Genç Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Eylül Sayı: 168
Son yıllarda önce “Kadın Çalışmaları” ve arkasından da “Toplumsal Cinsiyet” diye mevzular ortaya çıktı. Ne yazık ki, Cinsiyet Eşitliği adı altında müslüman aile yapısı, etkisiz hâle getirilmeye çalışılıyor. Bu tür sapmalardan korunma adına kız ve erkek evlâtlar hangi şuurla yetiştirilmelidir?
Evvelâ şunu ifade etmek gerekir ki, kadın veya erkek olmak, başlı başına bir üstünlük veya noksanlık sebebi değildir. İslâm nazarında üstünlük ancak “takvâ” iledir. Cenâb-ı Hak;
“…Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyuruyor.
Kadınla erkek arasındaki fark; maddî hayattadır, mânevî hayatta bir fark yoktur. Kadın olsun erkek olsun, siyah olsun beyaz olsun, Allah indindeki değerin yegâne ölçüsü “takvâ”dır. Kadını da erkeği de Allah yaratmıştır. İkisine de ayrı hususiyetler vermiştir.
Bugün maalesef, devrin yoldan çıkmışlığının bir tezâhürü olan “kadın-erkek eşitliği” adı altında ayrı bir fitneyle karşı karşıyayız.
Cenâb-ı Hak; erkek ve hanımın fıtratını farklı yaratmıştır. Kadınlık ve erkeklik, birbirini tamamlayan farklı vasıflardır. Kadın-erkek eşitliği demek; bir nevî elma ile armudu aynı görmek, tavukla horozu aynı saymak demektir. Hâlbuki bir horozun fonksiyonunu tavuk yapabilir mi, tavuğun fonksiyonunu horoz yapabilir mi?! Tavuk, horoz gibi ötebilir mi?..
Kadın-erkek arasında eşitlik başka, adâlet başkadır. Eşitlik lâkırdısı, kulaklara hoş gelse de, adâlet bir yana, her iki tarafı da mağdur eden bir zulüm ve haksızlıktır.
Unutmamak gerekir ki Rabbimiz, hanımların gönül dünyasını merhamet ve şefkatle yoğurmuştur. Onların birinci vazifesi, neslin temeli olan evlâtları yetiştirmektir.
Âyet-i kerîmede buyruluyor:
رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا
“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla! Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” (el-Furkân, 74)
Kadın, bir “rahmet insanı” olacak, bir “rahmet zürriyeti” yetiştirecek. “Göz nûru” bir zürriyet yetiştirecek. Bu nesil, topluma takvâda önder olacak. Cenâb-ı Hak bizden böyle bir toplum istiyor.
Evlâtların eğitim gördüğü ilk sınıf, anne yüreğidir. Nitekim “اَلْاُمُّ مَدْرَسَةٌ / Anne bir mekteptir.” denilmiştir.
Aile ocağındaki fertlerin taşkınlıklarını, bilhassa çocukların usandırıcı hırçınlıklarını eritecek fazîlet cevheri, ancak anne kalbidir. Bir baba, yavrusuna karşı, bir annenin sergilediği sabrı gösteremez.
Bu sebeple Cenâb-ı Hak, daha mukâvemetli olması sebebiyle babaya da dış dünyada maîşet temini vazifesini vermiştir. Yani Rabbimiz, insan tabiatına uygun olacak şekilde vazifeleri tayin etmiştir.
Dolayısıyla; kadını evin tanziminden ve çocukların yetişmesinden koparıp maîşet temini için, tuzaklarla dolu dış dünyanın zorlukları içerisine atmak, kadına zulümdür. Hanımların, hazinelerden kıymetli zarif ruhlarını ve fazîletlerini kaybettirmek pahasına onlara birkaç kuruş kazandırıyor olmak, bu zulmü örtbas etmeye yetmez.
Kadının aslî vazifesi olan nesil yetiştirmekten koparmak, anneliğe veda ettirmek, onu bir vitrin malzemesine dönüştürüp dış dünyaya yönlendirmek; aileyi çöküşe götürüyor. Boşanmalar artıyor. Nesiller perişan oluyor. Evlilikler de azalıyor. Zira evlilik, ağır bir yük olarak telâkkî ediliyor.
