Dünyevîleşme, İsraf ve Hâle Rızâ Hakkında Mülâkat

Dünyevîleşme, İsraf ve Hâle Rızâ Hakkında

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile Mülâkat

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Şubat, Sayı: 216

İKİ CİHANDA HUZURUN YOLU

Yüzakı:

–Muhterem Efendim!

İçinde bulunduğumuz asır hakkında en çok yapılan tenkitlerden biri de dünyevîleşme. Bilhassa muhteşem mâzîmiz ile mukayese edildiğinde, devrimizde dünyalık ve maddiyat meselesinin çok öne çıktığını görüyoruz.

Bir müslümanın paraya, eşyaya, dünyaya; daha geniş söylersek, maddiyâta bakışı nasıl olmalıdır?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Dünya bir mekteb-i âlem. Biz bu cihâna, ölüm ötesine hazırlanmak için geldik.

Dolayısıyla;

Bir mü’min her meseleye mânevî ciheti öne çıkararak bakmak durumundadır.

Bir insanın önünde iki hayat var:

  • Önce mahdut bir dünya hayatı… Metrajı bilinmeyen bir makara gibi, miktarı bilinmese de bu hayatın mahdut olduğu herkesin mâlûmu. Ayrıca bu hayat, imtihan için verilmiş. Bir vazife için sermâye mâhiyetinde…

Bu imtihanın sonunda ikinci bir hayat var:

  • Sonsuz âhiret hayatı…

Âhiret hayatı, kulun dünya hayatındaki hâline göre;

Ya ebedî huzur ve saâdet…

➢Ya da ebedî azap ve hüsran… -Allah muhafaza buyursun-

Önümüzdeki hayata böyle bakabilirsek;

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hem darlık ve yokluk zamanlarında hem de zafer ve fetih zamanlarında ashâbına ve bizlere hatırlattığı şu hakikati daha iyi anlarız:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Ey Allâh’ım! Esas hayat, yalnız âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Önümüzdeki hayata böyle bakabilirsek;

Mahdut bir imtihan müddetinden ibaret olan fânî dünya hayatında sahip olduklarımızın, aslında bir imtihan harcırâhından, bir deneme malzemesinden başka bir şey olmadığını idrâk ederiz.

Bu idrâk ile ecdâdımız, sahip oldukları dünya malından «emânet» diye bahsederlerdi.

Mâlûm;

Emânet, sahibine geri verilecek şeydir. Ecdâdımız, «her nimetin hesabının sorulacağı» şuuruyla, ellerinde bulunan malzemeyi Allah yolunda dikkatle sarf ederlerdi.

Onların hayatında lüks, moda, israf, pintilik ve benzeri cehâletler olmazdı. Bir mahallede, varlıklı bir insan ile orta hâlli ve hattâ fakir bir kişinin hayatları arasında bariz farklar bulunmazdı.

Meselâ evlerdeki sedirler hemen hemen aynı olur, ancak kumaşlarında bir miktar kalite farkı olurdu. Yeme, içme, kılık-kıyafet ve benzeri hiçbir sahada; lüks, israf, gövde gösterisi ve mübalâğa asla görülmezdi. İmkânı olanlar da bu davranışlara girmezlerdi. Çünkü hem imkânı olmayanları düşünürlerdi hem de böyle tavırları hafiflik addederlerdi. Şahsiyet zaafı olarak görürlerdi.

Onlar için «ihtiyaç fazlası»; asla nefse harcamak için değil, infâk etmek içindi.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Sana neyi infâk edeceklerini soruyorlar.

قُلِ الْعَفْوَ

De ki: «İhtiyaç fazlasını!»” (el-Bakara, 219)

Demek ki;

Mü’min; çalışacak, kazanacak, riyâzat hâlinde mütevâzı yaşayacak ve ihtiyacından fazlasını infâk edecek. Hattâ vermenin hazzıyla huzur bulacak.

Muhteşem mâzîmizdeki şuurlu müslüman böyleydi. İşte tarihî şehirlerimiz baştanbaşa vakıf eserleriyle dolu. Külliyeler, camiler, imâretler, çeşmeler, hamamlar, medreseler, kütüphâneler…

Ufuk öyle genişliyor ki;

Zarâfet ve letâfet öyle inceliyor ki, hayır-hasenat için husûsî arayışlara giriyor:

  • İnsana hizmet tamamlandığı için, tâ yolundan kalan göçmen kuşlara bakmak için vakıf kuruyor.
  • Hizmetçilerin kırdığı tabakları tazmin edelim de, onlar yanında çalıştıkları kişilere mahcup olmasınlar, diye düşünüyor.

