Edep ve Hayâ Hakkında Mülâkat

Edep ve Hayâ Hakkında

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile Mülâkat

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Ocak, Sayı: 215

O’NUN YÜCE AHLÂKI

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâ ve edep anlayışı nasıldı? Hayâsızlığın getirdiği felâket nedir?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Hadîs-i şeriflerde buyurulur:

“Hayâ îmandandır ve hayâlı olan kimse cennettedir! Hayâsızlık ise kalbin katılığındandır; kalbi katı olan da cehennemdedir!..” (Buhârî, Îmân, 16)

“Hayâ ve îman bir aradadır; biri gittiğinde diğeri de gider!” (Taberânî, Evsat, VIII, 174; Beyhakî, Şuab, VI, 140)

Dolayısıyla;

Hayâsızlık îmandan fire vermektir.

Hayâ; sadece birbirinden utanmak değil, yalnızken de Allah’tan hicab duymaktır.

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, zekât olarak toplanan koyunların bulunduğu yere gitmişti. Koyunların başında, ücret karşılığı çalışan bir çoban bulunuyordu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çobanın yarı çıplak vaziyette dolaştığını görünce hemen onu çağırdı ve;

“‒Bizim için kaç gün çalıştın, bizde ne kadar alacağın var!?.” diye sordu.

Efendimiz’in bu suâlinden, işine son verileceğini anlayan çoban, büyük bir endişeyle;

“‒Niçin yâ Rasûlâllah? Yoksa hayvanların bakımını ve gözetimini güzel yapamıyor muyum?” diye sordu.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise;

“‒Hayır, ondan değil! Lâkin ben, aramızda çalışan insanların, yalnız kaldıklarında bile Allah Teâlâ’dan hayâ eden kişiler olmasını arzu ediyorum! Yalnız kaldığında Allah Teâlâ’dan hayâ etmeyen kişinin yaptığı işi istemiyorum!” buyurdu. (Bkz. Beyhakî, Şuab, X, 196/7370; Mervezî, Tâzîmü Kadri’s-Salâh, II, 836)

Kıyâmet alâmetlerinden biri de ahlâksızlığın yaygınlaşması ve zinânın alenî olarak işlenmesidir. (Bkz. Buhârî, İlim, 21; İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623; Beyhakî, Şuab, III, 197)

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Nesli sapkın duygulara çekmeye çalışıyorlar. Çeşitli isimler altında birtakım cinsî sapıklıklara «saygı» gösterilmesini temine çalışıyorlar. Bu korkunç cereyanlara karşı nesillerimizi korumak husûsunda neler tavsiye edersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Bu cinsî inhiraflar, fıtratı inkârdır.

Hayvanlar âlemine bile baktığımızda, onların dahî dişisi ve erkeğiyle nesillerini devam ettirmek üzere, fıtrata uygun yaşadıklarını görürüz.

Tarihe baktığımızda görürüz ki;

Lût Kavmi bu günaha müptelâ oldu ve ilâhî kahra uğradı. Kur’ân-ı Kerim’de helâk edilen kavimler içerisinde en ağır azap ve kahr-ı ilâhî bu kavmedir.

  • Altları üstlerine getirildi.
  • Üzerlerine ateşte pişirilmiş taşlar yağdırıldı.

Roma devrinde helâke uğrayan Pompei hâkezâ… Onlar, üzerlerine yağan lâvlardan kaçamadılar. Bazıları o iğrenç şenaatleri işler hâlde küle döndüler, bugün hâlâ taşlaşmış vücutları ibret-i âlem olarak sergileniyor.

Bugün maalesef küresel güçler; bu şerli faaliyetlerini, Lût Kavmi’nden dahî öteye götürmeye çalışıyorlar.

Bozuk çevreden ve çirkef medyadan gelen menfî tesirler, şuurlu bir ailenin kapısından içeri giremiyor.

Geçtiğimiz asırlara baktığımızda bizim tarihimiz de böyledir. Tanzîmat’la beraber Avrupa’ya gönderilip orada ecnebîlere hayranlık duyguları içinde yetişen ve apoletleri Osmanlı, kalpleri yabancı bir şekilde memlekete dönen kesimler oldu. Fakat Anadolu ailesine bu menfî tesirler sızamadı. O sağlam aile sayesinde;

  • Çanakkale geçilmedi.
  • Millî Mücadele kazanıldı.
  • 15 Temmuz milletin zaferi oldu.

