Esas Korkulacak Şey, Günahlarımız

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

ESAS KORKULACAK ŞEY, GÜNAHLARIMIZ

Cenâb-ı Hak:

مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ

(“…Bize tâkatimizin yetmediği şeyleri yükleme!” [el-Bakara, 286]) buyuruyor. Verdiği takatten mes’ûl kılıyor. Tâkat fazlasını istemiyor. Fakat bu zamana ise:

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ

(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8])

Hiçbir boşluk olmayacak. Bir namazı kıldın, bitti namaz, başka bir hayır işine gideceksin. Öbür hayır işini yaptın, başka bir hayır işine… Dilinle hayır, ifadelerinle hayır, her şeyle bir hayır. İnsan bir hayırhah, bir rahmet insanı olacak. Cenâb-ı Hak “Rahman ve Rahîm” esmâsını bildiriyor. Peygamberimiz de “raûf ve rahîm.” Merhamet, şefkatin zirvesi.

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ

((Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107])

Âlemlere rahmet tevzî ediyor Rasûlullah Efendimiz. Âlemlere rahmet tevzii için halkoldu.

Demek ki bir mü’min de rahmet insanı olacak. Her hâliyle bir rahmet insanı olacak. Bu şekilde ölümü güzelleştirecek. Ölüm bir kâbus olmaktan çıkacak. Nasıl olacak?

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

(“…Nerede olsanız, O sizinle beraberdir…” [el-Hadîd, 4])

Her zaman ilâhî müşahedenin, ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde olacak. İç dünyasını zorlayacak.

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])

Cenâb-ı Hakk’ın, iç dünyasını bildiğini, kalbiyle arasına girdiğini, hissiyâtını Cenâb-ı Hak’tan saklayamaz. Ameller niyetlere göre bir derece kazanıyor. İçindeki niyeti bir sen biliyorsun, bir de Cenâb-ı Hak biliyor, başka bilen yok. Fakat Cenâb-ı Hak’tan gizleyemezsin niyetini. Onun için en mühim; niyetini, düşünceni, hissiyâtını Allah rızâsıyla te’lif etmenin gayreti içinde olacak. Cenâb-ı Hakk’a bu hususta;

“Yâ Rabbi, düşüncelerimi, fikriyâtımı, kendi rızân ile telif et.” diye kul ilticâ hâlinde olacak. Velhâsıl Rabbini unutmayacak.

İşte dünya… Her şey bir imtihan. İşte bir taraftan geliş; her gün milyonlar geliyor dünyaya. Milyonlar, yine O’nun/Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde yaşıyor, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği rızıklarla merzuk. Her mahlûkâta ayrı ayrı sofralar kuruluyor, her birinin sofrası ayrı.

Devamlı mahlûkat insana hizmet hâlinde. Onun sütünü, yumurtasını, balını vesâiresini, toprak terkibinden çıkanları yiyorsun, içiyorsun. Hep bunlar Cenâb-ı Hakk’ın ihsânı. Sana her mevsim; bahar ayrı, yaz ayrı, sonbahar, kış ayrı, ayrı sebzeler, ayrı meyveler veriyor. Dâimâ senin rûhunu güzelleştirmenin, nezâket, zarâfet hâline gelmeni, Cenâb-ı Hak onun bir ihsânı içinde, ikrâmı içinde.

Sana kar yağarken karpuzu vermiyor Cenâb-ı Hak. Yazın hararetinde sana karpuzu ihsan ediyor. Kutuplarda yaşayanlara hurma vermiyor, ekvator civarında yaşayanlara hurma veriyor. Ona göre içindeki vitaminler vs… Tavuk, yaptığı yumurtanın içinde ne kadar protein var, ne kadar diğer madde var, bilmiyor. Kendisi de yemiyor, hep sana ikram ediyor.

Cenâb-ı Hak ne buyuruyor İnsan Sûresi’nde:

“…İster şükredici ol, ister nankör ol.” (el-İnsân, 3) buyuruyor.