Bugün ise asrımızın felâketlerinden biridir:

Nefsânî bir yaşayış…

Televizyon ve internetin vitrinlerinde dâimâ maddî bakımdan kendinden üstte olana bakış, onlara hayranlık ve taklit etme gayreti…

Maalesef bu hâl insanı şahsiyetsizleştiriyor.

–Şu yaptı, ben de yapacağım!

–O aldı, ben de almak zorundayım!

–Bu filân yere gitti, ben de gitmeliyim!

Niye?

Bunu kendisine sormuyor. Şahsiyeti olmayan bir robot gibi, rûhu olmayan bir makine gibi taklitle çalışıyor.

Bu bomboş maddî hedefleri gerçekleştirdiğinde de, rahatlayamıyor, huzur ve itmi’nâna eremiyor.

Çünkü;

“…Kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)

İnsan; cennetten geldiği için, fıtratı fânîliğe isyan hâlindedir. O ancak Bâkî olanla huzur bulabilir.

Bir de kader îcâbı dünyalığı elde edemeyenler var. İlâhî taksim, ona mahdut bir bütçe nasîb etmiş. Fakat toplumdaki tüketim çılgınlığı onu da tesiri altına alıyor. «Benim imkânım yetmez!» demiyor; kredi kartı, tüketici kredisi derken fâizin pençesine düşüyor.

Fâiz, Cenâb-ı Hakk’ın haram kıldığı;

“Terk etmezseniz Allah ile harp etmiş olursunuz!” (el-Bakara, 279) diye ağır bir şekilde îkāz ettiği bir mel‘anet…

Fâiz; girdiği bünyede mâneviyâtı yok ediyor, rûha zehir saçıyor. Sonra insanlar;

“–Niçin mutlu değiliz? Niçin huzuru bulamıyoruz?” diye yakınıyorlar.

Sadece fâiz değil; tüketim çılgınlığı yüzünden gafletin pençesine düşen insanlar, başka gayr-i meşrû yollara tevessül edebiliyor. Paranın iradesi devreye giriyor. Haram kazançtan gelen haram harcamalara yöneliyor.

Neticede;

Fânî hayat için, ebedî hayatına kıymış oluyor. Bu ne acı bir hüsran, ne büyük bir hamâkattir.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim!

Hulâsa ettiğiniz bu fecî manzaradan çıkış yolu nedir?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, şifâ reçetesini vermiş:

“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana baktığı zaman, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin.” (Buhârî, Rikāk, 30)

 “Hayat şartları (maddî bakımdan);

  • Sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız;
  • Sizden daha iyi olanlara bakmayınız!

Bu, Allâh’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9)

Çünkü insan, dâimâ nâil olduğu nimetlere teksif olup onların şükrünü edâ etme gayretinde olmalıdır. Bir başkasına nisbetle eksik olduğu noktaya teksif olursa; bu bakış, insanı, perverde olduğu sayısız nimetlerin şükrünü ihmal etmeye götürür.

Bu gafletten muhafaza için Hazret-i Peygamber’in, Sâlebe’ye şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

“–Şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır…” (Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 370-372)

Yine buyurdu:

“–Ey Sâlebe, benim hâlim sana kâfî bir misal değil mi?” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 388)

Lokmân Hakîm de şu nasihatte bulunur:

“Yavrucuğum! Gönlünü (dünyevî endişelerin doğurduğu) kederlerle ve üzüntülerle meşgul etme! Açgözlülükten sakın. Takdîre rızâ göster. Allah tarafından sana verilene kanaat et ki, hayatın güzelleşsin, gönlün sürurla dolsun ve hayattan zevk alasın.”

Bu dünya hayatı için, «sahne» teşbihi yapılır. Hakikaten bu cihanda; nerede, hangi milletten, hangi anne-babadan dünyaya gelip, nasıl bir hayat yaşayacağımız, fizîkî özelliklerimiz ve maddî rızkımız… Bunların hepsi küllî kader plânında yazılmış. Biz bunları seçmiyoruz. Biz bu plânın, bu sahnenin içinde bize verilen cüz’î irademiz ile «en güzel kulluğu» sergilemeye memuruz. Sonra bu sahneden inecek ve esas hayat olan âhirete, ebedî yurdumuza gideceğiz.

