DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
EN ZOR ŞEY, KENDİNİ OKUMAKTIR
Üç tane tâlimat var en mühim:
Birincisi; ilk inen âyet-i kerîme. Burada Cenâb-ı Hak:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1]) buyuruyor. İlk inen âyettir Hira’da. “Oku” diyor Cenâb-ı Hak, “oku” diyor.
Nasıl okuyacaksın? Kalben okuyacak, “Rabbinin adıyla oku.” buyuruyor.
Neyi okuyacaksın baştan? İlk başta bir “hiçliğini” okuyacaksın. Bir hiçtik hepimiz. Bir esâmemiz yoktu, ismimiz yoktu, cismimiz yoktu. Daha evvel kâinatta, Âdem -aleyhisselâm-’dan önce insan diye bir şey yoktu. İnsan bilinen bir varlık değildi. Her şeyden önce “hiçliğini” oku.
Yani nasıl hiçliğini okuyacaksın? “Ben” demeyeceksin. Dâimâ “yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi” diyeceksin.
Bir bedel ödemeden, lûtfen müslüman olarak dünyaya geldik. En büyük nîmet. “…Nîmetlerimi sayamazsınız.” (Bkz. İbrahim, 34) buyuruyor.
İşte velîlerin, Allah dostlarının en büyük mücâdelesi, en büyük zor tarafı, kendini okumak. Nasıl kendini okumak? Hiçliğini idrâk edecek. Onun için benliğin zıddı, enâniyetin zıddı, tevâzudur.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“İbâdurrahmân (Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar) yeryüzünde tevâzuyla dolaşırlar…” (el-Furkân, 63)
Yani “ben”den uzak olarak, “Yâ Rabbi! Dâimâ Sen.” diyerek dolaşırlar. “Ben kazandım, ben ettim, ben şu…” değil “Yâ Rabbi! Hepsi Sen’in lûtfundur.” diyerek.
“…(Kendini bilmezler) câhiller de sataştığı zaman, «selâmâ» derler.” (el-Furkân, 63) Tebessüm edip geçerler, muhatap olmazlar.
Yani Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmanın en büyük hususiyeti, enâniyetten vazgeçmek ve kendini okumak.
Efendimiz’e Mekke’nin fethi günü korku ve heyecan ve âdeta titremekten dişleri birbirine vurarak bir kişi geldi.
“–Yâ Rasûlâllah dedi, bana İslâm’ı telkin edin.” dedi.
Heyecandan titriyordu. Efendimiz:
“–Sakin ol kardeşim dedi. Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Annesini kastederek) Kureyş’ten, Güneş’te kurutulmuş et yiyen eski komşunun ben yetimiyim.” dedi. (Bkz. İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, II, 64)
Yani benim şu kadar mertebem vs. değil. Ben bir, senin komşunun, kurumuş et yiyen komşunun, ben yetimiyim buyurdu.
Rivâyette Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’a;
“Firavun’a git, çünkü o çok azdı.” (en-Nâziât, 17; Tâhâ, 24) dedi.
Tuvâ Vâdisi’nden Firavun’un yanına gidecek. Tabi o Mısır’a giderken de, hanımı var hâmile, çocuk doğdu. Benekli koyunları var.
“–Yâ Rabbi dedi, ev halkımı, bu davarları ben ne yapayım, nereye bırakayım?” dedi.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak muhafaza edenlerin en hayırlısı olduğunu hatırlatarak:
“–Ey Mûsâ dedi, Ben’i bulduktan sonra başka ne istiyorsun dedi. Sen Ben’im emrimi edâya koş dedi. Bana bağlan ve teslîmiyet göster. İstersem kurdu koyunlara çoban eder ve meleklerimi de âilene muhafız kılarım.
Ey Mûsâ nedir düşündüğün? Annen seni denize bıraktığı zaman seni kim kurtardı? (Bir sandalın içinde.) Bundan sonra seni annene kim kavuşturdu?
Sen hani birini kazayla öldürmüştün. Firavun seni aramaya koyulmuş, seni öldürmeye azmetmişti. O vakit seni ondan, o Firavun’un şerrinden kim muhafaza etti?
Yine Medyen’in çöllerinde, garip, kimsesiz, yalnız kalmıştın. «Yâ Rabbi Sen’den gelecek en az bir ikrama muhtacım.» demiştin. Kim ikram etti?..”
Hep Mûsâ -aleyhisselâm-;
“–Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi!” diyordu.