Bu sebeple şimdi aileye göz diktiler. Aileyi çökertmeye çalışıyorlar. Aile ve nesil ifsâd edilerek; aile, millet ve vatan içinde yaşayan dînî ve millî duyguların yok olacağını hesap ediyorlar.

Lût Kavmi isyan ve şehvetin öyle sarhoşu olmuştu ki;

“–Temizler aramızdan çıksın! Onları kovun!” diyecek kadar çirkinleşmişlerdi. O iğrenç günahı mütecâviz bir sûrette işlemeye, yani gördükleri kişilere tasallut etmeye kadar işi vardırmışlardı.

Bugünküler de; bu aileye ve fıtrata düşman temâyüllerin günah ve isyan olduğunu söyleyenlere; «geri kafalı, tutucu» yaftası yapıştırmaya çalışıyorlar. Onlara saygı duyulmasını hattâ iltimas geçilmesini istiyorlar. Biz ise Hazret-i Lût’un dediği gibi diyeceğiz:

“Lût dedi ki:

«–Doğrusu, ben sizin bu işinizden tiksinmekteyim! / buğzetmekteyim!»” (eş-Şuarâ, 168)

Bir müslüman; Allâh’ın haram kıldığı, buğzettiği ve kahrettiği bir mâsiyete, bir günaha saygı göstermez. Hattâ bir mâsiyete gösterilen zerre kadar saygı bile îmâna zarar verir.

Bugün bazı hıristiyan ve yahudiler arasında bile bu sapkınlıklara karşı uyanan halk, yürüyüşler ve nümâyişler yapıyor. Ailelerini bunlardan korumaya çalışıyor. Elbette müslümanlar da üzerlerine düşeni yapmalıdır.

Nisâ Sûresi’nde şeytanın şöyle diyeceği beyan ediliyor:

“…Onlara (insanlara) emredeceğim de Allâh’ın yarattığını değiştirecekler…” (en-Nisâ, 119)

Elmalılı Hamdi YAZIR Efendi, tefsîrinde bu âyetle alâkalı olarak şöyle buyuruyor:

“…Yani yaratılışın şeklini veya sıfatını değiştirerek durumunu başka şekle sokacaklar; fıtratının kemâline götürecek yerde bozacaklar, çığırından çıkaracaklar.

Tefsirlerde gelen misallere bakarak; kadını erkek, erkeği kadın yapmaya çalışacaklar; kadın yerine erkek, erkek yerine kadın kullanacaklar; uzuvlarını yaratılış vazifelerinin dışında kullanacaklar; nikâh yerine zinâ edecekler, temizi bırakıp pisliklere koşacaklar; doğruluğu budalalık, eğriliği hüner sayacaklar; helâle haram, harama helâl, iyiye kötü, kötüye iyi diyecekler; yaratılış kanunu zıddına işler yapacaklar, ruhlarının yaratılışındaki selâmet ve saflıklarını bozacaklar.” (Hak Dîni Kur’ân Dili, III, 88, Nisâ Sûresi, 119. âyetin tefsîrinden)

LGBT gibi bir rezâletin «insan hakkı ve hürriyeti» adı altında bütün dünyaya dayatıldığı günümüzde, bu âyet-i kerîmeyi yeniden tefekkür etmek durumundayız.

Zira bu rezilliğe göz yuman veya onu terviç eden herkes, hangi mevkide bulunursa bulunsun, Lût  -aleyhisselâm-’ın eşcinsellere taviz veren karısıyla aynı hazin âkıbete dûçâr olabileceklerini unutmamalıdırlar. Nitekim âyet-i kerîmede ibret almamız için şöyle buyurulmaktadır:

“Elçilerimiz (olan helâk ve azap melekleri) Lût’a gelince, Lût onlar hakkında tasalandı ve (onları korumak için) ne yapacağını bilemedi. Ona;

«‒Korkma, tasalanma! Çünkü biz seni de aileni de kurtaracağız. Yalnız, (azapta) kalacaklar arasında bulunan karın müstesnâ.» dediler.”
(el-Ankebût, 33)

Günümüzde bu ahlâksızlığa taviz verenler veya sükût edenler, Lût  -aleyhisselâm-’ın karısının âkıbetine dûçâr olmaktan endişe etmelidir.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Bilhassa bu cinsiyet etrafındaki sapkınlıkları savunurken;

«–Allah bu kişileri böyle yarattı, bunların ne suçu var?» diyorlar.

