Duyguları Tahrip Eden MEDYANIN ÇİRKİN YÜZÜ (Kur’ânî Tâlimatlar 53)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Mayıs, Sayı: 219

ŞEYTANIN HİLELERİ

Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Ey Hak yolcusu! Sen müstakîm yolda yürü! Îmansızlara karşı boyun eğme! Yabancılardan yüz çevir!

Din düşmanı olanların başına kılıç ol; sakın tilki gibi yaltaklanmaya kalkışma; arslan ol arslan!”

İblis sana;

«–Babasının canı!», yani; «Sevgili evlâdım.» der. Böylece o lânetlenmiş şeytan, sözü ile seni kandırmak ister. Bu kara yüzlü, vaktiyle babana da bu şeytanlığı yaptı. Hazret-i Âdem’i mat etti.

Bu karga suratlı, satranç tahtasının başında gayet çevik ve kurnazdır. Sen; onun oyununa yarı uykulu gözlerle bakma, aldanırsın. Çünkü o, seni aldatacak çok oyunlar bilir. Boğazına bir çöp gibi takılıp kalabilir. Onun çöpü, boğazında yıllarca kalabilir.

  • O çöp nedir?
  • Mevkî, mal ve mülk sevdası.

Ey Hak yolunda kararsız olan kişi! Mal çer çöptür. Ama, sende sevdası oldukça da boğazında durur, âb-ı hayat içmene engel olur.”

Hazret-i Mevlânâ; şeytan ve din düşmanlarının «içine zehir katılmış şeker şerbeti» ile mü’minleri kandırmaya çalışmasına karşı îkaz buyurur.

DEĞİŞEN SAVAŞLAR

İslâm dünyası olarak; toplumumuzun bugünkü perişan hâlinde de, dışı şerbetli, içi zehirli telkinler çok mühim rol oynamaktadır.

Eskiden kılıç kılıca haçlı seferleri vardı. Fakat bugün bunun çok daha beteri bir haçlı seferi var. Kılıçlar ortadan kalktı. Duygular yönlendiriliyor. Bugün küresel güçler; internet, televizyon, modalar ve reklâmlar vasıtasıyla, duyguları zehirliyor. Gönüllere nur yerine katran dökülüyor. Nice  güzel, pâk yavrular; çirkef medyanın kölesi hâline geliyor.

Gafletin zebûnu hâline gelen kişiler, mes’ûliyetsiz ve rahat bir yaşayış zemini istiyor. Bu yüzden deist ve ateist oluyor. Helâl-haram seçmeden, vazife ve vecîbe tanımadan, rahat yaşamak hevesi yüzünden kıyâmeti unutmak, yok saymak gafletinde girdaptan girdaba savruluyor.

Yani;

Tarih boyu ehl-i İslâm’la savaşan haçlıların demir kılıçları her defasında mecburen kınlarına geri döndü. Yani mü’minler karşısında defalarca mağlûp oldular.

Bunun üzerine onlar, evlâtlarımızın güzel duygularını gönüllerden kesip atan türlü kılıçlar ürettiler. Bugün o görünmez kılıçlarla İslâm’ın bağlarında yüreklerimizdeki nice güzellikleri kesip duruyorlar.

–Bu görünmez zehirli kılıçlar nedir?

Bunlar;

  • Çirkef medya,
  • Aldatıcı reklâmlar,
  • Şahsiyetsizleştirici modalar ve
  • İnternetin kirli sokakları…
  • Televizyonların, cep telefonlarının rezil, şeytânî vitrinleri…

Hepsi birer kılıç gibi işliyor. Fakat bedenî değil rûhî damarları dumûra uğratıyor. Bu yüzden fark edilmiyor.

Bu zehirli görünmez kılıçlar, demir kılıçlardan daha tehlikeli. Çünkü bunlar; sanki dâimî bir rahat yaşayışın iksiriymiş gibi süslü bir reklâm ve telâkkî estirerek hiç durmadan toy nesillerin îmanlarını ve ahlâklarını katlediyor. O görünmeyen zehirli kılıçlar; damarına değdiği bütün mâsum nesilleri, düşmanlarına âşık, kendi medeniyetlerine nefret kusan hastalara dönüştürüyor.

Üstelik onların haklarının yegâne savunucuları kendileri imiş görüntüsünde, dünya çapında alkış tûfanları kopuyor.

