ve ihtimam nisbetinde tecellî eder.

  • Helâlde bereket vardır.
  • Haramda ise bereketsizlik vardır.

Unutmayalım ki;

Çocuklarımıza verebileceğimiz en büyük hediye, güzel bir terbiyedir; onlara bırakabileceğimiz en kıymetli mîras da âhiret mîrâsıdır, yani İslâm şahsiyet ve karakteridir.

Bu mîrâsı bırakabilen anne-baba, ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

İki türlü mîras vardır:

1) Zâhirî mîras: Cenâb-ı Hakk’ın tayin ettiği hudut ve ölçülere göre mal mülkün vârislere intikalidir.

2) Bâtınî mîras: Kişinin, ardında bıraktığı evlâtlarına İslâm karakter ve şahsiyetini, îman ve ahlâkı mîras bırakmasıdır.

Eğer bâtınî mîras sağlam verilirse o evlâtlar zâhirî mîrâsı da yerli yerinde kullanırlar.

Fakat mânevî eğitimden mahrum vârislerin, zâhirî mîrâsı nasıl kullanacağı meçhuldür.

İstikbal endişesi husûsunda bir başka hisse:

TEVEKKÜL

Evlâtlarımızın rızkına Allah Teâlâ kefildir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allâh’a ait olmasın. O, her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emâneten konulacakları yeri de bilir…” (Hûd, 6)

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Cenâb-ı Hakk’a sığınıp O’na lâyıkıyla tevekkül edebilen bir kulun, rızkını temin husûsunda nasıl bir ilâhî yardıma nâil olacağını şöyle ifade eder:

“Eğer siz Allâh’a gereği gibi güvenseydiniz; (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları hâlde akşam doymuş olarak dönerler.” (Tirmizî, Zühd, 33)

Evlâtların dünyevî istikbâli husûsunda da, çeşitli imtihan ve iptilâlara dûçâr olmamak için, bu tevekküle sarılmak çok ehemmiyetlidir.

Çünkü dünyevî kaygılar, nefislerin bahanesi olur ve insanı birtakım yanlışlara sevk eder.

Meselâ;

“Çocuğuma dînî eğitim verirsem, onu Kur’ân kursu, imam hatip gibi müesseselere gönderirsem, filân mesleğe giremez, filân noktaya gelemez.” gibi vehimlere kapılır. Neticesinde evlâdı dînî bir tahsilden mahrum kalır, kendisi ağır bir vebâle düşer, diğer taraftan evlâdının rızkı ise asla değişmez.

Evlâtların âhireti husûsunda endişelenmeli, bu cihette gayretleri artırmalı; dünyaları husûsunda ise Allâh’a tevekkülümüzü kuvvetli tutmalıyız.

İBN-İ MES’ÛD -RADIYALLÂHU ANH- GİBİ

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-; Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh-’ı vefâtından önce, hasta yatağında iken ziyaret etmişti. Halîfe olarak, bu sahâbî ile alâkadar olmak istedi:

“–Sana beytülmalden bir bağışta bulunulmasını emredeyim mi?” diye sordu.

İbn-i Mes‘ûd Hazretleri, buna ihtiyacı olmadığını söyledi.

Osman -radıyallâhu anh-;

“–Senden sonra hiç olmazsa kızlarına kalır.” deyince, İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- şu cevabı verdi:

“–Sen kızlarımı merak etme! Ben onlara her gece Vâkıa Sûresi’ni okumalarını öğrettim. Zira ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

«Her kim her gece Vâkıa Sûresi’ni okursa ona fakirlik dokunmaz.» buyurduğunu işitmiştim.” (Ahmed, Fedâilü’s-Sahâbe, II, 726)

Rızık bahsinde unutmamak gerekir ki;

Cenâb-ı Hak; kimisini rızkını daraltmakla, kimisini rızkını genişletmekle imtihan eder.

Dolayısıyla, evlâdın rızkı dar olarak takdir edilmişse; bir anne-babanın bu hüküm hakkında yapabileceği hiçbir şey yoktur. Bundan mes’ul de değildir.

Lâkin evlâtların âhiret istikbâli için gayret etmeyen anne-babalar, âhirette bunun hem pişmanlığını yaşayacak hem de vebâlini göreceklerdir.