Bu ithamlara karşı nasıl cevap vermek gerekir?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Her mâsiyet ve günaha; şeytânî bir süs kılıfı, bir bahane üretmek, şeytanın taktiği ve hilesidir.

Unutmamalıdır ki, biz imtihan âlemindeyiz. İmtihanın mevzuu; nefsi temizlemektir, tezkiye etmektir.

Nefislerde her türlü isyan ve fücûra temâyül vardır.

Meselâ; hapishâneleri dolduran hırsızlar, tabiî ki, kolay yoldan mal elde etmeye meyillidir.

Yine bir başkasına zarar vermiş, yaralamış yahut öldürmüş insanlarda da, sadizm veya gaddarlık diyebileceğimiz kötü bir meyil mevcuttur.

Fakat bu duyguya sahip oldukları için değil; onu tedavi etmeyip, kötü bir şekilde fiile döktükleri için cezaya müstehak hâle gelmişlerdir.

Tembellik, cimrilik, korkaklık, bencillik ve ihtiras, hepsi nefsin kötü huylarıdır.

Aslında herkeste az veya çok fücûra ve isyanlara meyil var. Ancak kulun vazifesi, bu meyilleri terbiye etmektir.

O meylin miktarı da mühim…

Nokta kadar olan meyli; fâsık çevrelerde bulunarak, insî ve cinnî şeytanların telkinlerine maruz kalarak, büyük bir günah girdabına ve bataklığa çevirenler, kendilerinin bu hamâkat ve suçlarına âmâ kesilmekte, sonra da tutup fıtratı ithâma yeltenmektedirler ki, bu da başka bir cürüm ve kasıtlı bir gaflettir.

Bu gaflet, insana kitap ve peygamberler lutfetmenin yanında kevnî âyetler ve nice ilâhî nişânelerle de ebedî cennetlerin yolunu gösteren Allâh’ın sonsuz lütuflarına karşı ne büyük nankörlüktür!

İşte âyet-i kerîmeleri okuyoruz. Cenâb-ı Hak, bundan râzı olmadığını bildirmektedir. İnsanlığı; hidâyete, hayâya ve iffete tevcih etmek için kitaplar inzâl buyurmuş, peygamberler göndermiştir.

Eskiden gayr-i müslim doktorlar dahî, bu cinsî temâyülleri marazî bir hâl olarak görüp tedavi ediyorlardı. Yani böyle bir temâyül nâdir de olsa bazı insanlarda mevcutsa, tedavisi de mevcut.

Ancak bugün bu sapkınlığın küresel lobileri, bu tedavileri de yasaklatıyor. Yani açıkça; «Sapıklığın önünü aldırmayacağız, yayacağız!» diyorlar.

İnsan; esfel-i sâfilîn / alçakların alçağı çukurunda yuvarlandıkça, belhüm edall / hayvandan beter seviyesine düştükçe insanlığa vedâ eder. Avrupa’dan, batıdan, küfür diyarlarından çok korkunç cinsî ahlâksızlıkların haberleri geliyor.

Mü’min bu gerçeği görecek.

  • O çirkef ve iğrenç küfür dünyasının âkıbeti ne?

-Dünyada hüsran, âhirette de cehennem!

  • Sâlihlerin tertemiz, iffetli ve hayâlı dünyasının meyvesi ne?

-Dünyada huzur ve âhirette cennet! Ebedî saâdet!..

Bu gerçekler istikametinde her mü’min, hayatına çekidüzen verecek. Şeytânî vitrinlerden kendisini ve nesillerini muhafaza edecek.

Maalesef bu tedbirler alınmıyor. Sonra feryat ediliyor:

–Eyvah! Evlâdım ziyân oluyor! Aman duâ edin, yardım edin!

Bu feryatlara cevap, şu acı hakikatin ifadesi oluyor:

–Onları korumak için ne yaptın ki bugün ne bekliyorsun?

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Karşı karşıya bulunduğumuz bu âhirzaman tablosu, şu suâli sorduruyor:

–Çobansız sürünün hâli ne olur?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Çobansız kalan sürü, kurtlara yem olur.