Bir coğrafyacıysan, bir bakıyorsun, atmosfer biraz ince olsaydı, o şeyler, meteorlar ne kadar Dünya’ya darbe yapardı. Güneş o dengeden biraz yaklaşsa -Cenâb-ı Hak hesaplıdır buyuruyor Güneş’le Ay- biraz yaklaşsa her şey yanar, biraz uzaklaşsa her şey kutuplara dönerdi. 21 oksijen 25 olsaydı, bir kibrit çaktığınız zaman her tarafta bir yangın çıkardı. Ve kul…

Cenâb-ı Hak:

اَفَلَا يَعْقِلُونَ (“…Hiç düşünmüyorlar mı?” [Yâsîn, 68])

اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hiç düşünmez misiniz?” [el-En‘âm, 50])

اُولُوا الْاَلْبَابِ (“…(Ancak) akıl sahipleri (düşünüp ibret alırlar).” [Âl-i İmrân, 7]) buyuruyor.

Tabi bu, kalp merhaleler kazanacak; “Aman yâ Rabbi” diyecek.

وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ “…Allah anıldığı zaman kalbi titreyecek…” (el-Enfâl, 2) İlâhî azametten bir heyecan duyacak. Cenâb-ı Hak böyle bir yürek istiyor.

“…Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman îmânı artacak…” (el-Enfâl, 2)

“Rabbimin murâdı nedir bu âyette?” diyecek. “Bana bu âyetten bugün ne düşüyor?” diyecek. “Ne ibret alacağım, nasıl kendim istikâmetleneceğim? Değişen şartlar, med-cezirler karşısında ne kadar tevekkül ve teslîmiyetim olacak?..”

Bazı şeyleri hayır görürüm şerdir, şer görürüm hayırdır. Tek çare teslim olmak.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا الله (Gaybı Allahʼtan başkası bilemez.)

Nasıl bir huzûr-i ilâhîye çıkacağım? Nasıl bir namaz kılacağım? Beni günde beş sefer asgarî, huzûruna davet ediyor. Beş sefer O’nun huzûrunda duruyorum. “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Onun huşûu nisbetinde de beni fahşâdan ve münkerden koruyacağını Cenâb-ı Hak vaad ediyor. Nasıl bir namaz olacak ki bu namaz benim için bir mîraç gibi olacak da ben anlayacağım, yavaş yavaş bütün yanlışlarımı terk edeceğim, bu namaz sayesinde… Gelişigüzel bir namaz kılmayacağım. İbadetlerim bana bir vitamin olacak.

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

(“…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” [el-Bakara, 183])

Oruç bana ayrı bir güzellik, ayrı bir şey olacak. Beni inceltecek, zarifleştirecek, hassaslaştıracak. Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerini düşüneceğim, hamdimi artıracak, şükrümü artıracak. Olmayanları kendime zimmetli olarak kabul edeceğim. Kendimi onlardan mes’ûl göreceğim. Onları sevindirmek, bana en büyük bir haz verecek.

Âişe Validemiz buyuruyor:

“Yığın yığın ganimetler gelirdi, hediyeler gelirdi, Allah Rasûlü dağıtmadan huzur bulamazdı.” (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ime, 48)

Acıkmasını unuturdu, açlığını unuturdu, öyle bir cömertliği zevk, bir lezzet hâline gelmişti ki…

Demek ki İslâm’ın bize emrettiği her şey bizde bir lezzet hâline gelecek. Her nîmetin şükrüne gayret edilecek.

Şükür nedir o zaman?

Yâ Rabbi şükür demekle kurtulduk mu? Değil.

Allah sana ne verdiyse, şükür odur, Allâh’ın verdiği her nîmeti Allâh’ın arzu ettiği istikâmette kullanmak.

