Dünya Mektebinde, Ancak Kalple Okunur


DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

DÜNYA MEKTEBİNDE ANCAK KALPLE OKUNUR

Cenâb-ı Hak bu dünyayı bir mekteb-i âlem olarak halketti. Âyette buyrulan, daha evvel “مَذْكُورًا” insan bilinen bir şey değildi, anılan bir şey değildi insan. (Bkz. el-İnsân, 1) Fakat Cenâb-ı Hak, insanı yarattı.

“Ben gizli bir hazine idim. Mârifetime muhabbet ettim (yani kalpte bilinmeye muhabbet ettim) halkettim.” buyuruyor. (Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 132)

Bu Dünya da… Semâdaki sayısız yıldızlar, o yıldızlardan biri de bu Dünya’dır. Cenâb-ı Hak Dünya’yı da dershâne olarak hazırladı. İnsanın bütün ihtiyaçlarını, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini idrâk ettirecek bütün bilgileri, kırıntı bilgileri, esmânın tecellîsi olarak bildirdi.

İlâhî bir laboratuvar bu kâinat. Kul, bu mektepte, dünya mektebinde, bu cihan mektebinde imtihan olacak. Son imtihan, tekrarı da yok. Ondan sonra imtihan bitecek.

Mezar durumu var. Bilemiyoruz ne kadar olacak. Yani kabir âlemi. Nasıl dünyaya gelirken, hiç dünyadan bir haberimiz yoktu, dünyada ne var ne yok bilmiyorduk. Kabir âlemi de öyle. Ancak Rasûlullah Efendimiz’in bildirdiği bazı hâdiselerle, intibâlarla, dünyevî intibâlarla Rasûlullah Efendimiz âhiret âlemini bize bildiriyor.

En nihâyet hesap-kitap. Cenâb-ı Hak:

“Kitabını oku! Bugün nefsin kâfîdir.” denilecek. Ondan sonra iki tarafa yolculuk olacak.

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58])  Bir Cennet yolculuğu…

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

(“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” [Yâsîn, 59])

Bir de mücrimlerin gideceği Cehennem yolculuğu.

Üçüncü bir yol, geriye de gelme yok.

Cenâb-ı Hak ısrarla Kur’ân-ı Kerîm’de, yaratılış sebebi; “لِيَعْرِفُونِ” Allâh’a kul olabilmek, abdiyet. Cenâb-ı Hakk’ı “لِيَعْرِفُونِ” kalpte tanıyabilmek. “لِيَعْبُدُونِ”, “لِيَعْرِفُونِ”. Kalpte tanıyabilmek, yani Cenâb-ı Hak’la dost olabilmek. Ancak kalpte tanındığı zaman dostluk başlar. Yani mârifetullah’tan nasip alacak kul.

Okunan âyet-i kerîmede:

يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهِ

“Ey îmân edenler! Allâh’ın azametine göre (yaraşır şekilde)…” (Âl-i İmrân, 102)

Allâh’ın azametini idrâk etmek mümkün mü? Değil. Çünkü Cenâb-ı Hak sonsuz, müteâl, idrak ötesi. Fakat burada Cenâb-ı Hak; “İlâhî azametine göre, O’na yaraşır şekilde takvâ sahibi olun…” (Bkz. Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Takvâ nedir?

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

Nefsî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, kalpte ilâhî müşâhede, ilâhî kamera altında olduğumuzun kalpte bir idrak ve şuur hâline gelebilmesi. Bir takvâ sahibi olmamız.

“وَلَا تَمُوتُوا”, buyurmuyor, “ölmeyin” buyurmuyor; “وَلَا تَمُوتُنَّ” buyuruyor, “Sakın ha ölmeyin!” buyuruyor. “اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ” “…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyruluyor. Bu da bir sefere mahsus.

Bir gün gelecek, yarını olmayacak hepimiz için. Hepimiz o meçhul güne hazırlık içinde olmamızı Cenâb-ı Hak bildiriyor:

“Ey îmân edenler!.. Herkes yarına ne hazırladığına baksın!..” (el-Haşr, 18) buyuruyor Haşr Sûresi’nde.

Velhâsıl kefenle beraber, amellerimizle yolculuğumuz olacak.

Abdullah ibn-i Mes’ûd Hazretleri…

Âyette;

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

(…Ancak müslümanlar olarak can verin.” [Âl-i İmrân, 102])

Burada birincisi itaat etmek. Emirlerine itaat, nehiylerinden uzaklaşma.

İkincisi nankör olmayacak, şükredecek. Nasıl şükredecek? Gözün şükrü; gözünü nerede kullanıyorsun? Kulağın şükrü, bedenin şükrü, Allah sana ne imkân… Malın şükrü. Evlâdın şükrü…

Eğer bu şükür yerine getirilmezse, kul nankör oluyor. Cenâb-ı Hak İnsan Sûresi’nde:

“İster şükredici ol, ister nankör ol!” (Bkz. el-İnsân, 3) buyuruyor. İki yoldan hangisini tercih edersen!..

