Ecdâdımız, Efendimiz’i Nasıl Seviyordu?

Genç Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Ekim Sayı: 193

Muhterem Efendim, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu âlemi teşrif buyurduğu Rebîulevvel ayına vâsıl olduk. Sizlerden, ecdâdımız Osmanlı’nın Peygamber Efendimiz’e nasıl bir muhabbetle bağlı olduklarını, misalleriyle anlatmanızı istirhâm etsek, neler söylemek istersiniz?

Ecdâdımız Osmanlı, pâdişâhından sıradan bir ferdine kadar bütün müʼmin halkının Peygamber aşkıyla temâyüz ettiği bir devlettir. Nitekim;

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e her adı zikredildiğinde cân u gönülden salât ü selâm getirmek,

–Büyük bir hürmet hissiyle elini kalbinin üzerine koymak,

–O’nun mevlid-i şerîfi okunurken velâdet ânını ifade eden mısrâları topyekûn ayakta dinlemek gibi sayısız ihtiram tezâhürleri, bu yüce devletin zirvesindeki pâdişahlar tarafından bir örf hâline getirilmiştir.

–Yine Medîne-i Münevvere postası geldiği zaman abdestini tazelemeden, oradan gelen mektupları öpüp yüzüne-gözüne sürmeden ve ayağa kalkmadan okutturan bir tek Osmanlı pâdişâhı yoktur.

Altı asır İslâm’ın sancaktarlığını îfâ eden ve dünyaya İslâm’ın zarâfet, fazîlet ve güler yüzünü göstererek hak ve hukuk tevzî etme şerefine nâil olan mübârek ecdâdımız Osmanlı’nın, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı sahip olduğu gönül hassâsiyeti, meydana getirdiği yüksek medeniyetten çok daha muhteşemdir. Zira onlar, asıl sultanlığın O Âlemler Sultânı’nın eşiğinde sâdık bir hizmetkâr olabilmekle gerçekleştiğini çok iyi idrâk etmişlerdir. Ecdâdımız’ın o gönül hassâsiyetlerinden birkaç misâl takdim etmek gerekirse:

Allâhʼın yüce ismini ve dînini bütün cihâna duyurma gâyesiyle seferlerden seferlere koşan Osman Gazi, hayatı boyunca dünyalık nâmına değil, Allah rızâsı ve Peygamber aşkı uğruna mücadele etmiş ve torunlarına da bu ideali en büyük miras olarak bırakmıştır. Hattâ bastırdığı ilk Osmanlı akçesinin üzerine bu ideali ifade etmek üzere Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ism-i şerîflerini yazdırmıştır.

Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın İstanbul’un fethinden sonraki ilk icraatlerinden biri, “seven, sevdiğinin her şeyinin sever” düstûrunca, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mihmandârı Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin, zamanla kaybolmuş olan kabrini hocası Akşemseddin’e keşfen ve kerâmeten buldurması, üzerine bir türbe, yanı başına da bir câmi yaptırması olmuştur.

Fâtih Sultan Mehmed Han’daki bu engin muhabbet, oğlu 2. Bayezid’e de aksetmiştir. Nitekim 2. Bayezid, kendisine büyük hürmet gösterdiği Hak dostu Baba Yusuf’u, hacca uğurlamak için ayağına kadar giderek ona bir miktar altın teslim etmiş ve:

“‒Bu, elimle çalışarak kazandığım helâl kazançtır. Bu altınları Ravza-i Tâhire’nin kandilleri için harcayınız!” buyurmuş ve şöyle ilâve etmiştir:

“‒Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna varınca; «Ey Allâh’ın Rasûlü, günahkâr kul Bayezid’in size selâmı var. Bu altınları türbe-i şerîfinizin kandillerine yağ alınması için gönderdi. Kabul buyurursanız.» deyiniz!”

Baba Yusuf, gözyaşları içinde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e Sultan Bayezidʼin bu arzuhâlini aynen iletmiş ve Mescid-i Nebevî’nin kandillerinin yağı uzunca bir müddet bu altınlarla alınmıştır. 2. Bayezid bu altınları kendi eliyle yaptığı el işlemelerini pazarda gizlice sattırarak biriktirmiştir.[1]

Mukaddes emânetler, Yavuz Sultan Selim Han zamanında İstanbul’a getirilip Topkapı Sarayı’nda Hırka-ı Saâdet Dâiresi’nde büyük bir îtinâ ile korumaya alınmıştır. Bu emânetlerin başında, gece-gündüz ara verilmeden asırlarca devam edecek bir sûrette, 40 hâfız tarafından Kur’ân-ı Kerîm tilâvet edilmiş ve ilk Kur’ân okuyan da Yavuz Hân’ın kendisi olmuştur.