Günümüzün modern câhiliyyesinde kadınlar; aileden, evden ve annelikten soğutularak, dış dünyada kendini göstermeye özendirilmektedir. Sanki nâdide bir çiçek, ayaklar altında ezdirilmektedir. Paha biçilmez bir pırlantanın, bir çöp tenekesine düşmesi, ne kadar talihsiz bir durumdur!..
Batı dünyası; kendi bozuk nizamlarında, toplumsal cinsiyet eşitliği adı altında, kadını aşağılayan geleneklerle mücadele etmeye çalıştığını söyler. Hâlbuki bu şekilde kadını daha değersiz hâle getirmektedirler.
Çünkü kadınların fıtratlarını/yaratılıştan gelen husûsiyetlerini görmezden gelerek onları şekillendirmek, kendilerine hiçbir değer katmaz. Nasıl ki, gözü hiçe sayarak yüze takılan ve görmeyi engelleyen süslü bir maske, kişinin hayatını ancak zindan ederse, bu mesele de böyledir.
Avrupa’da kadın, erkek ile eşitlik dâvâsına sürülerek, sokaklara, fabrikalara ve vitrinlere itildi. Şehvet mankeni hâline getirildi.
Hâlbuki iffet, insana mahsus bir keyfiyettir. İffetsizlik ise, insanlık haysiyetinden uzaklaşmaktır. Hayvanlar gibi sorumsuz, rezil ve pespâye bir hayat sürmektir.
Batı’da daha düne kadar insan yerine konmayıp şeytan ve günahla anılan kadın, şimdi de bir iş gücü yahut bir metâ, bir pazarlama unsuru olarak telâkkî edildi.
Erkek ile kadın arasındaki fıtrî “cezb-incizâb” kanunu sebebiyle, erkeğin kadına olan meyli istismar edildi. Kadınlara; güzelliğini teşhir etmek ve kadınlığını kullanmak sûretiyle kıymetli hâle gelme yolu, bir hürriyet olarak gösterildi.
Bosna’nın büyük mütefekkiri Aliya İzzet Begoviç şöyle diyor:
“Güya sanat için soyunan kadına alkış tutanlar; Allah için örtünen hanımefendilere neden zulmederler; takvâsı sebebiyle kendini deşifre etmeyen hanımları niçin küçümserler?!”
İslâmiyet’te kadının güzelliği, dış dünyada tesettür ile şifrelenmekte ve sadece beyine deşifre olmaktadır. Böylece kadın; dış dünyaya çıktığında, cinsiyetiyle değil, şahsiyetiyle var olmaktadır.
Kadınlık için, annelik ve yuvasının hanımefendisi olmak en üstün meziyet iken, bugün sosyal hayatta erkeklerle rekâbete sokulan kadın, gitgide aileden uzaklaştırıldı, anneliğe düşman hâle getirildi.
Çünkü ferdiyetçi ve bencil yetiştirilen kimi kadınlar; çocuk doğurmayı, nefsânî arzularına aykırı gördüler ve vücut yapılarının bozulmasına sebep saydılar. Böylece kürtaj kasaplığı revaç buldu.
Hâlbuki Cenâb-ı Hak, âhiretteki mahkeme-i kübrâdan bir manzarayı bildirerek:
“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda!” (et-Tekvîr, 8-9) buyuruyor. Günümüzdeki kürtaj kasaplarını da bu ilâhî tehdit önünde çok çetin bir hesap ve elîm bir azap bekliyor.
Hiçbir meşrû gerekçesi olmadan, sırf nefsânî bahanelerle yavrusunu istemeyip kürtaj kasabına teslim eden vicdan mahrumlarına sormak gerek:
“Allâh’ın verdiği canı almaya ne hakkın var! Hem gaybı biliyor musun?! İstikbâlin ne getireceğinden haberin var mı?! O canına kıydığın yavru, belki yarın sana sığınak, barınak, dayanak olacaktı. Kimsesiz ve bakıma muhtaç kaldığında sana sahip çıkacak, seni koruyup kollayacaktı…”
Ne kadar dikkat çekici bir tenâkuzdur ki; fakir-fukaranın evine yılda bir kez olsun et girmesine vesîle olan Kurban Bayramı’nı “hayvan katliâmı” diye dillerine dolayanlar, ana rahmindeki “çocuk katliamı”na ses çıkarmıyorlar!
Vicdanların kuruduğu bu fertlerin dünyasında çocuk yerine, tıpkı câhiliyyedeki gibi, süs köpeklerinin beslenmesi yaygınlaştı.
Önümüzdeki sayıda devam edecek…