Bu sebeple;

Bu sahnede gafleti seçen kişilerin geçici kıyafetine, mevkiine, hâline ve rolüne bakıp onlara imrenmek, haset etmek, hayran olmak ne kadar da boştur.

Mekke devrinde sahâbe-i kiram çok acı bir zulmün altındaydı. Buna mukabil müşrikler zâhiren rahatlık içinde sere serpe dolaşıyorlardı. Müslümanlardan;

“–Biz haklı olduğumuz hâlde niçin böyle oluyor?” şeklinde vesveseye kapılanlar oldu. Cenâb-ı Hak, mü’minlere tesellî mâhiyetinde âyette buyurdu:

“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın Sen’i aldatmasın!

Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Âhirete göre dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının (denizden) ne kadarcık su ile döndüğüne bir baksın.” (Müslim, Cennet, 55)

Âyetteki ve hadisteki hakikati anlayarak yaşamak için;

Mânevî bakımdan; sâlih, ihlâslı ve müttakî şahsiyetlere hayran olmak, tâbî olmak ve ittibâ etmek çok yerinde olur. Çünkü bu vasıflar kalıcıdır.

Mâlûm;

Ashâb-ı Kehf kıssasında okuduğumuz üzere, sâlihlerle beraber olan bir kelb bile Kur’ânî bir ifade kazandı.

Hadîs-i şerifte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz emrediyor:

“İki haslet vardır ki,

Kimde bulunursa, Allah o kimseyi «şükredici ve sabredici» olarak yazar;

Kimde bu hasletler yoksa, Allah onu «şükredici ve sabredici» olarak yazmaz:

  • Dînî hususlarda kendinden üstün olana bakıp ona uyan,
  • Dünyevî mevzularda ise kendinden aşağıda olana bakıp, Allâh’ın kendisine verdiği nimetlere hamd eden (kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Fakat)

Dînî hususlarda kendinden aşağıda olana (yani gaflet ehline) bakan,

Dünyevî mevzularda ise (yani makam, mevki, servet bakımından) kendinden üstün olana bakıp elde edemediği (dünyevî imkânlar için) üzülen kimseyi de Allah Teâlâ «şükredici ve sabredici» olarak yazmaz. (Tirmizî, Kıyâmet, 58)

Tasavvuftaki «sâlihlerle beraberlik ve fâsıklardan uzak durmak» tavsiyesinin bir hikmeti de budur.

Günümüzde, başka insanların hayatını inceleme hastalığının mecrâı sosyal medya oldu.

Kardeşlerimize tavsiyemiz, sosyal medyayı arz-ı endâm için kullanmamalarıdır.

Burada paylaşılan nimet, eşya, zenginlik, tatil ve benzeri görüntüleri, mahrumlar da görecek ve belki de iç geçirecektir. Belki elinde olmadan haset edecek, nazarı dokunacaktır. Kişi de nereden geldiğini bile anlayamadığı bir mânevî kasvet hissedecektir. Vitrinde teşhir edilerek satılan gıdâ maddeleri de insanın mâneviyâtına ve kalbî huzuruna zarar verir.

Yine zikrettiğimiz hadîs-i şeriflerle amel edebilmek için; sosyal medyayı, başka insanların hayatlarını nasıl yaşadıklarını takip, tecessüs ve seyir için kullanmamak lâzımdır.

Aslında bir mü’min, bütün olarak; internet, sosyal medya, bilgisayar, televizyon vb. ekranlar başında geçirdiği vakitlerin muhasebesini iyi yapmalıdır.

Çünkü sayılan onca menfîliklerin yanında, bu cihazlarla meşguliyette en başta bir vakit isrâfı mevzubahistir ki, bu israfların en büyüğüdür.

Bu noktada toplumda ciddî bir iptilâ (bağımlılık) yaşandığı, bu cihazlarla haddinden fazla meşguliyetin, psikolojik zararlar yanında, uykusuzluk gibi sıhhî rahatsızlıklara da yol açtığı, ehlince dile getirilmektedir.

Müslüman; telefonda gezinerek değil, beş vakti camide mü’min kardeşleriyle omuz omuza namaz kılarak içtimâîleşir, sâlihlerin sohbetinde, mâtemlerin civarında ve kendisine ihtiyaç duyan kimselerin yanında bulunarak içtimâîleşir.

Sahâbe; camiye gitmeye tâkati olmayanlara destek olur, imkân nisbetinde onların cemaate iştirak edebilmelerine yardım ederlerdi.