Şükredici olmak için de kalbî merhaleler lâzım. Ne lâzım? “Takvâ” lâzım. Takvâ, demin tarif ettiğimiz gibi. “Lâ ilâhe” ile başlıyor takvâ. Allah’tan uzaklaştıran her şeyin kalpten silinip atılması. Kalbin -tâbir câizse- bir çöplükten kurtulması. “İllâllah”; cemâlî sıfatların mazharı hâline gelebilmesi kalbin. Takvâ, bu olmuş oluyor.

Cenâb-ı Hak bizden zühd istiyor. Zühd nedir? Dünyevî imkânlar işgal etmeyecek… Hedef, Cenâb-ı Hakk’a kulluk olacak. Dünyevî imkânları da Allah yolunda kullanacak. Allah sana beden verdi, göz verdi, kulak verdi, bilgi verdi, idrâk verdi, akıl verdi… Hepsi Allah yolunda kullanılacak.

Zühd, yani dünyanın kasası olmayacak kalp. Kalp, tecellîgâh-ı ilâhî olacak. Fakat tabi bu, nefsânî arzuları bertaraf ettiği nisbette oluyor. İhsân olacak. O da yüz küsur yerde geçiyor ihsân. Yani ilâhî müşahedenin altında olduğunu idrâk içinde olacak. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nereye gitseniz, O sizinle beraberdir…” (Bkz. el-Hadîd, 4)

Yani bizim arkamıza bir kamera taksalar, ne kadar dikkat ederiz. Bunu en nihâyet bir fânî görecek. Fânî bizi ayıplar deriz. Kul, o kalbî merhaleler neticesinde ilâhî kameraların altında olduğunun bir idrâki, bir şuuru içinde olacak. “İhsan” kıvamı olacak.

Tabi “ihsan” kıvamı olduğu zaman da Cenâb-ı Hakk’ın kendisine şah damarından daha yakın olduğunun idrâki içinde olacak.

Böyle bir kul ne oluyor? Cenâb-ı Hak’la dost oluyor.

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(“…Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [Yûnus, 62])

Çok merhaleden geçeceğiz: Son nefes, kabir, diriliş vs… Orada Cenâb-ı Hakk’ın himâyesinde olacak. Yani dostun dostuna bir ikramı olacak. “Korkmayacak, üzülmeyecek.” Cenâb-ı Hak onu buyuruyor âyette:

“Allâh’ın azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun, (sakın ha başka türlü ölmeyin) ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Bu dünya, Âdem -aleyhisselâm-’ın dünyaya inmesiyle başladı, son insana kadar devam edecek, tarihi meçhul, bilemiyoruz. Efendimiz de bildirmiyor. Hattâ Cebrâil sorduğu zaman:

“–Sorandan sorulan daha fazla bilmiyor.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Îman, 1)

Son insandan sonra infilâk edecek. Yeni baştan, ayrı bir hayat, ayrı bir şey başlayacak.

“يَوْمُ الْخُرُوجِ” (Bkz. Kāf, 42) olacak. Mezarlardan kalkış olacak. Bütün insanların mezarlarından kalkması. Hattâ bazı hayvanlar da mezarlardan kalkacak. Yani bir haksızlığa uğrayan hayvanlar da mezarlarından kalkacak, onlar da hakkını alacaklar.

“يَوْمُ الْخُرُوجِ” Böyle bir çıkış olacak. Bütün, ne kadar, kaç milyar insan gelmişse, o anda hepsi kalkacak.

“يَوْمُ الْخُلُودِ” (Bkz. Kāf, 34) Bir gün başlayacak ama o günün batışı olmayacak. Bitmeyen bir gün başlayacak artık. Bir hesap-kitap.

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ. وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ.

(“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” [ez-Zilzâl, 7-8])

Zerrelerin tartıya geldiği bir gün olacak o gün.

Cenâb-ı Hak bizi insan olarak, lûtfen “insan” olarak yarattı. Bir de şükür. Gördüğümüz her mahlûkatta bir tefekkür etmemiz lâzım. Bir yılan gördük; yılan olarak gelebilirdik. Bir fare gördük; fare olarak gelebilirdik. Bir kurbanda kesilen bir hayvanı gördüğümüz zaman, bir kurban olarak gelebilirdik. Cenâb-ı Hak insan olarak lûtfen biz insan olarak geldik. Bir mesai de sarf etmedik. Cenâb-ı Hak:

“…Verdiğimiz nîmetleri sayamazsınız.” (Bkz. İbrahim, 34) buyuruyor.

Velhâsıl kul, devamlı Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azametini, kendisine olan ikramını tasavvur etmesi lâzım.

Yine Cenâb-ı Hak Câsiye Sûresi’nde:

“…Gökler ve yerler arasında ne varsa âmâde olarak yarattı(ğını bildiriyor) düşünen bir toplum için…” (el-Câsiye, 13)

Güneş âmâde, insan için. Ay âmâde. Atmosfer âmâde. Toprak âmâde. Yaratılan hayvanların bir kısmı âmâde. Bir kısmı ibret…

“Sayamazsınız.” (Bkz. İbrahim, 34) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Üç husûsiyetle bizlere yardım ediyor Cenâb-ı Hak. Kulluğumuzu icrâ edebilmek, Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olabilmek için.