HAZİN MANZARA…

Bu modern haçlı seferlerinde evlâtlarını kaybeden birçok anne-baba geliyor ve çaresizlik içinde yalvarıyor:

–Aman oğluma duâ edin! Ne olur kızıma duâ edin! Yanlış yollara saptı. Aile şerefimizi ihlâl edecek çirkin vaziyetlere düştü. Yetişin, imdâd edin!

Maalesef bu hazin tablolarda çoğu kez iş işten geçmiş oluyor. Bu sebeple, mukabilinde verilecek cevap da şu acı hakikatin ifadesinden ibaret kalıyor:

–Sen evlâdına ne verdin ki, ne bekliyorsun?

Hiçbir bahçıvan; ekmeden, dikmeden, bakım göstermeden bahçesinden bir şey bekleyemez. Ekmediği ve bakmadığı için, bahçesini kaktüsler ve dikenler sararsa;

“–Bunlar niye çıktı?” diyemez. Demeye hakkı da olmaz.

Fetih Sûresi’nin sonunda; asr-ı saâdette inkişâf eden mü’minler, mecâzî bir temsil ile şöyle anlatılmıştır:

“…Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider.

Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir…” (Bkz. el-Fetih, 29)

Günümüzde de kâfirler, İslâm’a ve inkişâf eden mü’minlere karşı öfke hâlinde. Dünyanın her yerinde katledilenler, ezilenler, zulmedilenler ve sömürülenler müslümanlar olduğu hâlde; batıda İslâmofobi diye bir tabir çıkardılar. Yani batılıların İslâm korkusu… Hâlbuki İslâm, rahmet ve merhamettir.

Evlâtlar da, anne-babaya emânet birer tohumdur. Anne-baba ihtimam gösterirse, o tohum filiz verir. Ümmet-i Muhammed’i sevindirir. Ehl-i küfrü kızdırır.

Yani;

Evlâtların sîneleri, bereketli bir toprak gibidir.

  • O temiz toprağa; mâneviyat, muhabbet ve güzel ahlâk tohumları ekmeliyiz.
  • O tohumları, helâl lokma ile beslemeliyiz. Güzel örneklik, sâlih ameller ve sâlih çevre ile yaşatmalıyız.
  • Ayrık otlarından, dikenlerden ve zararlı haşerattan; yani fâsıklardan, fısk u fücurdan ve menfî çevreden korumalıyız.

Evlâtları Cenâb-ı Hak, anne-babalara bir emânet olarak verir. Anne-babaların küçük yaştan itibaren, evlâtlarını mâneviyatla yetiştirmesi, onların ruhlarını Allah sevgisiyle, Rasûlullah sevgisiyle, İslâm’ın muhabbetiyle doyurması zarûrîdir.

Elbette hidâyet Allah’tandır. Anne-baba yahut eğitimci vazifesini bi-hakkın yerine getirse de; evlâtların nefislerine uymaları, hevâ peşinde birtakım yanlışlara düşmeleri mümkündür.

Ancak modern haçlı seferlerinin akın akın saldırdığı zamanımızda; evlâtlara İslâmî bir terbiye vermek, onlara İslâm şahsiyet ve karakterini mîras bırakabilmek yolunda ortaya konulan cılız gayretler maalesef pek zayıf ve yetersiz kalmaktadır.

Devâsâ bir yangına, bir avuç su atmak asla tesir etmez.

Belki mâzîde, ailenin ve toplumun örf ve an‘anelerine bağlı kaldığı devirlerde, evlâtları yetiştirmek ve kötülüklerden korumak az bir gayret ile mümkündü. Lâkin bugün vaziyet böyle değildir. Bugün sahipsiz bırakılan evlâtları; internet emziriyor, medya besliyor, modalar şekillendiriyor. Bu evlâtlar; biyolojik anne-babalarının değil, ruhlarına tesir eden karanlık sokakların evlâtları oluyor.

Mehmed Âkif ne güzel söyler:

Sâhipsiz olan memleketin batması haktır,

Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.

Bu sebeple;

Temel vazifemiz, evlâtlarımıza sahip çıkmaktır.

Birinci gayemiz; dînine, vatanına, bayrağına ve milletine sahip çıkacak bir nesil yetiştirmektir.