Hazret-i Mevlânâ’nın sözü ne kadar mânidardır:

“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda sevdalanıp gönül kaptırmasıdır…”

Bu veciz ifadede kurtlar, insî ve cinnî şeytanlardır.

Kendisini helâk edecek canavara hayran olan kuzu ise, insandaki gafil nefistir.

Nefis; zebûnu olduğu nefsânî arzular yüzünden, şeytanın iğvâlarına, vesveselerine ve tuzaklarına ahmakça düşmeye ve istikbâlini mahvetmeye meyillidir.

İnsan hakkında âyet-i kerîmede;

ظَلُومًا جَهُولًا

buyurulmuştur ki; “Kendine çok zulmeden ve dostunu-düşmanını seçemeyecek, Hak ile bâtılı ayırt edemeyecek kadar câhil…” demektir. (el-Ahzâb, 72)

Cenâb-ı Hak; âdetâ insan sürülerini güdecek en maharetli çobanlar, en hünerli insan terbiyecileri olarak peygamberleri gönderdi. Peygamberler; insana kitâbı ve hikmeti öğreterek, onu tezkiye ederek, insandaki zulüm ve cehâleti izâle etmeye gayret ediyorlar.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de tekrar tekrar;

Şeytan sizin için apaçık bir düşmandır!” diye buyuruyor.

“Siz de onu düşman belleyin!” (Fâtır, 6) diye îkāz ediyor.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu çobanlık vazifesini herkese tevzî ediyor:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden mes’ûlsünüz…

  • Erkek (baba, bey), ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür.
  • Kadın (anne, hanım), evinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür.” (Buhârî, Vesâyâ, 9)

Çoban, güttüğü kuzuları uçurumlardan korur. Bugün evlerin içinde bile uçurumlar var. Kirli ekranlarda uçurumlar var.

Çoban, güttüğü kuzuları güzelce besler. Bugün evlâtları helâl lokmalarla, muhabbetle ve fazîletlerle beslemeli. Güzellikleri sevdirmeli. Çirkinliklerden nefret ettirmeli.

Sadece evlâtlar değil, yetişkin müslümanlar da dağınık olmamalı. Mes’ûliyet ve zimmet bağıyla bünyân-ı mersûs / kenetlenmiş bir yapı, kaynaşmış bir hisar gibi sağlam bir ümmet teşkil etmeli. Kardeşlerini; gafletin kucağına, kurtlar sofrasına terk etmemeli.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Buyurduğunuz üzere; toplumun irşâdında, herkesin mes’ûliyeti var. Ancak imam-hatipler ve muallimler bir adım daha önde görünüyor.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in üsve-i hasene / en güzel örnek olma vasfı çerçevesinde Rasûlullah Efendimiz’e ittibâ eden bir imam nasıl olmalıdır?

Aynı hassâsiyete sahip bir muallim nasıl olmalıdır?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz,

  • Mescid-i Nebevî’nin imamıydı,
  • Suffe ashâbının muallimiydi.
  • Bütün Medine havâlîsinin her Cuma gününde heyecan dolu bir hatibiydi.
  • Bütün insanlığın mürşidiydi, hidâyet kandiliydi.

Sünnet-i seniyyesiyle hâlen de öyledir.

Bugün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i örnek alan bir imam;

  • Camiyi ve cemaati sevdirmeli.
  • Cemaatiyle alâkadar olmalı.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, birkaç gün cemaatte görmezse hemen o ashâbının hâlini sorardı. Hasta olduğunu duyarsa ziyaretine giderdi. Yolculukta olduğunu öğrenirse duâ buyururdu.

  • Bir imam, sadece namaz vakti camiye gelip giden «mesaiye geldiğine dair kart basan bir memur» hâlinde kalmamalı.
  • En başta kendini irşâd etmeli. Her hâliyle, ilmiyle, takvâsıyla ve olgunluğuyla mihrâbı dolduran bir ahlâkı ve yaşayışı olmalı.
  • Bütün muhitine, mahallesine / köyüne hayat ve heyecan aşılamalı.
  • Gençlerle ayrı, çocuklarla ayrı alâkadar olmalı. Farklı farklı vakitler tahsis edip sohbetler düzenlemeli.
  • Mümkünse hanımı da faal olup, kız evlâtları ve hanımları irşâd etmeli.
  • Vazifesine titiz, kıyafet ve şahsî bakım itibarıyla tertipli ve tertemiz, pür edep ve mütebessim olmalı.
  • Başındaki sarık dâimâ dik durmalı, hiçbir menfaat karşısında yamulmamalı, hiçbir leke ile lekelenmemeli.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’tan gelen şu îkaz ne kadar mühim:

  • Îman sadece camilerde (kalmış, hayata aksetmemiş, yalnız şekilde kalmış olursa);
  • Mal, cimrilerde;
  • Silâh, korkaklarda;
  • Yetki, zayıflarda olursa işler bozulur.

