Din Tahrifinde Tarihselcilik Fitnesi

Genç Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Şubat Sayı: 173

Dünyada, öncüsü Fazlurrahman olan tarihselci Kur’ân ve İslâm anlayışı son günlerde Türkiye’deki bazı ilâhiyatçılar tarafından da dillendirilmeye başlandı. Hattâ bu çerçevede Kur’ân’ın mânen Hazret-i Peygamber’e indirildiği, O’nun da o günün mefhum ve kelimeleriyle lafza döktüğü bile söylendi. Bu mânâda Kur’ân’ın tarih üstü ve evrensel mesajını nasıl anlamalı ve anlatmalıyız?

Evvelâ şunu ifade etmeliyiz ki:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz son peygamberdir. Âhir zaman Nebîsi’dir. Eğer Kur’ân-ı Kerîm’de bir tâdilât olacaksa, Cenâb-ı Hak yeni bir peygamber gönderirdi.

Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan birçok âyet, onun bütünüyle, yani hem mânâsıyla hem de lâfzıyla Yüce Allâh’a ait olduğunu açıkça ortaya koymaktadır:

 “Şüphesiz bu Kur’ân Sana, hüküm ve hikmet sahibi, hakkıyla bilen Allah tarafından verilmektedir.” (en-Neml, 6)

“Şüphesiz bu Kur’ân, Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Onu, Sen’in kalbine, uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça ile, Rûhu’l-Emîn indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 192-195)

Yani Kur’ân-ı Kerîm, Efendimiz’in kalbine indirilmiş ve oradan ümmete tevzî edilmiştir.

Nüzul safhasında Kur’ân’ın lâfzı ve mânâsı üzerinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in herhangi bir tasarrufu kesinlikle mevzubahis değildir. Bu husus da birçok âyette ifade edilmiştir:

“Kendilerine âyetlerimiz açıkça okunup anlatılınca Biz’imle karşılaşacaklarına inanmayanlar; «Bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir!» dediler. Onlara şöyle de:

«Onu kendiliğimden değiştirmeye hak ve yetkim yoktur, ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Eğer Rabbime itaatsizlik edersem, şüphesiz dehşetli bir günün azâbından korkarım.»” (Yunus, 15)

“Onlara bir mûcize getirmediğin zaman, (ötekiler gibi) «Onu da derleyip getirseydin ya!» derler. De ki: «Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım…»” (el-A‘râf, 203)

Şu âyetler de Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Kur’ân’ın lâfızlara dökülmesinde hiçbir rolünün olamayacağını açıkça ifade etmektedir:

(Kur’ân-ı Kerîm), âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Eğer (Peygamber) Biz’e atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette O’nu kıskıvrak yakalardık. Sonra O’nun can damarını koparırdık (O’nu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mânî de olamazdınız. Doğrusu o (Kur’ân), takvâ sahipleri için bir öğüttür.” (el-Hâkka, 43-48)

“Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma. Onu zihninde toplayıp okumanı sağlama işi Biz’e aittir. O hâlde onu okuduğumuz zaman Sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu anlatmak elbette Biz’e aittir.” (el-Kıyâmet, 16-19)

Bu âyet-i kerîmeden vahyin indirilişi sırasında Peygamber Efendimiz’in, âyetleri ezberlemek için bir çaba içerisine girdiği anlaşılmaktadır. Bu durum da, âyetlerin lâfız ve mânâsıyla kendisine nâzil olduğunu göstermektedir. Zira -hâşâ- lâfzen Efendimiz’e âit olsa, böyle bir gayret içine girmesi mânâsız olurdu.

Kur’ân-ı Kerîm, kelâmda bir mûcizedir. Diksiyonu Cenâb-ı Hakk’a âittir.

Rabbimiz, kıyâmete kadar Kur’ân’ı koruyacağını da vaad etmektedir:

اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ

“Kur’ân’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.” (el-Hicr, 9)

Cenâb-ı Hakk’ın diğer üç kitabı koruyacağına dâir bir vaadi yok. Nitekim zaman içinde onlar tahrif oldu.

Dolayısıyla Kur’ân’ın hiçbir hükmü değiştirilemez. En ufak bir tâdilât, küfürdür. Son Peygamber’le, son ilâhî mesaj gelmiştir.