Yine Yavuz Sultan Selim’in, Haremeynʼi (Mekke-i Mükerreme ile Medîne-i Münevvereʼyi) Osmanlı topraklarına kattığı günden itibaren ecdâdımız, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şehrini bir vâlinin idaresine vermekten hayâ etmişlerdir.

Yönetim işlerine vekâlet etmek üzere oraya gönderecekleri idareciye “Vâli” unvânı vermemiş, onun yerine “Medîne Muhafızı” unvânını edebe daha muvâfık görmüşlerdir.

Peygamber Efendimizʼin memleketine saygısızlık olur düşüncesiyle, Yavuz Sultan Selim’den, Sultan Abdülaziz’e kadar Mekke ve Medîne’deki hiçbir yere bayrak ve sancak dikilmemiştir.

  1. Ahmed Han, her gün “mukaddes emânetler”i ziyaret etmiş ve bilhassa Efendimiz’in ayak izlerini yüzüne-gözüne sürerek hasret gözyaşları dökmüştür.

Bununla da iktifâ etmeyip, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in “kadem-i pâk”inin / mübârek ayak izinin bir maketini yaptırmış, onu kavuğunun üzerine asarak tedâîsinden feyz almaya çalışmıştır.

Yine sultan 1. Ahmed Han, her sabah bir kâğıda büyük bir hürmetle “Muhammed” ism-i şerîfini yazmış ve sarığının kıvrımları arasına yerleştirmiştir. Bununla âdeta şunu demek istemiştir:

“Benim büyüklüğüm, tâc u taht sahibi olmakla değil, Sen’in ism-i şerîfini her gün başımda taşımakladır yâ Rasûlâllah!”

Ve yine o Peygamber âşığı sultan:

“−Rasûlullâh’ın kabrinin kandillerinde zeytinyağının yanması muvâfık değildir.” diyerek Ravza-i Mutahhara’nın kandillerinde yakılmak üzere gül yağı vakfetmiştir.

Sultan 1. Mahmud, âşık gönüllerin Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan hasretlerini bir nebze de olsa dindirebilmek ümidiyle Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-ʼın türbesine, Allah Rasûlü’nün mübârek ayak izini koydurmuştur.

Sultan 2. Mahmud döneminde ise, Ravza-i Mutahhara’nın yıpranan kısımlarının tamiri ve Yeşil Kubbe’nin yenilenmesi söz konusu olunca, işinin ehli mimar ve ustalar, pâdişah emriyle derhal Medîne-i Münevvere’ye gönderilmiştir.

Bu mimar ve ustalar, kendilerine nasîb olan bu nâzik vazifeyi, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetini rahatsız edecek en ufak bir kabalığa veya edebe mugâyir bir harekete mahal vermeden yerine getirebilmek için, tâmirat esnâsında hiç dünya kelâmı konuşmamak üzere anlaştılar. Sonra da kendi aralarında şöyle bir dil geliştirdiler:

“Sen, «Bana tuğlayı uzat yerine; Allah!» de.

Ben, «Su ibriğini uzat yerine; Bismillah!» diyeyim.

Sen, «Çekici uzat yerine; Lâ ilâhe illâllah!» de…”

Böylece Yeşil Kubbe, âdeta bir zikir meclisinin feyiz ve rûhâniyet iklîminde inşâ edildi. Bu şerefli hizmette bulunan ustalar, her taşı abdestli olarak ve besmeleyle yerine koydular. Yine bu tâmir esnâsında gürültü çıkarmasın diye çekiçlerine keçe bağlamaları, misli görülmemiş birer edep ve hürmet numûnesidir.

  1. Mahmud da bu ulvî hizmeti kendisine nasîb eylediği için gözyaşları içinde Cenâb-ı Hakk’a hamd ile şükretmiştir.

Abdülmecid Hân için Medîne’de bir Mescid-i Nebevî maketi hazırlatılmıştır. Bu maket o kadar gerçekçi yapılmıştır ki, Efendimiz’in türbesinin kubbesi çıkarılınca binâsı, o da çıkarılınca mübârek sandukaları görülebilmektedir.