Dolayısıyla bir imam; vazifesini sadece camiye ve namaz vakitlerine mahsus zannetmemeli, hayata ve topluma yaymalı.

Bir muallim için de bu söylenenlerin ekserîsi geçerli.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl muvaffak oluyordu? Bunu anlayıp idrâk edip hayata geçirmeli.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz yaşardı ve yaşadığını yaşatırdı. Yetiştirdiklerini de kabiliyetlerine göre tasnif ederdi. Kimi çoban, kimisi vali, kimisi kurrâ, kimisi kumandan, kimisi tüccar olurdu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz her karaktere nümûneydi. Meselâ bir hâkim, mahkûma misal değildir. Büyük servet sahibi bir zengin, garip bir fakire misal teşkil etmez. Fakat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; kıyâmete kadar her sınıftan insana, her karaktere, her meslek erbâbına örnek ve nümûne-i imtisal bir şahsiyetti.

O’nun bu mübârek şahsiyetini örnek alarak yaşayan her gönül, bambaşka bir sevda ile yaşardı. Çünkü hayran olunacak bir kemal ve fazîlet sergilerdi. İnsan; hayran olduğu kişiyi taklit eder, ona ittibâ eder.

Bir muallim; meselâ bir Siyer-i Nebî anlatırken, zâhirde kalmamalı. Kronolojiden ibaret; «Şu tarihte şu oldu.» şeklinde kupkuru bir anlatışta bırakmamalı. Günümüze taşımalı, hâdisenin heyecanını ve duygusunu yaşatmalı.

Kur’ân muallimi; Kur’ân’a hürmet, muhabbet ve edebiyle temâyüz etmeli.

Muallim, muhatabının kalbine ulaşabilecek bir damar bulabilmeli. Müşterekler aramalı. Muhabbet ve rahmet insanı olmalı. Asla bezgin ve küskün olmamalı.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke devrinde yıllarca tebliğde bulunduğu hâlde; az sayıda nasipli, hidâyete nâil oldu. Peygamberimiz; Tâif’te taş yağmuruna tutuldu, fakat dönüşte bir tek kölenin hidâyetiyle, yaşadığı bütün acıları unuttu.

Muallimlerimiz; sa‘y ü gayreti, sadece ders saatlerine, mesaiye mahsus bir keyfiyet zannetmemeli. Derste ulaşamadığına, mütalâada, teneffüste ve hafta sonunda, on beş tatil ve yaz eğitim programlarında ulaşabileceğini unutmamalı.

Mihraplar ve kürsüler; hakikaten hakkını verecek kıvamda imamlar ve muallimlerle dolduğunda, memleketimizin ve ümmet-i Muhammed’in istikbâli bambaşka olacaktır.

Sadece bu mesleklerde değil, kader-i ilâhînin karşımıza çıkardığı her şartta vazifelerimizi bilmeliyiz:

Mü’min düşünmelidir:

Zenginsen vazifen nedir?

Serveti, Allâh’ın emâneti olarak görmek. Riyâzat içinde yaşayıp, fazlasını Allah yolunda infâk etmek.

İsraf ve pintilikten uzak durmak. Allâh’ın verdiği imkânları, Allah yoluna sarf etmek. Kendisine zimmetli kardeşlerine sahip çıkmak… Yani «ağniyâ-i şâkirîn»den / şükreden zenginlerden olabilmek.

Fakirsen vazifen nedir?

Sabır ve hâle rızâ içinde, kendi imkânlarınla kulluk ve gayretlere devam etmek. İmkânsızlıkları, isyanlara ve hatalara düşmeye mazeret kılmamak… «Niçin?.. Neden?..» dememek… Şikâyeti unutmak…

Çünkü Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de açlıktan dolayı karnına taş bağladığı zamanlar oldu. Dâimâ şükür hâlinde yaşadı.

