Ecdâdın Ramazân’ı ve Kardeşlik Mes’ûliyetimiz

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Mart, Sayı: 229

HERKES BİR HİZMETTE

1750 yılında Osmanlı Devleti’nin topraklarını gezen Avukat Guer, seyahatnâmesinde ecdâdımızın kardeşlik mes’ûliyetini şöyle anlatır:

“Kimi müslümanlar;

  • Hapishâneleri gezer borç için yatan mahpusları kurtarır.
  • Kimisi ihtiyaçlarını ifşâ etmekten utanan fakirlere dağıtmak üzere cami imamlarına para bırakır.
  • Kimisi ölmüşlerinin ruhlarına Kur’ân-ı Kerim okunmak üzere vakıf tesis eder. Okuyanlara sadaka dağıtır.
  • Kimisi cenâzeyi yıkayıp defnettikten sonra, fukarâya yiyecek dağıtır ve bu sûretle sağları, ölülere Kur’ân-ı Kerim okuyarak kabir ve âhiret azâbının dehşetinden kurtarmaya davet eder.
  • Kimisi borcunu ödeyememiş bir merhûmun hesaplarını tasfiye ederek rûhunu rahat ettirir.
  • Kimisi Allâh’a ibâdet için camiler yaptırır.
  • Kimisi gençlerin dînî ve dünyevî ilimleri tahsil edebilmesi için medreseler yaptırır.
  • Kimisi yolculara hanlar yaptırır.
  • Kimisi hastalar ve mecnunlar için hastahâneler yaptırır ve her biri bunların her türlü ihtiyaç maddelerinin tevzîini temin eder.”

Demek ki;

Muhteşem mâzîmizde her fert, kendisini kardeşinden mes’ul görüyordu. Vakıf ve infak medeniyeti, toplumu bir ağ gibi ilmek ilmek örüyordu. Kardeşlik ve merhamet, bereket ve gönül huzuru hâlinde toplumu mesut ve bahtiyar eyliyordu.

Her medeniyet, kendi insan tipini inşâ eder. O insan tipi de, mensup olduğu medeniyetin vasıflarını taşır, karakteriyle âhenk arz eder.

İslâm medeniyeti ise, insanlık tarihinde bir kere ulaşılabilmiş bir zirvedir.

İslâm medeniyeti, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in inşâ ettiği bir fazîletler medeniyetidir. İnsanlık; merhamet, insaf, adâlet ve hakkāniyeti bu medeniyette temâşâ etmiştir. Harp hukukunu dahî dünyaya İslâm öğretmiştir.

Bir de şu anda Gazze’de sergilenen korkunç zulüm ve vahşeti düşünelim. Bu sefil câhiliyye zulmü, küfrün ve muharref bir dînin mahsûlüdür.

İNCİTMEDEN İNFAK

İslâm medeniyetinin gönüllerde yeşerttiği kardeşlik mes’ûliyetinin ince bir noktası da, kardeşinin haysiyetini rencide etmeme hassâsiyeti göstermekti.

Camilerin ve bazı vakıf binalarının belirli yerlerinde, pencere altlarında, duvar kenarlarında keselikler bulunurdu. Bizzat hayır sahibi, bu keseye para koyar, iffetli ihtiyaç sahipleri de kimin koyduğunu bilmeden alırlardı.

Bunun bir benzeri de «Sadaka Taşları»dır.

Sadaka taşları cami avlularında ve bazı tekkelerin bahçelerinde olurdu. Bu taşlar büyük ve baş kısımları oyuk olurdu. Bu oyuklara zengin ve hayır sahipleri; kimsenin göremeyeceği zamanlarda, sabah çok erken saatte veya akşam karanlığında bir miktar para bırakırdı. İhtiyaç sahibi kişiler de buradan ihtiyacı kadar para alır, gerisine dokunmazdı. Sadakayı veren de alan da birbirini görmezdi.

Ekseriyâ Ramazân-ı şerifte yapılan bir hayır şekli de bakkallara giderek zimem (veresiye) defterlerinden borçları sildirmekti. Bu infakta da her iki taraf birbirini görmezdi.