Kur’ân’ın Allah Rasûlü’nün zihninde şekillenmediğine dair şu aklî deliller de mâlumdur:

  • Kur’ân’ın insanlığa meydan okuyan, hem de en fasih ve beliğ şairleri bile âciz bırakan kendine has üslûbu ile, hadîs-i şerîflerdeki üslûp farkı çok açıktır.
  • Peygamber Efendimiz’in içtihâdî tatbikatları, Kur’ân-ı Kerîm tarafından birkaç kez, neredeyse îkaz üslûbuyla düzeltilmiştir. Bedir esirlerinden fidye alınması, Abese hâdisesi, Peygamberimiz’in, münâfıkların reisinin cenazesini kıldırması gibi.

Kur’ân-ı Kerîm -hâşâ- Peygamber Efendimiz’in zihninde şekillenmiş olsaydı, O’nun bu nevî içtihadları, itab dolu cümlelerle ifade edilir miydi?

  • Yine Peygamber Efendimiz Kıble hususunda, İfk hâdisesinde ve benzeri hâllerde kendisine âyet indirilinceye kadar çaresizce beklemekten başka bir şey yapamamıştır.

Yeri gelmişken söylemek gerekir ki, tarihselcilik gibi görüşler, İslâm tarihinde yalnızca Karmatîler gibi, İslâm dışına sürüklenmiş gulât gruplar tarafından benimsenmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm, lâfzıyla da mânâsıyla da, yani her yönüyle Allâh’ın kelâmıdır. Üstelik, Allâh’ın hususî muhafazasında, tek harfi bile değişmeden günümüze kadar gelmiştir ve kıyamete kadar da değişmeden devam edecektir.

Zaten -geçmişten günümüze- dünyanın her tarafındaki Mushafların hiçbirinde herhangi bir farklılığın olmaması da bu hakîkatin ve mûcizenin en bâriz bir delilidir.

Bütün bu hakîkatlere rağmen, zorlama ve uydurma fikirlerle İslâm Dîni’ni tahrif hareketleri, ancak misyonerlerin metodudur. Bu tahrifte de, bilhassa şu üç noktayı hedef alıyorlar:

  • Mezhepleri red,
  • Sünneti inkâr ve
  • Ahkâmı iptal…
  • Birincisi; İctihadları ve mezhepleri lüzumsuz göstererek, herkesi, iki sayfa okumuş câhilleri bile kendi kendisinin müctehidi hâline getirmeye çalışıyorlar. Bu telkinlerin neticesinde herkes, hattâ en bilgisiz kimseler dahî; “Bana göre…” diyerek kendi anlayışına göre bir din oluşturmaya kalkıyor.

Hâlbuki bütün hak mezhepler, sahâbe efendilerimizden itibaren kâmil birer müctehid olan âlimlerin en sahih görüşlerinin bir araya getirildiği fıkıh ekolleridir.

Bunlardan birini seçmek zarûrettir. Hepsini birden terk etmeye cevaz yoktur. Çünkü hepsi de Kur’ân ve Sünnet temeli üzerine binâ edilmiş hükümlerdir.

  • İkincisi: Dîni tahrif etmeye çalışanlar, Sünnet-i Seniyye’ye şüphe ile bakılmasını istiyorlar. Bunu da Kur’ân’ı güya ön plâna çıkarmak için yapıyormuş gibi, sûret-i haktan görünen bir hile ile gerçekleştiriyorlar.

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz’in mübârek kalbine indirilmiştir. Kur’ân’ın tebliği de, beyânı da, tâlimi de Efendimiz’e aittir. Kur’ân’ın en salâhiyetli tefsiri, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Sünnet’idir. Sünnet, Kur’ân’ın tatbikatıdır. Ondan ayrı bir şey değildir. Ondan koparılabilecek bir şey de değildir.

Abdullah bin Deylemî, Sünnet’e bağlılığın ehemmiyetini şöyle ifade eder:

“Bana ulaştığına göre dînin (yok olup) gitmesinin başlangıcı, Sünnet’in terk edilmesiyle olacaktır. Halatın lif lif çözülüp nihâyetinde kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle ortadan kalkar.” (Dârimî, Mukaddime, 16)

Yani Kitap ve Sünnet; İslâm’ın iki ana damarıdır, iki temel delilidir.