Tâbiînin âlimlerinden Saîd bin Müseyyeb -rahmetullâhi aleyh-, bir defasında namaza geç kalmıştı. Baktı cemaatle namaz bitmişti. Tâ çarşıdan duyulacak şekilde derin bir âh çekti ve;

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّـا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

“…Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allâh’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) dedi.

Hâlbuki bu âyet, daha ziyâde ölüm vâkî olduğunda ifade edilirdi. Ancak o Hak dostu, bir defa cemaatle namaz kılmayı kaçırmanın bile kendisi için âdetâ bir musîbet olduğunun hissiyâtı ve telâkkîsi içindeydi.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim!

Zamânenin bozukluğu, o devirde yaşayanlar için de bir bahane oluyor. İnsan, çevrenin bu tesirlerinden nasıl muhafaza olabilir? Neler tavsiye edersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Tarih felsefesinin kurucusu İbn-i Haldun der ki:

“Geçmişin geleceğe benzemesi, suyun suya benzemesi gibidir.”

Yani bugün âhirzaman fitneleri varsa, geçmişte de câhiliyye karanlıkları vardı. Devir devir insanlık nice zamanlar geçirdi. İnişler ve çıkışlar yaşandı. İnsanlık, bütün menfîliklerden, sâlih zâtların rehberliğinde kurtuldu.

Cenâb-ı Hak bizlere her zaman nümûne-i imtisâl olması için;

  • Peygamberler,
  • Sıddîklar,
  • Şehidler ve
  • Sâlihleri gösteriyor.

Bunlar ne güzel refik! Bunlar ne güzel üsve-i hasene, örnek alınacak, tâbî olunacak güzîde şahsiyetler…

Tasavvuf cennetinde yetişmiş Mevlânâ, Şâh-ı Nakşibend, Aziz Mahmud Hüdâyî ve emsâli sayısız sâlih kullar olmasa, herhâlde bin bir buhran arasında sıkışan insanlık, mezbelelik hâline gelirdi.

O akl-ı selîm sahipleri olmasa, bütün akıllar yanardı.

O gönül erleri olmasa, kalp damarlarımız çatlardı.

O yüksek ruhlu şahsiyetler olmasa, diğer ruhlar ceset gibi çürümeye başlardı.

Fakat şükürler olsun ki, Rabbimiz bu hususta bilhassa bizim milletimize oldukça lütufkâr bir şekilde nice mânevî şahsiyetler nasîb etmiş. Üstelik onların rûhânî yapılarını maddî cesetlerinin fânîliğinden sonra da devam ettirerek bizlere nice âb-ı hayatlar ikrâm etmiş.

Fakat gafil insan bu mükemmel örnekler karşısında da kendini şu lâkırdılarla avutuyor:

–O peygamberdi, ben peygamber miyim?

–Onlar sahâbeydi, benim vaziyetim başka!

–Onlar velî kimseler, ben sıradan bir kişiyim…

Hâlbuki bu zâtların hepsi beşerdir, hepsi beden, nefs ve ruh taşıyan birer insandır. Onları güyâ yüceltiyormuş gibi yaparak, bize örnek olmaktan uzaklaştırmak, gaflet dolu bir aldanıştır. Kendi nefsine taviz vermektir.

En başta Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatını ve O’nun güzîde sahâbesinin hayatlarını kendimize iki cihan rehberi kabul edeceğiz.

Kur’ân-ı Kerim’de kıssaları bildirilen enbiyâ ve sulehâ da bizler için nümûnedir.

Tarih boyunca altun silsileler hâlinde, Peygamberimiz’in talebeleri ve vârisleri olan Hak dostlarını da kılavuz edineceğiz. Onların rehberliğinde nice maddî ve mânevî zaferlere imza atmış yüksek şahsiyetleri örnek alacağız.

Şairin dediği gibi:

Yüzüne çarpmak gerek zamânenin fendini…

Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini?

Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini;

Şu kırık âbideyi yükseltecek taştasın;

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!..

Yüzakı:

–Muhterem Efendim!

Sohbetlerinizde geçmiş kavimleri helâk eden günahların bugün de yaşandığını sık sık hatırlatıyorsunuz. Bugün Efendimiz’in duâsı bereketiyle toplu helâk yaşanmasa da mevziî hâlde nice âfetler yaşanıyor. Bunları nasıl değerlendirmeliyiz? Mânen nasıl muhafaza olmalıyız?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Korku ve ümit, insan tabiatını harekete geçiren en mühim iki âmildir. Muvâzene hâlinde korku ve ümitle insan, nefsinin hoyratlıklarını terbiye etmelidir.