Devlet ricâli de Ramazân-ı şerifte fukarânın vaziyetini düşünerek, temel gıdâ maddelerinde fiyat artışının tahdit edilmesini emrederdi:

Sultan I. Abdülhamid’in bir fermanı -sadeleştirilmiş olarak- şöyledir:

“Vezirim! Oruç ayı girmeden önce İstanbul’da Allâh’ın bütün kullarının yediği ekmeğin fiyat tanzimini kesin olarak emrediyorum. Hemen gerekli fiyat düzenlemesi yapılsın!”

Ramazân-ı şerifte İstanbul’da bütün konaklarda iftar sofraları kurulurdu. Gelen misafirin davetli olup olmamasına bakılmaz, ikrâm edilirdi.

Bu ikramları bütün seneye yayanlar da vardı:

TAŞINAMAM!

Sultan III. Mustafa, bir Ramazan’da Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi’nin konağına iftara gitmişti. Söz esnasında;

“–Mehmed Emin Efendi! Arada size gelmek isterim, fakat konağınız pek uzak yerde!” dedi.

Mehmed Emin Efendi de, nezâket ve tevâzû içinde üstü kapalı bir îzahta bulundu:

“–Sultânım! Sayenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.

Bu ince açıklama, hayli kapalı olduğundan dolayı Padişah, şaşkınlıkla sordu:

“–Acayip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?”

Bunun üzerine Mehmed Emin Efendi; mahcûbiyet ve mahviyet içinde, Sultân’a; gönül dünyasının hassâsiyetini yansıtan şu cevabı verdi:

“–Sultânım! Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri zarûreten âcizâne fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” (Süheyl ÜNVER, Bir Ramazan Bin Bir İstanbul, s. 64)

Çocukluğumda muhterem pederim Musa Efendi’nin iftar sofraları da hâfızamda tazedir. Hocaefendiler, akrabalar, komşular, arabacılar ve temizlikçiler hepsi ayrı ayrı birer akşam davet edilirdi. İftar sofrasında birbirleriyle imtizâc edebilmeleri için, davetliler kendi akran ve muhitlerine göre çağrılırdı. Fakat kimse ihmâl edilmezdi.

Misafirlere ikramdan sonra;

“–Yemeği yerken dişinizi yordunuz.” denilerek «diş kirası» adı altında nezâketli bir de hediye verilirdi.

DİŞ KİRASI

Fatih Sultan Mehmed Hân’ın sadrazamı Mahmud Paşa, Ramazan’da iftara gelen misafirlerine ikrâm ettiği pilâvın içine küçük altın paralar koydururdu. Pilâvı yerken ağzına altın gelen kimse, o altının sahibi olurdu. Diş kirasının ilk örneğinin bu hâdise olduğu söylenir.

Diş kirası an‘anesinin güzel bir misâli de muhterem pederim Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-’ten dinlediğim şu kıssadır:

Hayırseverlikleriyle meşhur Yûsuf Kâmil Paşa ve eşi Zeynep Hanım’ın konaklarının kapısı Ramazân-ı şerif boyunca herkese açık olurdu. Ramazân’ın birinci gününden itibaren konağın kapısı açılır, Ramazân’ın sonuna kadar kapanmazdı. Kim gelir geçerse, iftar vakti gelir, kimseye sormadan istediğini yer, kimseye ayrım yapılmazdı.

Sultan Abdülaziz de bir gün, Yûsuf Kâmil Paşa’nın ve Zeynep Hanım’ın konağına iftara gelir. İzzet-ikramdan sonra sıra «diş kirası»na gelir.

Sadrazam Yûsuf Kâmil Paşa, o muhteşem konağın tapusunu ve diğer birtakım evrakını gümüş bir tepsiye koyar, diş kirası olarak Sultan Abdülaziz’e takdim eder. Padişah alır, bu nezâket, zarâfet ve incelik karşısında;

“–Çok mütehassis ve memnun oldum; ben de size hediye ettim.” der ve aldıklarını iade eder.

Zeynep Hanım da Şeyh Hamdullah hattı ve altın suyuyla yazılmış tezhipli bir Kur’ân-ı Kerim mushafını; Padişah’a lâyık bir diş kirası olarak, gümüş bir tepside sunar. Padişah bu kıymetli eseri alır, üç defa öpüp başına götürür ve kabul eder.

Hayırseverliğiyle meşhur bu ailenin, birçok hayrıyla beraber, isimleriyle yâd olunan Zeynep Kâmil Hastahânesi de; bugün ayaktadır ve bir sadaka-i câriye olarak senelerdir amel defterlerine hasenât yazdırmaya devam etmektedir.