Yapmamız gerekenleri müşahhas bir şekilde ifade edelim:

GERÇEK TAHSİL

Ehl-i dünya, evlâtlarının tahsili için ihtimam gösteriyor. Evlâtlarının kısacık dünyevî istikbâli için; «Hangi koleji seçsem, hangi mektebi tercih etsem…» diye araştırıyor. Gelişigüzel bir şekilde karar vermiyor.

Bir mü’min için, evlâdının uhrevî istikbâli bundan çok daha büyük bir ihtimam ve gayreti îcâb ettirmez mi?

Evlâtlarımızı Kur’ân kurslarına ve proje imam hatip ortaokullarına göndermeliyiz. «Hangisi evlâdım için daha faydalı olur?» diye araştırmalı, mânevî tahsile ihtimam göstermeliyiz. Evlâtlarımız için sâlih bir çevre, hayırlı hocalar ve güzel arkadaşlar teşkil edebilme gayreti içinde olmalıyız. Dünyevî tahsil ile Allâh’a kul olma tahsilini mezcetmeliyiz.

Aksi hâlde, evlâtlar ziyân olup gidiyor.

Ciğerpârelerimiz olan yavrularımızın dînî eğitimlerini, yaz kursundan ibaret görmemeliyiz.

Çünkü;

İslâm en büyük kültürdür.

Dünyevî bir meslek için, yıllar boyu süren dünyevî tahsili şart görüp de, dînî eğitime, birkaç haftalık bir yaz kursunu kâfî görmek, -Allah korusun- İslâm’ı tahfif etmek olmaz mı?

İslâm, hayatın her safhasını tanzim eder. Evlâtlarımız;

  • Kur’ân-ı Kerîm’i; hurûfu (düzgün kıraat), hudûdu (ahkâmı) ve huluku (ahlâkı) ile öğrenmeli.
  • Akāidini bilmeli.
  • İbâdât, muâmelât ve ukûbâtıyla fıkhı öğrenmeli.
  • Helâl-haramı öğrenmeli.
  • Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sîretini tahsil etmeli.
  • İslâm ahlâkını, mü’min şahsiyetini ve âdâb-ı muâşeretini yaşayarak öğrenmeli.

Hâsılı;

Uhrevî tahsil, dünyevî tahsil ile mezcedilmeli. Dînî eğitim, dünyevî eğitime kurban edilmemeli.

Gafil anne-babalar, ekseriya istikbal endişesiyle evlâtlarının dînî tahsiline kâfî derecede ağırlık vermiyor. Hâlbuki;

İstikbâli veren Allah’tır.

Bir anne-baba, evlâdını Kur’ân-ı Kerîm’in rûhuyla yetiştirirse, ona şerîati tatbik ettirirse, hem dünya problemlerini hem âhiret problemlerini halletmiş olur.

Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir…” (el-İsrâ, 82)

İşte ashâb-ı kiram ve bilhassa ilk üç asrında ecdâdımız Osmanlı; Kur’ân vesilesiyle dünyada da huzur buldular, âhirette de rahmete nâil oldular.

Saâdeti çıkmaz sokaklarda aramak yerine, gerçek huzur ve bereketin Cenâb-ı Hakk’ın bize ikrâm eylediği Kur’ân-ı Kerim olduğunu unutmamamız îcâb eder.

Bu mânevî tahsil sayesinde, evlâtlarımızın gönüllerinde İslâm şahsiyet ve karakteri şekillenmelidir.

KÜFFÂRA KARŞI TAVİZSİZ

Fetih Sûresi’nin son âyet-i kerîmesinde Cenâb-ı Hak, sahâbe-i kirâmın husûsiyetlerini sayar. Birinci madde:

اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ

“…Onlar kâfirlere karşı çetindir…” (el-Fetih, 29)

Bir başka ifadeyle;

Lâyıkına muhabbet, müstehakkına nefrettir.

Yani;

  • Sevdiğini Allah için sevmek,
  • Buğzettiğini / sevmediğini Allah için sevmemektir.

Tebbet Sûresi bizim için mühim bir îkazdır.

Tavizsiz bir şahsiyet, bu net kalbî tavır; haçlıların görünmez kılıçlarına karşı en kuvvetli kalkandır.

Mekke devrindeki ilk müslümanlar, bu izzetli tavrın en güzel nümûneleridir. Onlar; câhiliyyenin alay, hakaret, baskı, işkence ve iktisâdî muhasarasına karşı metânetle sabrettiler, mukavemet gösterdiler.