  • Rızkı dar olan, sabredip hâle rızâ göstermeli, isyana düşmemelidir.
  • Rızkı geniş olan ise, israf ve pintilikten mutlaka uzak durmalı, riyâzat içinde yaşayıp fazlasını infâk etmelidir.

NASIL YETİŞTİRMELİ?

Evlâtlarımıza dînî terbiye ve tahsil vermemizin ne kadar zarûrî olduğunu ifade ettik. Lâkin bu terbiye ve tahsilin kemmiyet ve keyfiyeti de çok ehemmiyetlidir.

Bilhassa zamanımızın internet, televizyon, moda ve reklâm gibi fitneleri, bu sahadaki gayret ve fedâkârlıkların daha da artırılmasını zarûrî hâle getirmiştir.

Dolayısıyla, evlâtlara verilecek dînî tahsil; yaz kursu, küçük birtakım yaygın eğitim dokunuşlarından ibaret kalmamalıdır.

Kişinin, bir işe gösterdiği ihtimam, ona verdiği ehemmiyeti gösterir.

Bir başka ifadeyle;

İnsan bir şeye ne kadar değer veriyorsa, ona o kadar; emek, zaman ve imkân ayırır.

  • Allâh’ı seven, O’nun kelâmı olan Kur’ân’ı da sever, onun tahsiline ehemmiyet verir.
  • Rasûlullah Efendimiz’i seven, O’nun getirdiği dînin tahsilini de sever, onu baş tâcı eyler.

NEYE NE KADAR?

Bugün yabancı bir lisan öğrenmek için nice emekler veriliyor. Dünyevî bir apolet için evlâtlar; yıllar yılı husûsî tahsile, ilâve derslere ve kurslara gönderilip, hiçbir masraftan da kaçınılmıyor.

Ya âhiret için elzem olan tahsile ne kadar zaman ve ne kadar imkân ayrılıyor?

Mânevî tahsili, hafta sonu birkaç saat veya yazın bir kısmında küçük bir faaliyete havale edilecek kadar basit telâkkî etmek de, maalesef kalpteki İslâmî şuurun zaaf ve noksanlığını ifade eder.

Unutmayalım ki;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbına İslâmî tahsili 23 senede yaşayıp yaşatarak tamamlattı.

İslâm kültürü, en büyük ve en muhteşem kültürdür. Tahsil edilmesi için geniş ve şümullü programlar yapılması lâzımdır.

EVVELÂ KUR’ÂN

İnsan; Cenâb-ı Hakk’a kulluk için, ibâdet etmek için yaratılmıştır. Ferdî ibâdetlerin zirvesi namazdır. Allah Teâlâ ile mülâkat imkânı olan bu ulvî ibâdetin hakkıyla edâsı için, düzgün bir Kur’ân-ı Kerim kıraati ve bir miktar ezber zarûrîdir.

Her mü’min için zarûrî olan Kur’ân-ı Kerim tahsili, ancak üç safhada ikmâl edilebilir:

1) Hurûf: Harflerin mahreçlerine ve tecvid kaidelerine riâyet ederek Kur’ân’ı tilâvet etmek. Zira Kur’ân okumak, Âlemlerin Rabbi’nin huzûrunda, O’nunla konuşmak gibidir. Zarûret hâlinde oturarak, kıyamsız bir namaz kılınabilir, fakat kıraatsiz bir namaz olmaz.

2) Hudûd: İlâhî emir ve yasakları hayatında fiilen tatbik etmek.

3) Hulk: Kur’ân’ın ahlâkıyla ahlâklanmak.

Böyle bir tahsil için, evlâtlarımızı, en az bir yıl Kur’ân kursuna göndermemiz lâzımdır. Hâfızlık proje imam hatip liseleri de bu vazifeyi görmektedir.

Devamında da ilmihâl, akāid ve fıkıh bilgilerini, siyer-i Nebî’yi, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere gönderdiği emir ve yasakları, Sünnet-i Seniyye’yi tahsil edebilecekleri şekilde, güzîde bir imam hatip lisesi tespit edilmelidir. Bu tespitte, hoca ve arkadaşlarının sâlih / sâliha olmasına da âzamî dikkat gösterilmelidir.