Ramazân-ı şerifte ve her vakit zekâtlar, sadakalar ve infaklar bir zarfın içine konulur;

“–Kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” diye yazılırdı.

Bu güzel ahlâk;

Muhtacın dünya ihtiyacını görür, varlıklı kimsenin de âhiret selâmetine vesile olurdu.

Ramazan ikramlarının ve hediyelerinin bir adresi de istikbâlimiz olan çocuklardı.

Çocukları oruç tutmaya alıştırmak için, önce yarım günlük tekne oruçları tutturulur ve oruçlar hediyelerle onlardan satın alınırdı. Tam oruca başlayan çocuğa ise günü rahat geçirsin ve açlığını hatırlamasın diye çeşitli iftarlıklar alınırdı; bu evlâtlar camilere götürülür, bahçelerde gezdirilir, hattâ sırtta taşınırdı.

Osmanlı’daki Ramazan an‘anelerinden biri de Hırka-i Saâdet ziyaretiydi:

EFENDİMİZ’E MUHABBET

Hırka-i Saâdet, Ramazân-ı şerîfin on ikinci günü Hırka-i Saâdet dairesinden alınarak Revan Odası’na taşınırdı. Bu taşınma esnasında padişah da orada hazır bulunurdu.

Ramazan ayının on beşinci gecesi geldiğinde; Hırka-i Saâdet’in bulunduğu daire, başta padişah ve vazifeliler tarafından temizlenirdi.

Yavuz Sultan Selim döneminde yapılan bu daireye «Hırka-i Saâdet Dairesi» denilirdi. Hırka-i Saâdet, bu dairede husûsî bir sanduka içerisinde muhafaza edilirdi. Daire gül suyu ve temiz süngerlerle temizlenirdi. Padişah, gül suyuna batırılmış süngerler ile Hırka-i Saâdet’in içinde bulunduğu sandukayı bizzat temizlerdi.

Hırka-i Saâdet’in kenarı hafifçe bir kaptaki suya batırılır, bu su daha sonra su dolu kazanlara pay edilir, kazanlardaki su ise davetlilere ikrâm edilirdi.

  1. Mahmud zamanında ise, husûsî olarak hazırlanan ve üzerinde Hırka-i Saâdet hakkında mısraların bulunduğu destimallerin / mendillerin Hırka-i Saâdet’e sürülerek ziyaretçilere dağıtılması uygulamasına geçildi. Bu destimallerde yazılı şiirlerin bir örneği şöyleydi:

Hırka-i Hazret-i Fahr-i Rusül’e,

Atlas-ı çarh olamaz pây-endaz.

Yüz sürüp zeylini taklîb ederek,

Kıl Şefî-i Ümem’e arz-ı niyaz!

“Peygamberlerin kendisiyle iftihar ettiği Hazret-i Peygamber’in hırkasına, feleğin atlası (gökyüzü) paspas bile olamaz.

Eteğine yüz sürüp öperek, Ümmetlerin Şefaatçisi’ne niyâzını arz et!”

Ramazân-ı şerifte Habîbullah Efendimiz’e gösterilen arz-ı hürmetin ne güzel bir nişânesi…

Kur’ân ve Sünnet yolunda, fedâkârlığın, kardeşliğin îcaplarının yerine getirildiği asırlarda ne büyük bir ihtişam ve heybet vardı.

Maalesef aradan geçen asırlarda; Ramazan geceleri, nefsânî eğlenceler ile anılır oldu. Mübârek vakitler israf ve ziyan edildi.

KARDEŞLİĞİN İHYÂSI

Bugün;

Ramazân-ı şerif bize kardeşliğimizi hatırlatmalı.

Hadîs-i şerîfe göre;

Arş’ın gölgesinden başka gölgenin olmadığı kıyâmet gününde;

“Birbirlerini Allah için seven, bir araya gelişleri ve ayrılışları bu muhabbetle gerçekleşen iki kişi Arş’ın gölgesinde gölgelendirilecektir.” (Buhârî, Ezân, 36)

Elbette bu kardeşlik, çay-kahve içme kardeşliği değildir. Sözde kardeşlik değil, fiilde kardeşliktir. Cenâb-ı Hak bizden, fedâkârlığa dayanan bir kardeşlik istiyor.

Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor:

“Vaktiyle bir adam başka bir köydeki (din) kardeşini ziyaret etmek için yola çıkmıştı. Allah Teâlâ, adamı gözetlemesi için yolu üzerine (beşer sûretinde) bir melek vazifelendirdi. Adam yanına gelince, melek ona;

«–Nereye gidiyorsun?» dedi.

O zât;

«–Şu köyde bir din kardeşim var, onu görmeye gidiyorum.» cevabını verdi.

Melek sordu:

«–O kardeşinden elde etmek istediğin bir menfaatin mi var?»

Adam;

«–Yok hayır, ben onu sırf Allah rızâsı için severim, onun için ziyaretine gidiyorum.» dedi.

Bunun üzerine melek;

«–Sen onu nasıl seviyorsan Allah da seni öylece seviyor. Ben, bu müjdeyi vermek için Allah Teâlâ’nın sana gönderdiği elçiyim.» dedi.” (Müslim, Birr, 38; Ahmed, II, 292)

Kardeşliğin îcâbı, merhamet ve cömertliktir.

Cenâb-ı Hak bize birtakım nimetler verdi.

Tefekkür edeceğiz:

Kimlerde, hangi kardeşlerimizde bu nimetler eksik ise, biz onları tamamlama ve telâfî etme arzusunda ve gayretinde olacağız.

Hazret-i Yûsuf, erzak tevzî ettiği muhtaçların hâlini daha iyi idrâk etmek için, o günlerde oruçlu bulunurdu.

Aynı şekilde;

Ramazân-ı şerifte tuttuğumuz oruçlar bize, mâtem diyarlarındaki mazlum kardeşlerimizin içinde bulunduğu ahvâli daha derinden hissettirmelidir.

Bilhassa Filistinli, Gazzeli, Myanmarlı, Doğu Türkistanlı kardeşlerimizi asla unutmayacağız.

  • İmkân varsa onlara mutlaka nakdî yardım edeceğiz.
  • Yetimlerine sahip çıkacağız.
  • Uğradıkları zulmü dünyaya duyuracağız.
  • Zulmü destekleyenleri boykot edeceğiz.
  • Hiçbir imkânımız yoksa onlar için dâimâ yanık yanık duâ edeceğiz.

Bir müslüman, mü’min kardeşinin içinde bulunduğu felâkete karşı asla vurdumduymaz olamaz, bîgâne kalamaz.

Şu kıssa çok mühimdir:

Hak dostlarından Seriyy-i Sakatî -rahmetullâhi aleyh-, dersinde talebelerine şu hadîs-i şerîfi îzâh etmekteydi:

“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan (mü’minlerden) değildir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 87)

O esnada bir talebesi heyecanla içeri girdi ve;

“–Üstâdım! Bağdat çarşısı yandı, kül oldu. Yalnız sizin dükkân kurtuldu. Gözünüz aydın!” dedi.

Seriyy-i Sakatî sevinç içinde birden;

“–Elhamdülillâh!..” deyiverdi.

Otuz sene sonra bir dostuna;

“–Ben o vakit; «Elhamdülillâh!..» demekle, bir anlık da olsa sırf kendimi düşünmüş, felâkete uğrayan mü’min kardeşlerimin ızdırâbından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o hâlimin tevbesi içindeyim!..” dedi. (Hatîb el-Bağdâdî, Târih, IX, 188)

Gazze’de, Filistin’de kardeşlerimiz en ağır vahşet ve zulümlere mâruz bırakılırken, bizim onlardan bîgâne kalmamız İslâm kardeşliğine sığmaz!.. Duâda onları unutmak, bir mü’min gönlüne yakışmaz!..

Siyonist destekçilerini boykot etmemek, İslâm kardeşliğine ihânettir.

İşte Gazze’deki kardeşlerimiz:

Onlar âdetâ sahâbe-i kiram gibi, dâimâ malları ve canlarıyla cenneti satın alma gayreti içindeler…

Ya bizim gayretimiz ne kadar?

Şu muhasebenin içinde olmalıyız:

HANGİ CENNETTE, KİMİNLE?

Cenâb-ı Hak sekiz cennet müjdeliyor. Cennetin her kapısından çağırılacaklar var. Hazret-i Ebûbekir Efendimiz gibi, bütün kapılarından çağırılacaklar var.

Kendimize sormalıyız:

Biz Allâh’ın lutf u inâyetiyle cennete gitsek, acaba kimle beraber olabileceğiz? Acaba Gazzelilerle beraber olabilecek miyiz?