Mü’min; nefsânî arzularının peşinde koşmak isteyen nefsini, cehennemle korkutmalı, gerçek ve kalıcı nimetlerin cennette olduğunu bildirerek, nefsini sâlih amellere ve hayrâta teşvik etmelidir.

Peygamberler de en başta «Beşîr / Müjdeleyici ve Nezîr / Korkutucu» sıfatlarıyla tavsif edilir.

Zelzeleler, yangınlar, salgın hastalıklar, harpler, iktisâdî buhranlar, kıtlık ve kuraklıklar… Bütün bunlar bizler için, esas hayat âhirette, kıyâmette yaşanacak korkunç hakikatleri hatırlatan birer küçük nümûnedir.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“İnsanların çoğu, bedenlerinin ölümünden korkarlar. Asıl korkulması gereken husus, kalplerin ölümüdür.”

İnsan en çok; zelzele, tsunami, savaş, yangın gibi can kaybının fazla olduğu maddî felâketlerden korkar. Fakat esas korkulması gereken şey, kalbî hayata zehir serpen günahlardır. O günahlar sebebiyle kabir ve âhirette karşılaşılacak dehşetli manzaralardan korkulmalıdır.

Her günah, kalbe düşen kara bir lekedir. Kalp, günah kirleriyle tamamen kararıp mânen hayâtiyetini kaybettiğinde; hayır ile şerri, hakla bâtılı, doğruyla yanlışı ayırt etme hassâsiyetini de yitirir. Bu yüzden en ağır cürümleri bile, âdeta tatlı bir mûsıkî dinler gibi, vicdanında en ufak bir rahatsızlık duymadan işleyebilir. Günahlardan sakınma hassâsiyetini yitiren o kalp, artık kabir çukurundaki bir cenazeden farksızdır.

En fecî gaflet de; kişinin mânen ölü bir kalbe sahip olmasına rağmen, bunun farkında bile olmamasıdır.

Maalesef ehl-i dünya; zelzele, yangın gibi hâdiseleri sadece maddî ve zâhirî veçheden değerlendirme gafletini öyle yaydı ki, birtakım gafil insanlar bu hâdiselerden de ibret almayı bir tarafa bıraktılar.

Bugün gaflet ehlinde, hâdiselerden ders ve ibret almak duygusu çok köreldi.

  • Dünya çapında salgın hastalıklar oluyor, ibret ve ders almıyor.
  • Depremler ve âfetler oluyor, yine ibret ve ders almıyor.
  • Yangınlar ve nice trafik kazalarının ortasında kalıyor, yine ibret ve ders almıyor.
  • İhtiyarlayıp iki büklüm bir âciz hâline geliyor, yine ibret ve ders almıyor.
  • Vefât edenleri eliyle kabre koyuyor, mezarda sessiz feryatların ortasında âvâre bir şekilde yine ibret ve ders almıyor.

Semûd Kavmi, ilâhî bir ceza neticesinde depremle yerle bir olan Âd Kavmi’nin yaşadığı yerde yaşıyordu. Onlar Âd Kavmi’nin başına gelenleri sadece maddî tarafıyla değerlendirdiler;

“–Onlar evlerini sağlam zeminlere yapmadılar! O sebeple ölüp gittiler! Biz evlerimizi sağlam yapıyoruz! Korkacağımız bir şey yok!” diyerek kendilerini avuttular. Günahlarını terk etmediler, şirke düştüler, peygamberlerini inkâr ettikleri gibi, Allâh’ın emânetine de kast ettiler. Sonunda onlara da helâk geldi. Bir sayha ile, korkunç bir ses ile ödleri patladı da diz üstü çöküverdiler.

Bir mü’min; hâdiseleri, maddî tarafıyla olduğu gibi, mânevî veçhesiyle de değerlendirmelidir. Hastalık, zelzele gibi hâdiselere tedavi ve işini sağlam yaparak tedbirler aldığı gibi, mânen de bir musîbete müstehak olmamak için, kahr-ı ilâhîyi kendisine çekmemek için de gayret etmeli, takvâlı yaşamalıdır.

Mü’min için sahip olduğu maddiyat, kendisini dünyada ve âhirette bekleyen nice musîbetlerden kurtuluş akçesi hükmündedir. Mü’min dâimâ riyâzat içinde yaşayıp, arta kalan malını Allah yolunda sarf ederek, âyet-i kerîmedeki ifadeyle; malını ve canını vererek cenneti satın alma gayretinde olmalıdır.