İşte ashâb-ı kirâm bunun derdinde. Allah Rasûlü nasıl kılıyordu, nasıl yemek yiyordu, O yerken nasıl bir şükür hâlinde, suyu içerken nasıl bir şükür hâlindeydi? Yolda giderken nerelere bakıyordu? Önüne bakıyordu ve semâya bakıyordu, hep bir tefekkür hâlinde.

Çocuklara karşı muâmelâtı nasıldı? Yaşlılara, gariplere, kimsesizlere, yalnızlara karşı muâmelâtı nasıldı?

Velhâsıl din bir bütündür. Yani bir tarafını yaptın, bir tarafı eksik kaldı, olmuyor. “Levvâme” buyuruyor Cenâb-ı Hak.

“Kıyâmete andolsun.” (el-Kıyâme, 1) Yemin olsun buyuruyor. Yani yoğunlaşın, düşünün, tefekkür edin.

وَلَا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ

(“Nefs-i levvâmeye andolsun.” [el-Kıyâme, 2])

Tutarsız bir nefs. İslâm’ın bütün muhtevâsı hayatında yok. Bir giriyor, bir çıkıyor, zikzaklı bir hayatı var. Ticârî hayatı zikzaklı. Bir kendini korumaya bakıyor, bir bakıyorsun fâize giriyor. Aman diyor, bir sefer yapayım, kurtulayım diyor. Parmağını kaptırıyor, kol gidiyor. Evlât, vs. şu bu, unutturuyor. Aman diyor, dünyevî bir kazansın diye uğraşıyor, âhiret tarafı ihmâl ediliyor.

Velhâsıl din bir bütündür. Yani bir tarafını yaptın, bir tarafı eksik kaldı, olmuyor. Cenâb-ı Hak hemen bir kıyâmeti bildiriyor, bir şiddet, yoğunlaş! Arkadan “levvâme” kendini düzelt! Bu levvâmeden kendini kurtar! Hesaba çekileceksin buyuruyor.

Kıyâmetin şiddet âyetleri bildiriliyor muhtelif sûrelerde. Bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’in son üç cüzünde:

Biz diyor Cenâb-ı Hak, o semâvât, ucu bucağı var mı, yok! Tahmin edilebiliyor mu, yok! Hayal ulaşabiliyor mu, yok! Yıldızlar arasındaki mesâfe buyuruyor Cenâb-ı Hak. Onu katlayabiliyor musun zihninde, yok!

O bütün semâvâtı bir tomar kağıt gibi bükeceğiz, düreceğiz buyuruyor. Eski hâline getireceğiz. Bu bir vaattir buyuruyor. (Bkz. el-Enbiyâ, 104)

Bir atomun infilâkı ne kadar bir dehşet veriyor, bir tsunami ne kadar?.. Koskoca kâinâtın infilâkı… Yerler ayrı yer, gökler ayrı yer olacak. Dağlar bir serap olacak.

Velhâsıl her şey bir alt üst olacak, allak bullak olacak. Yani bu ekolojik, şu dehşetli sistem, birden bire alt üst olacak.

وَقَالَ الْاِنْسَانُ مَا لَهَا

(“İnsan «Ne oluyor buna!» dediği vakit.” [ez-Zilzâl, 3])

İnsan şaşıracak: “Yâ Rabbi diyecek, bu iş neyin nesi?” diyecek.

Bir taraftan da yeryüzü haberlerini vermeye başlayacak.

Cenâb-ı Hak o şaşkınlığı bildiriyor:

يَقُولُ الْاِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ اَيْنَ الْمَفَرُّ

(“O gün insan, «Kaçacak yer neresi!» diyecektir.” [el-Kıyâme, 10])

Kaçacak yer var mı der insan. Ne dünyada kaçacak yer var, ne ölümden kaçacak yer var, ne kabirden kaçacak yer var, ne âhirette kaçacağın yer… Her yerde Allâh’ın mülkündesin. Her yerde Allâh’ın irâdesi var. Demek ki bu cüz’î irâdeyi nasıl kullanacağız, nasıl istikâmetleneceğiz?..