Yusuf -aleyhisselâm- Züleyhâ’nın desiselerine uğradı. Züleyhâ onu günaha davet etti. “Heyte lek” dedi, “gelsene bana” dedi. “Benim olsana” dedi. O da “maazallah” dedi. Tabi o, kalbin bir “maazallah”, kalben bir Cenâb-ı Hakk’a sığınabilmek. Cenâb-ı Hak da;
“Eğer (yardımımız gelmeseydi) burhânımız gelmeseydi o kadına meylediyordu…” (Yusuf, 24) buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- halife seçildiğinde minbere çıktı. Büyük bir tevâzuyla şöyle hitap etti:
“Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza halife olarak geldim. Şayet vazifemi hakkıyla yapamazsam bana yardım edin. Yanlış hareket edersem de bana doğru yolu gösterin.” Hiç “ben” yok.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- halife olduğunda:
“–Ey cemaat! Şayet Allah yolundan inhirâf eder, yani eğrilirsem ne yaparsınız?” diye sorduğunda câhil bir bedevî ayağa kalktı, kılıcını çıkardı, şöyle salladı kılıcını;
“–Halife! Hiç merak etme dedi, sen dedi, yamulursan dedi, seni bu kılıçla doğrulturuz.” dedi.
Kızmadı;
“–Yâ Rabbi, Sana şükürler olsun!” dedi. Yani onun cehâletine kızmadı.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, Bursa kadısıydı, “kādı’l-kuzât” idi. O da bu “ben”den, makamın getirdiği enâniyetten kurtulmak için, Bursa sokaklarında ciğer sattı. Halk dedi ki:
“–Herhâlde dedi, kadı efendi aklî melekelerini kaybetti.” dedi.
Fakat o, onu hiç umursamadı. Yeter ki o benlik gitsin. Dâimâ “ben” demesin, “Yâ Rabbi, Sen, Sen, Sen!..” desin.
Yunus Emre Hazretleri, dergâha alınmadan evvel, dergâhın eşiğinde, herkesin ayaklarını bastığı dergâhın eşiğinde imtihandan geçirildi. O herkesin ayak bastığı eşiğe başını koydu ve enâniyetini bertaraf ettikten sonra Tapduk Emre onu içeri aldı. O zaman Yunus dedi ki:
İlim, ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
O nice okumaktır!
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri yedi sene hastalara, hayvanlara, muhtaçlara hizmetkâr oldu. Yolların temizliğiyle ilgilendi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, gayba dâir bir suâl sorulduğunda, bu hususta acziyet içerisinde;
“Soran, sorulandan daha fazla bilmiyor.” cevabını verdi. (Bkz. Müslim, Îman, 1)
Alparslan Malazgirt’e girdi, 1071, beyazlara büründü;
“Cuma vakti hücuma geçeceğiz.” dedi. Mezara hazırlanarak, şehidliğe hazırlanarak gitti. “Ben emreden bir kumandan, emredilen bir asker değilim, ben sizden biriyim, bugün sizden birinizim.” dedi.
Cenâb-ı Hak büyük bir gâlibiyet verdi. Bir sene sonra Hâna kalesinde, oraya girerken -kendisi anlatıyor- “ben” demeye başladım diyor. “Benden güçlü kim var?” demeye başladım diyor. Bir diyor, gulât-ı şiadan Yusuf isimli biri geldi, beni hançerledi diyor. Üflesem devrilecek birisi geldi, beni hançerledi dedi. Ben orada dedi, bir “ben” demenin, “benden güçlü kim var” demenin kefâretini ödedim dedi. Ve şehîden vefât etti.
Yine kalp o kadar mühim ki, Rasûlullah Efendimiz:
“Hanzala dedi, kalp bir an böyledir, bir an böyledir.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Tevbe, 12)
Kur’ân-ı Kerîm’de Bel’am bin Bâurâ geçiyor, Allah dostlarından evvelden. Kârun geçiyor, o da evvelden Allah dostlarından. Bel’am bin Bâurâ ilmine güvendi. Kârun servetine güvendi. İkisi de sâlih kimselerdi, ikisi de yerin dibine girdi.
Onun için en üzerinde duracağımız; enâniyetin girdabında helâk olmaktan kurtulmak. Dâimâ kul; “Yâ Rabbi, Sen!” diyecek. Zikir de bu. Ne diyoruz hep; “Allah, Allah, yâ Rabbi” diyoruz. “Sen yâ Rabbi!” diyoruz.