Bu ne güzel bir alışveriştir!

Cenâb-ı Hak buyurur:

فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ

“…Allâh’a koşun!..” (ez-Zâriyât, 50)

Yani;

Bütün musîbetler, âfetler ve felâketler karşısında dâimâ Allâh’a koşun!

Kezâ;

Günah ve isyan musîbetlerinden de Allâh’a sığının!

Hâsılı;

Allâh’ın gazabından âzâd edip, rahmetine mazhar kılacak îman, ibâdet, ihlâs ve takvâ ile Allâh’a koşun! Sadece O’na sığının!

Yüzakı:

–Muhterem Efendim!

Bahsettiğiniz mevziî musîbetlerden birini de bu sene yaşıyoruz.

Bu sene yağışların azlığı sebebiyle Anadolu’da kuraklıktan, mahsul azlığından endişe ediliyor. Şehirlerde de barajlardaki suyun tükenmesi ve susuz kalma korkusu var.

Bu hususta bize düşen mânevî vazife nedir?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Mâlûm;

Cenâb-ı Hak, yarattığı bazı nimetleri ve hâdiseleri belirli bir periyoda bağlamıştır.

  • Güneşin doğuşu ve batışı bir hesap içinde.
  • Oksijen ve benzeri birçok nimet böyle…

Ateistler dâhil hiç kimse; «Bu periyodik nimetler bir gün kesilir mi?» diye endişe duymaz.  «Ya güneş yarın doğmazsa, ya oksijen düşerse…» diye tedirgin yaşamaz.

Fakat Cenâb-ı Hak; kâinattaki işleyişte bazı nimet ve hâdiseleri ise periyodu bizce bilinemez bir sır hâlinde bırakmıştır.

  • Yağmur ve kar yağışı böyledir.
  • Deprem, yanardağ gibi bazı felâketler de belirli bir periyoda bağlanmamıştır.

Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın takdiri ile, O’nun istediği anda ve miktarda tecellî eder.

Bu bilinmezliğin hikmeti, insanın dâimâ dergâh-i ilâhîye sığınmasına vesile olmasıdır.

Ancak, bu sığınma, musîbet geçince de devam ettirilmelidir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“İnsana bir zarar (bir sıkıntı) geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (yani her dâim, o zararın giderilmesi için) Biz’e duâ eder, (yalvarır durur).

Fakat Biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü Biz’e duâ etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler güzel gösterildi.” (Yûnus, 12)

Kuraklık, kıtlık ve susuzluk gibi âfetlerden Allâh’a sığınmalı ve bunun vesilesi olarak, dâimâ günahlarımızdan istiğfâr etmeliyiz.

Hak dostlarından Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne dört kişi gelerek;

  • Biri kuraklıktan,
  • Diğeri fakirlikten,
  • Bir diğeri tarlasının verimsizliğinden,
  • Sonuncusu da çocuğunun olmayışından yakınıp Hazret’ten himmet talep ederler.

O büyük velî, onların her birine «istiğfâr»ı tavsiye eder.

Yanındakiler;

“–Efendim, bu şahısların dert ve ihtiyaçları farklı, lâkin siz hepsine de aynı tavsiyede bulundunuz!?.” derler.

Hasan-ı Basrî Hazretleri de onlara, Nûh Sûresi’nin 10 ilâ 12’nci âyet-i kerîmelerini okur:

“Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. 

(Mağfiret dileyin ki); 

  • Üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin,
  • Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın,
  • Size bahçeler ihsân etsin,
  • Sizin için ırmaklar akıtsın!”(Nûh, 10-12) (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, XI, 98; Aynî, Umdetü’l-Kārî, Beyrut ts. XXII, 277-278)

Bir hadîs-i şerifte de şöyle buyuruluyor:

“Şayet;

  • Takvâ (huşû) sahibi gençler,
  • (Çokça rükû eden) beli bükülmüş yaşlılar,
  • Süt emen bebekler,
  • Merada otlayan hayvanlar olmasaydı, belâlar sel gibi üstünüze dökülürdü.”(Taberânî, el-Evsat, 7/134; Bkz. Heysemî, X, 227)

Demek ki;

Cenâb-ı Hakk’ın katında, bir toplumda bulunan takvâlı gençler, ibâdet eden yaşlılar ve nice mâsumlar, bir nevi paratoner mesâbesinde, felâketlerden muhafaza olmamız için bir vesile hükmünde.