Evlâtlarımız da çok mühim. Bugün en çok ihmâl edilen, evlâtlar. “Uydum kalabalığa, zaman böyle…” deniyor. Hâlbuki evlâtlar bir emânet olarak anne-babaya İslâm istîdâdı üzere veriliyor. Anne-baba bunu istikâmetlendirecek. “Yâhu zamanla olur, ne olacak, zamanla aklı başına geldiği zaman olur, o da bir yoluna girer, namaz, ibadet…” Olmaz bu! Çocuğu neye alıştırırsan öyle gider. Çocuğu tiryâki yap, sonra bıraksın de, olur mu? Giyimi, kuşamı. Bu çocuktur de, vesâire de, alıştır, sonra bırakır mı? Hep bunlar anne-babanın gafleti ve şeytanın da buna vesvesesi.

Velhâsıl insan, iki ateş arasında. Nasıl Dünya’da iki ateş arasında yaşıyoruz biz; Dünya’nın içi mağma, bir ateş okyanusu, Güneş bir ateş okyanusu yukarıda. İki ateş okyanusu arasında Cenâb-ı Hak bize huzurlu, sükunlu bir hayat veriyor.

Demek ki insan bir takvâ neticesinde, bir tarafta nefs, bir tarafta şeytan, ikisinin tasallutu altında insan huzurlu bir hayat yaşayacak. Bu neyle olacak? Takvâ ile olacak. Cenâb-ı Hak:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ buyuruyor. “…Takvâ sahibi olun…” (el-Bakara, 282)

وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“Allah size öğretsin…” (el-Bakara, 282) diyor.

Kur’ân-ı Kerîm hidâyet versin diyor.

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

(“…Takvâ sahipleri için bir hidâyet.” [el-Bakara, 2]) buyruluyor. Kime? Takvâ sahibine yol göstersin. Eğer takvâ sahibi değilse uzaklaşıyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak uyanmamızı istiyor. Kitapla uyanmamızı istiyor. Kâinat kitabının sayfalarını çevirmekle uyanmamızı istiyor. Peygamberimiz’in irşadlarıyla uyanmamızı istiyor.

Fâtır Sûresi’nde bir âyet var, kıyâmetten bir manzara, bir sergi:

Kul diyecek:

“–Yâ Rabbi diyecek, biz pişman olduk. O kötü amellerimizi iyiye tahvil edeceğiz. Bizi tekrar dünyaya gönder, bir mühlet ver…” diyecek.

Cenâb-ı Hak iki şey soracak:

“–Sana dünyada düşünecek kadar bir zaman vermedik mi? (Kur’ân’la düşün, kâinat kitabıyla düşün, Peygamber’in tebliğlerini düşün. Düşünecek kadar bir zaman vermedik mi? Niçin geldin, kimin mülkünde yaşıyorsun, gelişin niye, gidişin niye, bu akış nereye? Düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?) Bir irşadcı, bir peygamber gelmedi mi?..”

“–Evet yâ Rabbi, ikisi de oldu, daldım ben.”

Cenâb-ı Hak:

“–Azabı tadın.” buyuracak. (Bkz. Fâtır, 37)

Velhâsıl şu dünya, bir teyakkuz hâlinde… Nasıl bir tehlike ânında bir teyakkuz hâlinde olur insan. Bir deprem olsa herkes evlere giremez, sokaklara kendisini atar. Bir tsunami olsa ne kadar bir heyecan olur, kaçmaya çalışır.

Rasûlullah Efendimiz:

اَللّٰهُمَّ اِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَ عَذَابِ الْآخِرَةِ buyuruyor.

“Yâ Rabbi! Kabir azâbından ve âhiret azâbından Sana sığınırım…” (Bkz. Müslim, Mesâcid, 128)

Demek ki esas korkacağımız bizim, endişe duyacağımız, günahlarımız…

Gözümüzün günahları, kulağımızın günahları, dilimizin günahları… Merhametteki günahımız; bîgâne kalmamız…