Yermük’te üç ağır yaralı mücâhid; son nefeslerinde hararetten kavruldukları hâlde, dudaklarına uzatılan suyu içmeyip inleyen kardeşlerine gönderdiler. O su döndü dolaştı, her biri son nefesini verdiği için, üç şehîdin ortasında kaldı.

Bizler, o bahtiyarlarla aynı cennette olabilmek için hangi fedâkârlıkta bulunduk?

Kendimizden koparıp neyi ikrâm edebildik?

Rahatımızdan neyi fedâ edebildik?

Yetimlerin, öksüzlerin açlığı sebebiyle boğazımızda lokmalar düğümlendi mi?

Dâvûd-i Tâî Hazretleri gibi, bir öğün yemeğimizi olsun gönderebildik mi?

Hiçbir şey yapamasak dahî; Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- gibi, mes’ûliyetin ızdırâbıyla yatağımızda bir kuş gibi çırpındık mı?

Kosova’da;

“–Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlûb edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününün kurbânı da şu Murad kulun olsun!..” diye niyâz edip önce zafere, sonra şehâdete mazhar olan Murad Hân’ın îman heyecanından bizde ne kadar var?

Îman kardeşliğinin mes’ûliyet duygusuyla; Özi Kalesi’nin düşman eline geçtiğini öğrendiğinde, üzüntüsünden felç geçirip vefât eden Birinci Abdülhamid Hân’ın sergilediği hassâsiyet bizde ne kadar var?

Biz bu müstesnâ hâlleri, bu gönül kıvamlarını elde etmeden, onların girdiği kapıdan geçebilir miyiz?

Ashâb-ı Rakîm’in yaptığı gibi zor zamanda tevessül edebileceğimiz, hâlisan li-vechillâh edâ edilmiş bir amelimiz var mı?

Şu tâlimat ve müjdelerden hangisini yerine getirebildik?

“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez.

Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da ihtiyacını karşılar.

Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir.

Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyâmet gününde ayıplarını örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3;
Müslim, Birr, 58)

Kardeşlerimiz katledilirken hissiyâtımız, Mehmed Âkif’in tercüman olduğu şu mısralar gibi olmalı değil midir:

Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!

Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!

Hâsılı;

Kardeşlik karnemiz hangi vaziyette?

Şu kudsî hadîsi, bu bakımdan tefekkür edelim:

“Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle buyurur:

«–Ey Âdemoğlu! Hastalandım, Ben’i ziyaret etmedin.»

Âdemoğlu;

«–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl ziyaret edebilirdim?» der.

Allah Teâlâ;

«–Falan kulum hastalandı, ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin, Ben’i onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun?

 

Ey Âdemoğlu, Ben’i doyurmanı istedim, doyurmadın.» buyurur.

Âdemoğlu;

«–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl doyurabilirdim?» der.

Allah Teâlâ;

«–Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek verseydin, verdiğini Ben’im katımda mutlaka bulacaktın. Bunu bilmez misin?

Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, vermedin.» buyurur.

Âdemoğlu;

«–Ey Rabbim! Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sana nasıl su verebilirdim?» der.

Allah Teâlâ:

«–Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevâbını katımda bulurdun, bunu bilmez misin?» buyurur.” (Müslim, Birr, 43)

Yarın Cenâb-ı Hak; bize de, katledilen, aç-susuz bırakılan, evleri başlarına yıkılan kardeşlerimizi soracak?

Ne cevap vereceğiz?

Ümmeti için elimizden geleni yapmadan, hangi yüzle Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefaatini niyaz edeceğiz? O’nun Livâü’l-Hamd’inin gölgesine, Havz-ı Kevser’inin serinliğine nasıl sığınabileceğiz?

Cenâb-ı Hak; bu Ramazân-ı şerifte kardeşlik duygularımızı kuvvetlendirsin, merhamet ve infak heyecanımızı ziyâdeleştirsin.

Ümmet-i Muhammed’i âyet-i kerîmede bildirilen kenetlenmiş binanın sağlamlığı ve hadîs-i şerifte bildirilen birbirinin ızdırâbını hisseden bir vücudun âzâlarının tesânüdüne eriştirsin.

Zâlimleri kahr u perişan eyleyip, mazlumlara imdâd eylesin!..

Âmîn!..