İşte bu hâl, «fukarâ-i sâbirîn»den / sabreden fakirlerden olmaktır ki; onların cennete, aynı durumda bulundukları zenginlerden daha erken girecekleri bildirilmiştir.

Hasta isen vazifen nedir?

Hasta, engelli ve benzeri durumda olan kişi; hayatındaki sıkıntıların, kendisi için bir ecir kaynağı olduğunu unutmayacak… Mahrum olduğu her nimetin, mes’ûliyet ve hesabından kurtulduğu için sevinecek, tesellî bulacak. Eğer bu sabrı gösterebilirse nâil olacağı ecirleri tefekkür edecek…

Bir âmâ belki de kıyâmet günü, dünyada âmâ olarak yaşadığına çok şükredecek;

“Belki de gözlerim olsaydı; gözlerimi haramlardan koruyamayacaktım, gördüklerim sebebiyle dedikodulara düşecektim ve bunun hesabını veremeyecektim.” diye sevinecek. Kendisine âmâ peygamberleri misal alacak.

Hastalara hizmet eden yakınları da;

“Bu hasta bana zimmetlidir.” diyecek, o hizmetiyle duâsını alacak, ecre nâil olacak.

Gençsen vazifen nedir?

Gücünü ve kuvvetini Allah yolunda harcayacaksın… Gençliğin kıymetini bileceksin…

İlkbahar mevsiminde tabiatın nasıl coştuğuna ibretle bakıp, o heyecanı kendi hayatına misal alacaksın…

Gençlik, hayatta bir sefer. Verilen fırsatların tamamı bir kere. Bu bakımdan gençliğini, ashâb-ı kirâmın gençlerini örnek alarak ihyâ et. Onlar, gencecik yaşta dünyanın değil rûhâniyetin hazzı içinde yaşadılar ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in etrafında pervâne oldular.

Tebliğ için gittikleri çok uzak beldelere olan yolculuklarında hiç üşenmediler, bıkmadılar, zorlanmadılar. Zira sînelerinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i taşıyorlardı.

Yaşlıysan vazifen nedir?

Ömrün sonuna kadar ibâdet şuuruyla, yeni nesillere güzel bir örneklik içinde, şefkatli ve merhametli bir insan olmaya gayret edeceksin…

Sonbaharın sararan yapraklarından ve kuruyan ağaçlarından ibret alıp, bu manzara içinde kendi hâlini, yani ömrünün resmini göreceksin. Çünkü sen hayatının başında; tıpkı ilkbaharda muazzam bir canlılık, yeşerme ve verimlilik yaşarken, diğer taraftan yaşlılık vaktinde de sonbahar gibi bunun tersini yaşarsın. Görürsün ki artık selviler sana el sallamaya başlamış. Bu bakımdan kerâhat vakti içinde olduğunu, iş işten geçmeden idrâk etmeli ve âhiret hazırlığını artırmalısın.

İdareciysen vazifen nedir?

Emrin altındakileri adâlet ve hakkāniyetle idare edecek, mes’ûliyetini hiç unutmayacaksın. Makam ve mevkinin getirebileceği enâniyet, gurur ve kibir gibi duyguları kalpten temizleme gayretinde olacaksın. Bunun için de muvaffakiyetleri Allah’tan bilip, kusurları nefsine izâfe edeceksin…

Başkasının emri altındaysan vazifen nedir?

Kazancını helâl ettirme gayreti içinde, dürüstçe çalışacaksın. İnsanlara faydalı olacaksın. Yaptığın işi; güzel ve olması gerektiği gibi yapacaksın…

Anne-baba isen vazifen nedir?

Evlâtlarına İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakacaksın. Kur’ân tahsilini kazandıracaksın. Onlara helâl lokma yedirecek, sâlih ve sâliha bir anne-baba olarak, onlara güzel örnek olacaksın…

Hâsılı; Allâh’ın rızâsını arayan bir kul olma gayreti içinde olmalısın.

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ümmeti olmanın değerini idrâk edebilenlerden eylesin. O’nun rûhânî dokusundan hisse alabilmeyi nasip buyursun. Cümlemizi O’nun yüce ahlâkı ile müzeyyen eylesin!

Âmîn!..