Bazen bu baskılar; analık hakkını ileri süren anne hissiyâtına, mîrastan men eden baba tavrına, akrabalık hatırına, hanım ve evlâttan gelen yumuşak telkinler ve taviz arayan tekliflere de büründü.

Sahâbe efendilerimiz hiçbirine aldanmadılar. Îman ve akāidi korudular. Sonunda her şeyi terk ederek Allah Rasûlü ile beraber, ne varsa geride bıraktılar:

Çünkü bu görünmez zehirli kılıçlardan kurtulmak için alınması gereken en mühim tedbirlerden biri hicrettir.

Hicret;

  • Bâtılı terk edip, hakka doğru gitmektir.
  • Fâsık bir çevreyi terk edip, sâlih bir muhite taşınmaktır.
  • Şüpheli, haram bir kazanç veya işi terk edip; helâl bir kazanç vesilesine yönelmektir.
  • Enâniyet ve nefsâniyet tehlikesi barındıran bir tahsil çevresini terk edip, faydalı ve korunaklı bir tahsil çevresini tercih etmektir.

Nasıl radyasyon yayılan yerden hemen uzaklaşmak gerekirse, küresel güçlerin zehirli yayınlarından da mümkün mertebe uzak durmak elzemdir.

Bunun bir vesilesi de;

RAMAZÂN’I SENEYE YAYMAK

Elhamdülillâh Ramazân-ı şerîfi idrâk ettik ve elimizden geldiğince onu ihyâ etmeye gayret ettik. Hadîs-i şerifte bildirilen şeytanların zincire vurulması gibi hakikatler, Ramazân-ı şerîfi hakkıyla idrâk edenler için gerçekleşti. Menfî tesirler bir nebze kırıldı.

Şimdi vazifemiz;

Ramazân-ı şerifteki hâlimizi Ramazan’dan sonra da devam ettirebilmek.

Hakkıyla edâ edilen bir namaz; bizi kötülüklerden, fahşâdan, dedikodudan, haram kazançlardan ve benzeri günahlardan men eder, alıkoyar. Aynı şekilde, Ramazân-ı şerif de -eğer onda nâil olduğumuz rûhâniyeti muhafaza edebilirsek- senenin geri kalan kısmında bizi kötülüklerden korur.

Kendimizi bu muhasebeye tâbî tutmalıyız:

  • Ramazân-ı şerifte nâil olduğumuz gönül kıvâmını, ibâdet lezzetini ve rûhâniyeti ne kadar muhafaza edebiliyoruz?

Ramazan’daki gibi her gün oruçlu geçiremeyiz. Fakat orada kazanmaya çalıştığımız riyâzeti devam ettirmemiz mümkündür.

Ramazan’daki gibi her akşam 20 rekât nâfile namaz kılamayabiliriz; fakat her gece teheccüde kalkma îtiyâdını, sahur ciddiyetinde sürdürmeliyiz.

Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Amellerin Allah Teâlâ’ya en sevimli olanı, az da olsa devamlı yapılanıdır.” (Müslim, Müsâfirîn, 218)

Bu hususta en çok üzerinde durmamız gereken hassâsiyetlerden biri de cemaatle namazdır.

CAMİDE BULUŞMAK

Çünkü cemaatle namaz, müslümanların camide buluşarak içtimâîleşmesini sağlar.

Bugün aynı apartmanda yaşayan insanlar birbirlerini tanımıyorlar.

Camide beş vakit buluşmak; mü’minlerin birbirlerinden haberdar olmalarını, maddî-mânevî yardımlaşmalarını sağlar. Bir mü’minin evlâdına, bir komşunun telkini daha faydalı olur. Onun kardeşine, diğerinin tavsiyesi tesir eder.

Cemaatle namaz müekked sünnettir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âmâ sahâbîye dahî cemaate gelmeme ruhsatı vermemiştir.

Medineli meşhur yedi tâbiîn fakihinden biri olan Saîd bin Müseyyeb -rahmetullâhi aleyh- bir gün camiye geç kalmıştı, bir de baktı ki cemaatle namazı kaçırmış. Bunun üzerine öyle bir;

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

dedi ki, o yanık feryâdı tâ çarşıdan duyuldu. (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, I, 381)

Mâlûm olduğu üzere; âyet-i kerîmede öğretilen bu duâ, ölüm gibi büyük bir kayıpla karşılaşınca okunur. (Bkz. el-Bakara, 156) O büyük âlim de cemaate yetişememiş olmayı böylesine dehşetli bir kayıp olarak gördü.