Onun için insan, -yine âyet-i kerîmede- çok zâlim ve çok câhil olduğu için, “ben” diyor, kendini öne çıkarıyor. Hâlbuki “aman yâ Rabbi” diyecek, “beni affet yâ Rabbi” diyecek, “Sen yâ Rabbi” diyecek, hep peygamberler, “zalemnâ (kendimize zulmettik), zalemnâ, zalemnâ” diyorlar.
Tekkelerde, kapıda girişte bir levha vardır. Orada “hiç” yazar. Yani o bir talimattır: “Sen bir hiçten meydana geldin, hiçtin. Ne varsa Allah sana ihsân etti, ikram etti, hiçliğini unutma!”
Nereden geldin, kimin mülkündesin, gidişin nereye, bu akış nereye?.. Kul dâimâ bunun bir idrâki içinde olacak. Emanetçi olarak elinde ne varsa da bu imkânlar, son nefese kadar devam edecek. Nereye kullandıysa ona göre kendisi istikâmete gitmiş olacak.
Cenâb-ı Hak insana sayısız nîmetler… Onun karşılığında Cenâb-ı Hak soruyor:
“İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor?” (el-Kıyâme, 36) buyuruyor. Bu dünyada serbest. Kıyâmet Sûresi’nde; “Başıboş bırakılacağını mı zannediyor?” buyuruyor.
Mü’minûn Sûresi’nde:
“Sizi boş yere yarattığımızı, sizin hakikaten huzûrumuza gelmeyeceğinizi mi zannediyorsunuz?” (el-Mü’minûn, 15) buyuruyor.
Duhân Sûresi’nde:
“Biz gökleri ve yeri, aradakileri, bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (ed-Duhân, 38) buyuruyor.
Velhâsıl işte:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
İlk âyet:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)
Kendini, aczini oku. Cenâb-ı Hakk’ın gücünü kudretini oku. Nasıl Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edeceksin?..
Demek ki birinci tâlimat bu.
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])
Ondan sonra Cenâb-ı Hak insanın aczini bildiriyor. İnsanın bir alaktan yaratması. Bir asılı olan bir şey, çirkin bir şey. Safhalardan geçmesi: Aleka, mudğa, izam, lahim vs. bir şekilsizlik…
Yine Cenâb-ı Hak İnfitar Sûresi’nde:
“Ey insan! Seni şekilsizlikten en güzel şekilde yaratan Rabbinden (niye şaşıyorsun) seni gaflete düşüren nedir?” (Bkz. el-İnfitâr, 6-8)
Ondan sonra Cenâb-ı Hak:
اِقْرَاْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُ
(“Oku! Senin Rabbin en cömert olandır.” [el-Alak, 3]) buyuruyor.
İkram, Cenâb-ı Hak hep sana ikram hâlinde. Sana ilim öğrenmen için sana bir kâbiliyet verdi. “Kalemle (yazmayı) öğretti ve insana Cenâb-ı Hak bilmediğini öğretti.” (el-Alak, 4-5)
Dünyaya sıfırla geldik.
İkinci tâlimat:
Birinci, Hira’da geldi, birinci mağarada. İkinci tâlimat, 13 sene sonra Sevr’de geldi, ikinci mağarada geldi. İkinci mağarada Cenâb-ı Hak:
لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا
(“…Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir…” [et-Tevbe, 40]) buyurdu. “لَا تَحْزَنْ” Dünyanın gelmiş, gidiş vs. şu bu… “Mahzun olma!”
“اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا” “Allah bizimle beraberdir.”
Eğer kalp bu duruma gelirse, o kalp bir huzur ile doluyor.
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])
Mevlânâ da diyor ki:
“Senin diyor, sürurlar/sevinçler diyor, kederler diyor, bir misafirhanedir senin kalbin diyor. Hiç diyor bir misafirhanede diyor müddetten fazla kalır mı diyor. Onun için diyor, hüzünler de geçer diyor, sevinçler, dünyevî sevinçler de geçer diyor. Onun için ikisine de aldanma.” diyor.
Velhâsıl işte tasavvuf burada başlıyor. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e benzeyebilme gayretidir tasavvuf. İnsanın kâmil hâle gelebilmesi. Gafletten kurtulup Cenâb-ı Hak’la beraber olabilme gayreti.
Üçüncü tâlimat Vedâ Haccı’nda geldi:
Efendimiz buyuruyor ki:
“İki emanet bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldıkça sapıklığa düşmezsiniz. Biri Allâh’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm, diğeri de benim Sünnet’imdir.” buyuruyor. (Muvatta’, Kader, 3)
Velhâsıl Allah yardımcımız olsun. Çok uzun bir yolculuğumuz var…