Öyleyse;

Yağmurların azaldığı, kuraklığın arttığı bugünlerde bizler de hâcet namazları kılıp bol bol istiğfâr ile Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edelim. İmkânımız ölçüsünde sadakalar vererek; garip, kimsesiz, dul, yetim ve muhtaçların yüzünü güldürmeye, ilâhî rahmeti celbetmeye gayret edelim.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim!

Malı Allah yolunda sarf edebilmenin önündeki en büyük engel, israf… Çünkü tüketim çılgınlığı, moda, lüks ve benzeri hastalıklar sebebiyle, rızkı geniş insanlar bile, bereketi bulamıyor, darlıklar içinde bocalıyor. İsrâfı hayatımızdan çıkarabilmemiz için neler tavsiye edersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–İsraf denilince, günümüzde sadece maddî nimetlerin, hattâ sadece gıdâ nimetinin boşa gitmesi anlaşılıyor.

Hâlbuki, Cenâb-ı Hakk’ın yasakladığı ve sevmediğini îlân ettiği israf, çok daha geniş bir mânâdadır.

İsraf, nimetleri kullanmada haddi aşarak ilâhî ölçülere hürmetsizliktir.

İsraf, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsânına karşı büyük bir nankörlüktür.

İsraf, nefsi saran aşağılık duygusunu bastırma gafletidir.

İsraf, kulun, -her ne hususta olursa olsun- Allâh’ın koymuş olduğu ilâhî hudutların dışına çıkmasıdır.

İyâs -rahmetullâhi aleyh-;

“Allâh’ın emirleri hâricine taşan her şey israftır.” demiştir.

İnsan; yapısındaki nefsânî arzular ve etrafındaki şeytan iğvâsı sebebiyle, dâimâ ifrat ve tefritlere, yani aşırılıklara meyyaldir. Bunun çaresi itidal yani aşırılıklardan uzak durarak, muvâzeneyi muhafaza etmektir. İtidalin ölçüsü ise, toplum değil, Kur’ân ve Sünnet’in tâlimatlarıdır.

İsraf, çoğu defa şahsiyetteki zaafları telâfî sûretinde tezâhür eder. Kişi; ihtiyaç duymadığı hâlde, sahip olduğu lüks kıyâfet, otomobil vb. eşyalarla, kendisine itibar edilmesini, saygı gösterilmesini temin etmeye çalışır.

Gaflet ehlinin, savurgan kişilerin etrafında toplanıp, onlara tabasbus / dalkavukluk ettikleri bilinen bir husustur. Şahsiyet zaafına sahip kişi, işte bu sahte övgülere tâlip olarak, kendisine sahte bir kişilik satın almaya çalışır.

Şayet servetinin başına bir şey gelecek olursa, kendisine kurduğu bu sun‘î çevrenin ne kadar yalancı olduğunu gözleriyle görecektir.

Şahsiyetli bir insan, satın aldığı yahut sahip olduğu bir şeyle mânevî bir kıymet elde edemeyeceğini bilir. Eşyaya böyle mânâlar yüklemez. Sadece ihtiyaç duyduğu eşyayı alır. Markaya, şâna ve şöhrete hayranlık beslemez.

Şahsiyetli bir mü’mini, israf ve tüketim batağından kurtaracak en güzel ahlâkî haslet, tevâzu ve mahviyettir.

Bir mü’min, dünyaya arz-ı endâm için değil, arz-ı hâl için geldiğinin şuurundadır. Hasbelkader sahip olduğu değerleri dahî, arz-ı endâm etmek, caka satmak için kullanmaktan hicâb eder. Allâh’ın nimetlerini, dâimâ Allâh’ın rızâsını kazanmak için sarf eder.

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe hayrın kemâline ulaşamazsınız (Allâh’a yaklaşamazsınız…)” (Âl-i İmrân, 92) âyetinin şümûlüne girmek için, en sevdiği mallarını da infâk etmekten büyük haz duyar.

Duyuyoruz:

Bazı insanlar, rahatlamak için alışveriş yapıyorlarmış.

Mü’min; kalbî huzura, tasadduk ederek, infâk ederek nâil olur. Bu hususta en büyük ve en muhteşem misal, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. O’nun hayatında, «fukarâ-i sâbirîn / sabreden fakirler»e de, «ağniyâ-i şâkirîn / şükreden zenginler»e de en güzel nümûne vardır.

Peygamberimiz’in açlıktan karnına iki taş bağladığı olurdu. Fakat bazen de ganîmetten payı ve hediyeler hâne-i saâdeti doldururdu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; hemen infâk etmeye başlar, açları doyurmakla huzur bulur, bu mânevî huzur ve zevk, O’na kendi açlığını unuttururdu.