Ehl-i dünya, çocuklarını hangi kolejlerde okutacağı husûsunda, ince eleyip sık dokurken; bir mü’min de evlâtlarının tahsiline daha yüksek bir îtinâ göstermelidir.

Yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’i; mahrecine, tecvidine riâyetle bol bol tilâvet etmemiz, derûnundaki mânâlara âşinâ olmamız, tefekküründe derinleşmemiz ve ahkâmının tatbikine gayret göstermemiz gerekir. İmam Gazâlî Hazretleri’nin tabiriyle;

“Dil, okumalı; akıl, firâsetiyle tercüme ve tefekkür etmeli; kalp ise hazmedip ders almalıdır.” (Bkz. İhyâ, I, 816)

ÎMAN ŞİÂRI

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Her kim Allâh’ın şiarlarına (dînin alâmetlerine) tâzim gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32)

Kur’ân eğitimine göstereceğimiz alâka da, Allâh’ın en büyük şiarlarından birine tâzimdir.

Bu zâhirî tedbirlerin yanında, elbette daha evlâdın anne karnında aldığı gıdâdan, onlar için edeceğimiz hayırlı duâlara kadar, işin mânevî buudları da ihmâl edilmemelidir.

“Çocuklarınız; sizin, sözlerinizi değil, fiillerinizi taklit ederler.” denilmiştir.

Yani;

Kusursuz bir evlât yetiştirmek istiyorsak, evvelâ kusursuz bir anne-baba olmaya çalışmalıyız.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur:

“Diken tohumları ekilen bir tarladan, gül desteleri derlenemez.”

Biz evlâtlarımızı yetiştirirken, onların gönül bahçesine neler ekersek, onlara hangi duyguları kazandırırsak; yaşlanıp onların bakımına muhtaç olduğumuzda da onlardan o duyguların yansımasını buluruz.

  • Onlara Allah korkusu, merhamet ve takvâ kazandırdıysak; vefâ ve teşekkür buluruz.

Buna karşılık;

  • Onları mâneviyattan uzak yetiştirdiysek, nefsâniyetin kurbanı oluruz.
  • Onlara dünya hırsı, acımasızlık ve fırsatçılık duygularını aşıladıysak; hoyratlık, soğukluk ve kabalıkla karşılaşırız.

ŞİKÂYET İÇİN ÇOK GEÇ!

Günümüzde pek çok anne-baba;

“–Evlâtlarımız elden gidiyor!” diye şikâyet ediyorlar. Sormak gerekiyor:

Evlâdına ne verdin ki, ondan ne bekliyorsun?

  • Ona helâl lokma yedirdin mi?
  • Kur’ân kültürü verdin mi?
  • Dînî tahsil alabilmesi için göndereceğin mektepleri güzel bir ihtimâm ile seçtin mi?
  • Bu tahsil ve terbiye için en küçük yaşlarından itibaren gayret ettin mi?

Unutmayalım ki;

Çocuk yaşta öğrenilenler, mermere kazınmış yazılar gibi ömürlük olur. Geç yaşta kazandırılmaya çalışılanlar ise; suya yazılmış yazılar gibidir, kalıcı olması zordur.

Ecdâdımız da evlâtlara daha küçük yaşlarından itibaren istikamet vermek gerektiğini ifade sadedinde; “Ağaç yaşken eğilir.” demişlerdir.

Şeyh Sâdî buyurur:

“Küçükken terbiye görmeyen, büyüdüğünde hiç terbiye edilemez ve iflâh olmaz. Bir yaş çubuğu istediğin gibi bükebilirsin. Fakat kuru çubuğu doğrultmak için, ateşe tutmak lâzımdır.”

Zamanımızda ise tam tersi istikamette ifsâd edici telkinler yapılmaktadır:

“–Hevesini alsın, daha çocuktur, bir şey olmaz, içinde ukde kalmasın, ileride zaten yapmaz…” diye gayr-i İslâmî kıyafetler, gayr-i meşrû davranışlar ve yaşayışlarla çocukları yanlışların tiryâkisi hâline getiren anne-babalar, daha sonra bu alışkanlıklardan evlâtlarını vazgeçirememektedir.