Birincisi; kâinat. Bu cihan. Zerreden küreye bu cihanda her şey ilâhî azamet, kudret akışlarının, ilâhî nakışların sergisi durumunda.

Sergiler yapıyor fânîler, sergileri dolaşıyorlar. Esas sergi, ilâhî sergi, şu cihan. Atomun içindekine bak, tâ galaksilere kadar binbir türlü ibret. Bir toprağa bak, toprak bir ibret. Sana toprak, devamlı senin için çalışıyor. Her mevsim sana ihtiyacın olan şeyleri veriyor. Karpuzu kışın vermiyor. Kışın portakalı veriyor. Ekvatorda yaşayanlara ayrı veriyor. Mango veriyor, hurma veriyor. Kutuplarda yaşayana balık veriyor Cenâb-ı Hak.

Yani, demek ki kul… Şu kâinat, ilâhî azametin, ilâhî kudret akışlarının bir tecellîsi.

Şâir diyor ki:

Bin ders-i maârif okunur her varakında,

Yâ Rab, ne güzel mektep olur mekteb-i âlem…

İş; bu kâinâtı okuyabilmek. İşte bu da mârifetullahtan ne kadar nasip alınabilirse, Cenâb-ı Hak kalp gözünü açıyor, Yunus Emre’nin olduğu gibi. Her şey, her vâkıada ibretler seyrediyor. Şu kâinâtın her köşesi, ince gayeler, nâzenin hikmetler ve sırlarla yoğrulmuş bir hâlde.

Velhâsıl bu cihan, yani bu kâinat, insan idrâkine ve şuuruna kudret eliyle tutuşturulmuş bir hikmet ve tecellîler aynası… İnsana bir endam aynası.

Neye ihtiyacın var? Hepsini Cenâb-ı Hak sana… Kulluğa ne ihtiyacın var? Hepsini görürsün…

İkinci olarak Cenâb-ı Hakk’ın yardımı; Kur’ân-ı Kerîm.

اَلرَّحْمٰنُ (er-Rahmân, 1)

خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 3-4]) buyruluyor.

اَلرَّحْمٰنُ (er-Rahmân, 1)

Cenâb-ı Hak burada merhamet sıfatını bildiriyor. “Rahmân Allah Kur’ân’ı öğretti.” İlâhî bir kılavuz.

خَلَقَ الْاِنْسَانَ

“İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 3)

Kur’ân ile ilticâ edecek, Kur’ân’la hayat bulacak, Kur’ân’la huzur bulacak.

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 4])

Beyan, hikmetler, sırlar… Ne varsa, hiçbir mahlûkâta tecellî olmayan sırlar, insana tecellî olacak, sırlar ve hikmetler.

Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm bir ders kitabımız. Nasıl fânî okullarda ders kitapları var; velîler koşuyor, aman ders kitaplarını alalım, çocuklar sınıfta kalmasın diye. Bizim ders kitabımız da Kur’ân-ı Kerîm. Herkesin ders kitabı da Kur’ân-ı Kerîm. Allâh’ın murâdı nedir bu âyetlerde? Saâdet rehberimiz.

Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk’ın kullarına gönderdiği mektup.

Bir oğlumuz askere gitse, askerden mektup yazsa dikkatle okuruz, acaba bir arzusu, bir isteği var mı diye.

Cenâb-ı Hak dostluğa davet ediyor. Fakat şart;

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

(“…Takvâ sahipleri için bir hidâyet rehberidir.” [el-Bakara, 2])

Kur’ân-ı Kerîm ancak takvâ sahibi olanlara istikâmet veriyor.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gönüller sultanı, ilâhî rehber, üsve-i hasene, örnek şahsiyet, örnek karakter. Ne kadar insan varsa, ne kadar problemi varsa, Efendimiz örnek.

En büyük kültür, Kur’ân kültürü. Kur’ân kültürünün mümessili de Rasûlullah Efendimiz.

Dünyevî kültürler, beş sene, on sene, haydi yirmi sene olsun, fakat bir Kur’ân kültürü, en dehşetli bir kültür, hayat boyu bitmeyen bir kültür. Yani sonu yok. Efendimiz 23 senede;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ

(“…Bugün tamamladım…” [el-Mâide, 3]) âyetine kadar 23 senede ihvânı yaşatarak terbiye etti. Üsve-i hasene oldu. En huzurlu toplum oldu o câhiliye insanı.

Orada; bugün en çok, medenî dünya dediğimiz şimdiki zamanda -medenî mi değil mi o da ayrı- en çok psikiyatrik rahatsızlık var. O zaman öyle bir rahatsızlık yok hiç. Hiçbir sahâbîde öyle bir rahatsızlık yok, psikiyatrik rahatsızlık. Teslîmiyet var, tevekkül var, Hakk’a sadâkat var.

Sosyal patlama da yok; zekât var, hayır-hasenat var, infak var…