Bugün mal çokluğuna ve eşya yoğunluğuna rağmen, insanlar huzuru bulamıyor da psikiyatrist ve psikologların kapılarında çare dileniyor.

Çünkü modern insan, mânevî ve rûhânî yönünü ihmal etti. Mâneviyat ve rûhâniyete gereken ehemmiyet verildikçe; eşya ve servet, insanın gözünde küçülecektir.

Nitekim;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nebevî terbiyesi altında yetişmiş olan ashâb-ı kiram; Allah ve Rasûlü’ne öyle bir muhabbetle bağlandılar ki, onların gözlerinde ve gönüllerinde dünyanın bütün câzibeleri âdetâ bir çakıl taşı gibi değersiz hâle geldi. Onlar, yarın nefislerinin varacağı konağın kabir olacağı şuuru içinde yaşadılar.

Yine onlar Allâh’a ve Rasûlü’ne muhabbetle râm olup bütün gayretlerini İslâm’ın intişârına sarf ettikleri için, Cenâb-ı Hak dünyayı onların ayaklarının altına serdi. Kısa sürede İslâm fetihleri kıtalara ulaştı. Ülkeler fethedilip ganîmetler Medine’ye aktığında bile, ashâb-ı kirâmın evlerinin dekoru değişmedi. Yine kifâyet miktarıyla yetinip ihtiyaç fazlasını infâk ettiler. Ne kendilerine haddinden fazla harcayıp isrâfa sürüklendiler, ne de kendilerine biriktirip cimrilik ettiler.

Zamanımızın amansız hastalıkları olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş; sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı idi. Onlar; dünya nimetlerini, Allah ve Rasûlü’nün rızâ ve muhabbetine nâil olabilmek için bir vasıta hükmünde gördüler. Asla vasıtayı gaye hâline getirmediler. Yani dünya nimetlerini gönüllerinde putlaştıran gafillerden olmadılar.

İsraf asla küçük bir kusur gibi görülmemelidir.

Cenâb-ı Hak;

“Asla saçıp savurma! Çünkü isrâf edenler / saçıp savuranlar, şeytanların arkadaşlarıdır.” (el-İsrâ, 27) buyurmuştur.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şu îkazda bulunur:

“Hiçbir kul, kıyâmet gününde;

  • Ömrünü nerede tükettiğinden,
  • İlmiyle ne gibi işler yaptığından,
  • Malını nereden kazanıp nerede harcadığından,
  • Vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)

Asla hatırımızdan çıkarmamalıyız ki;

  • Yeme-içmede haddi aşmak, bir israftır,
  • Sıhhat nimetini hor kullanarak zâyî etmek, bir israftır,
  • Ömrü boş geçirerek ziyân etmek, büyük bir israftır.
  • Elimizdeki maddî-mânevî emânetleri muhafaza etmemek, tefekkür ve hissiyâtımızı yanlış yerlere yönlendirmek de bir israftır.

Hele eğitimde, yani insanın şahsiyet inşâsında; onun, varlıkların en şereflisi olması istikametinde yetiştirilmeyip ziyân edilmesi, israfların en büyüklerindendir.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim!

Çok teşekkür ediyoruz. Mart ayında hulûlüyle müşerref olacağımız Ramazân-ı şerîfi en güzel şekilde ihyâ edebilmek etrafındaki suallerimiz için, Zât-ı âlînizden mülâkatın bir ay daha devamını istirhâm ediyoruz.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Ben teşekkür ederim. Bahsi geçen internet, televizyon ve benzeri ekranların gönülleri istîlâ ettiği bir hengâmda, hak ve hakikati tebliğ ve telkin için, «dînî, millî ve mânevî mecmûa ve kitab»ın ehemmiyeti bir kat daha arttı. Bu vazifeyi îfâda 18’inci senesini dolduran Yüzakı Mecmûamızı da tebrik eder; muharrirlerinden abone temsilcilerine kadar, destekçilerinden okuyucularına kadar, her türlü emeği geçen ve destek olanlar için, bu gayretlerin sadaka-i câriye olmasını dilerim.

Cenâb-ı Hak; ikrâm ettiği sayısız nimetlerinin, hesabını kolayca verebilmemizi nasip ve müyesser eylesin.

İsraf ve cimriliğe mağlûp olup da, ebedî hayatlarını ziyân edenlerden eylemesin.

Âmîn!..