Tıpkı bazı ahmakların, çocuğun ağzına sigara verip de;

“–Şimdi zevkini alsın, kötülüğünü görsün de sonra hiç içmesin!” şeklinde câhilâne bir tavra ciğerpâresini kurban etmesi gibi…

Tabiî ki;

Evlâtların zihin ve kalp dünyası, müşahhastan mücerrede, taklitten tahkîke doğru tedrîcî yani adım adım yol alacaktır.

İmam Mâlik, bu müşahhastan mücerrede gidişi ne güzel anlatır:

“Ben her hadis ezberlediğimde, babam bir hediye verirdi. Öyle bir zaman geldi ki; babam hediye vermese bile, hadis ezberlemek, bende bir lezzet hâline geldi.”

Bir baba evlâdının elinden tutup tarihî bir camiye götürdüğünde; o mimarî ihtişam, o beraber okunan salât ve tekbirlerin heyecan ve coşkusu, o intizam ve sükûnet, evlâdın kalbine nakşolacaktır. Evlâtlar; bu tatlı hâtıralarla, namazı sevecek, devamlı kılmaya alışacak, zamanla o minik kalplerinde vecd ve huşû meydana gelecektir.

“Rabbim! Beni ve zürriyetimi namazı hakkıyla kılanlardan eyle!..” (İbrâhîm, 40) diye duâ eden Hazret-i İbrahim, oğlu İsmail’i Allâh’ın emri ile götürüp Kâbe’nin bulunduğu vâdiye bıraktı ve bunun sebebini;

“Namaz kılmaları için…” diye ifade etti. İsmail -aleyhisselâm- erken yaşlardan itibaren, babasıyla Kâbe inşaatında gayret etti ve kurban hâdisesinde teslîmiyet imtihanından muvafakkiyetle geçti. Rasûlullah Efendimiz o mübârek zürriyetten geldi.

Zamanımızın fitnelerinden;

  • İnternetin kirli sokaklarından,
  • Televizyonların menfî ve rûha zehir saçan programlarından,
  • Robotlaştırıcı, alık hâle getirici modalardan,
  • Gaflete sürükleyici ve aldatıcı reklâmlardan şikâyet ediyoruz. Ancak bu şikâyet; bizi bezdiren, gayretlerimizi yıldıran bir mâzerete dönüşmemelidir.

“Bu şiddetli ifsâdın karşısında ne yapabilirim ki! Ne yapsam boş!” dememelidir.

Hazret-i İbrahim’e, bir ömür gayret ettiği hâlde pek az insan îmân etmişti.

Peygamber Efendimiz de tebliğ vazifesine başladığında, karşısında vahşî bir câhiliyye vardı.

Fakat onlar bu menfî vaziyet karşısında asla yılgınlığa, bezginliğe dûçâr olmadılar.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mekke’deki en zor zamanlarda bile Kur’ân mektebi olan Dâru’l-Erkam’ı kurdu, bir avuç ashâbını orada yetiştirdi.

Medîne-i Münevvere’ye teşriflerinde de yine bir Kur’ân mektebi olan Suffe’yi inşâ etti, orada en çok vakit, emek ve ihtimâmı onlara sarf etti.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfi muktezâsınca, bizler de Peygamber Efendimiz’in bu Kur’ân eğitimi hassâsiyetini, gücümüz nisbetinde yaşayıp yaşatmaya gayret etmeliyiz.

Zira;

O’nun bu hizmetine sahip çıkmak, destek olmak ve gönül vermek; âhirette Efendimiz’le beraber olabilmenin en büyük vesilelerinden biridir.

Muhabbet iki gönül arasında bir cereyan hattıdır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan sevgimizin ölçüsü, yavrularımıza verdiğimiz dînî seviye nisbetindedir.

Kur’ân-ı Kerim muhabbeti, çorak gönüllere bereketli nisan yağmurları gibi yağmadıkça Muhammedî bir mevsimin zümrütlüğüne kavuşulamaz.

Rabbimiz, iki cihânımızı da bu Muhammedî rahmet ile yeşertsin. Hayatlarımızı Kur’ânî şifâ ile maddî ve mânevî sıhhate kavuştursun.

Bizleri ve evlâtlarımızı, Sırât-ı Müstakîm’e ulaştırsın ve ondan ayırmasın.

Âmîn!..