Bu maket İstanbul’a gönderilip pâdişâha hediye edilmiştir. Hediyenin mânevî değeriyle son derece mesrûr olan Sultan, maketi edeple saklamış, o mübârek beldeleri görememenin hasretini bu maketi öpüp koklayarak gidermeye çalışmıştır.

Ecdâdımızın, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan hürmet ve tâzîminin sayısız misâllerinden bir diğeri de şudur:

  1. Abdülhamid Han, pek çok siyasî ve iktisâdî faydalarının yanısıra, Peygamber âşığı müʼminlerin, O Âlemler Sultânıʼnın nurlu eşiğine yüz sürerek muhabbetlerini arz edebilmelerini de kolaylaştırmak maksadıyla, İstanbul’dan Medîne-i Münevvere’ye uzanan bir tren yolu yaptırmıştır. Öyle ki, tren yolunun istasyonlarını da Sünnet-i Seniyye’ye uygun olması için Peygamber Efendimiz’in seferlerinde konakladığı yerlere inşâ ettirmiştir.

Ayrıca Medîne Tren İstasyonuʼnu Nebiyy-i Muhterem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhâniyetini rahatsız etmemek düşüncesiyle, Kubbe-i Hadrâ’dan yaklaşık 2 km. uzağa yaptırmış ve Medîne içerisinde bulunan bütün rayları, -üzerinden vagonlar geçtikçe gürültü çıkarmasınlar diye- keçe ile kaplatmıştır.

Bir de şu muhabbet tezâhürünü arz etmek isterim ki, Rebîulevvel ayının 12. gecesi, yani Mevlid Kandili’nde, Medîne-i Münevvere’de sabah namazından sonra, cemaate şerbetler dağıtılır, kasideler okunur, herkes birbiriyle tebrikleşir, o gün dükkânlar kapalı tutulur ve bir bayram havasında idrâk edilirdi.

Başta da ifade ettiğimiz üzere, Osmanlı Devletiʼnin 600 küsur sene devam etmesinin hikmetlerinden biri de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan bu derûnî muhabbetleridir.

Unutmayalım ki tarih boyunca Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet ve O’nu îman heyecanıyla takip etme şerefinin sancaktarlığı, şanlı milletimize nasîb olmuştu. Bu gerçek, ordumuzu “Peygamber Ocağı” olarak vasıflandırarak bu şanlı ocağa mensup olan her bir ferdi, “Küçük Muhammed” mânâsına gelen “Mehmetçik” diye isimlendirmiş olmamızla da sâbittir. Hiç şüphesiz ki bu isimlendirme, asırlar boyunca “ordu millet” olarak temâyüz etmiş bir milletin her bir ferdinin, gücü ve istîdâdı nisbetinde Peygamber Efendimiz’in küçük bir modeli olma temennî ve niyâzının bir ifadesidir.

Mehmetçik ismini bugün de muhafaza etmemize rağmen, onun temsil ettiği bu duygu ve düşüncelere ne kadar sahip çıkabildiğimizi, fert fert, bütün bir millet olarak nefsimizde sorgulamak durumundayız.

Yeniden o büyük şeref ve izzete nâil olabilmek için, O Yüce Peygamber’i canımızdan çok sevmeli, hayatımızın her safhasında O’nu örnek alarak hâl ve davranışlarımıza çeki düzen vermeliyiz. Bunun için de O’nu, bütün söz ve davranışlarına ilâveten gönül dokusundan da hisseler alarak, kalben tanıyıp tanıtmayı, en mühim hayat düstûrumuz hâline getirmeliyiz. Zira;

‒O’nun gösterdiği yolda yürümek, insanoğlu için yegâne kurtuluş, huzur, saâdet ve rahmet kapısıdır.

‒O’nun izinde yürümek, fazîletlerle dolu bir ömür sürmeye vesîledir.

‒O’nun izinde yürümek, canlı bir Kur’ân olabilme sırrına ermektir.

‒O’nun izinde yürümek, Cenâb-ı Hakk’ın dostluğuna nâil olmaktır…

Rabbimiz, cümlemize lûtfeylesin.

Âmîn!..

Dipnot:

[1] Ziya Demirel-Avni Arslan, Osmanlı’da Peygamber Sevgisi, Ankara 2009, s. 41.