Bizler de kendimizi muhasebe edelim;

  • Cemaatle kılmadığımız her namazı böyle büyük bir kayıp olarak görüyor muyuz?
  • Sâlihlerle beraber olup, fâsıklardan uzak kalabiliyor muyuz?

NÜKSEDEN HASTALIK

Bir salgın hastalık, birçok tedbirle ortadan kalkar. Fakat ondan geriye kalan bir küçük mikrop, fırsatını bulunca tekrar salgına yol açar.

Câhiliyye o virüs salgını gibidir. Tarihte defalarca sâlih insanların gayretleriyle imha edilmişse de, fırsatını buldukça yeniden zuhur eder. Tarih tekerrür etmiş olur.

Bünyeler nasıl bağışıklık sistemi zayıflayınca hasta olursa, toplumlar da tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf yani İslâm’ı yaşama ve yaşatma hassâsiyeti zayıfladıkça mânevî hastalıklara açık hâle gelir.

İnsanlığı harap eden câhiliyye devri, ne yazık ki şimdi en bilgiç tavırlarla âdetâ modern maskelere bürünerek tekrar hortluyor.

Biz de asr-ı saâdeti, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ve ashâb-ı kirâmı örnek alarak, bu câhiliyyeyi bertaraf etmeye çalışmakla mükellefiz.

TARİH ŞUURUYLA

Ecdâdımız; haçlı seferlerine karşı koyduğu gibi, ileri hamleler yaparak fetihler gerçekleştirdi. Balkanlar, Bosna Hersek, Arnavutluk ve daha birçok belde fethedilerek, oraya, Anadolu’nun temiz ve sâfiyet içinde İslâm’ı yaşayan halkı taşındı. Onların sergilediği en güzel hâl tebliği ile Boşnakların tamamı, Arnavutların büyük bir kısmı ve daha nice nasipli halk müslüman oldu.

Gerçek fetih, toprağı kanla sulamak değil gönüllerin fethidir. Gönülleri hidâyete kavuşturmaktır. İnsanları yangından kurtarmaktır.

Haçlıların görünmeyen kılıçları; nefsâniyete, enâniyete, rahatlık gafletine ve neticede cehenneme götürüyor.

Ecdâdımızın feyiz ve rûhâniyet dolu fetih kılıçları ise; hidâyete, gönül huzuruna, takvâya ve nihayetinde cennete davet ediyor.

Bu mânâda doğru kaynaklardan, güzel bir tarih şuuru da; evlâtlarımızı, haçlı hücumlarına karşı müdafaa eder.

Bugün batı toplumu, büyük ölçüde ateizme teslim olduğu hâlde, hilâle kin ve hınç dolu tarihî haçlı rûhunu terk etmemiştir.

Evlâtlarımıza; nefislerine hoş gelen birtakım yaldızlı telkinlerin arkasında, ecdâdına kin besleyen haçlı rûhunun durduğunu göstermeliyiz.

Mehmed Âkif yeni nesillere mâzînin ihtişamını, hâlin sefâletini göstererek şöyle hitâb eder:

Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,

Üzengi öpmeye hasretti Garb’ın elçileri!

O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,

Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?

Evlâtlarımıza bu tarih şuurunu kazandırmak için; Fatih Camii, Süleymaniye, Sultanahmet ve Ayasofya gibi mâbedlerimizi ziyaret etmeli, onları ihyâ eden ecdâdımızın güzel hasletlerini ve mefâhirini onlara aşılamalıyız.

Hazine dolu bir definenin üstünde oturduğunu fark eden kişi, yabancıdan gelecek üç kuruşa dilencilik etmez.

Hâsılı;

Evlâtlarımıza, nesillerimize İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakmak, dînî ve millî bir vazifemizdir.

Bu vazifede yardımcımız Allah’tır. Şöyle buyurur:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ

“Ey îmân edenler! Eğer siz, Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz (onu samimiyetle yaşarsanız ve yaşatırsanız), O da size yardım eder, (zor zamanlarda ve bilhassa son nefeste) ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)

Cenâb-ı Hak; münkirlerin, fâsıkların ve gafillerin hücumlarına karşı, ehl-i îmâna avn ü inâyetiyle yardım eylesin.

Evlâtlarımızı ve nesillerimizi, îmânın izzetinden ve İslâm’ın şerefinden ayırmasın.

Âmîn…