  • Üçüncüsü: Kur’ân’ın elbette ki hükümleri var. Onlar, bize Rabbimiz’in mutlak tâlimatları.

Lâkin îmanları mikroplanmış kimseler, bu tâlimatlar arasında nefislerine zor gelenleri, emekliye ayırmaya çalışıyorlar. Adına tarihselcilik deniliyor. Hâşâ; “Bu âyetler o zamanı bağlar.” diyerek Kur’ân’ın hükmünü iptal etmeye kalkışıyorlar. Bu hükümler milâdî yedinci asrın şartlarına göre inmiştir, diyorlar.

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm son kitap, Peygamber Efendimiz son peygamber, O’nun getirdiği dînin hükümleri de kıyamete kadar cârî hükümlerdir. Cenâb-ı Hak dîni tamamladığını bildirdiği hâlde, tarihselci güruh, âyetlerin hükümlerini değiştirmeye yelteniyorlar.

Hâlbuki Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde:

“Kim de Allâh’a ve Peygamber’ine isyan eder ve O’nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu ebedî kalacağı Cehennem ateşine sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisâ, 14)

“…Bunlar Allâh’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bunları aşmayın. Allâh’ın koyduğu sınırları kim aşarsa, onlar zâlimlerin ta kendileridir.” (el-Bakara, 229)

Aslında tarihselcilerin bu tavrı, tıpkı şeytanın Cenâb-ı Hakk’a karşı cidâle girmesine benzer. Mâlûm olduğu üzere; Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem’i yarattığında, meleklere emretti:

“Âdem’e secde edin!”

Burada emredilen şey, ibadet değil, hürmet secdesi idi. Fakat mel’un iblis kibirlendi; Âdem’e karşı hasede kapıldı ve secde etmedi. Cenâb-ı Hakk’ın emrine karşı geldi. Niçin secde etmediği sorulunca da;

“–Nefsime uydum. Bağışlanmamı dilerim yâ Rabbi!..” diyeceği yerde, mağrur bir edâ ile;

“–Ben ateştenim, Âdem topraktan. Ben ondan daha üstünüm!” gibi mânâsız bir kıyas ve akıl yürütmede bulundu.

Hâlbuki Allah Teâlâ, iblise;

“–Sen mi üstünsün, Âdem mi üstün?” diye sormuş değildi. Sadece, ona secde etmesini emretmişti. İblis de itaati değil isyanı ve lâneti seçti.

Böylece; Cenâb-ı Hakk’a karşı ilk cidâli iblis başlatmış oldu. Heyhat ki, bu küstahlığı sebebiyle ilâhî huzurdan tard edildi. Ebedî kahra dûçâr oldu. (Bkz. el-A‘râf, 12-13; Sâd, 71-78 vb.)

Velhâsıl;

  • Mezhepleri red,
  • Sünnet’i inkâr ve
  • Ahkâmı iptal maksadını bayraklaştıran bu düşünce tarzı, tamamen bâtıldır ve yüce dînimiz İslâm’ı, Hristiyanlaştırma tuzaklarından başka bir şey değildir.

Bu fitneleri çıkaranların maksadı, Hristiyanlık’ta Pavlos’un yaptığı gibi İslâm’ın da içini boşaltmaktır. Hristiyanlık da böyle tahrif edildi. Evvelâ akâidi konsillerde beşer aklıyla bozdular. Ardından ibadet kaldırıldı âyin geldi, oruç kalktı perhiz geldi, tesettür kaldırıldı, ilâhî hukuk iptal edildi, yerine beşerî hukuk getirildi.

Katolik kilisesi lideri Papa Françesko diyor ki:

“Bizim kutsal metinlerimiz için yaptığımız gibi onların da Kur’ân üzerine eleştirel bir çalışma yapmaları onlar için iyi olur diye düşünüyorum. Tarihsel-eleştirel bir yorumlama yöntemi, gelişmelerini sağlayacaktır.”

Yani biz mukaddes metinlerimizi kendi aklımıza göre yeniden yorumladığımız gibi siz de Kur’ân’a bunu yapmalısınız, diyor. Tarihselciler de bu Vatikan projesine hizmet etmiş oluyorlar.

Dolayısıyla dînî tahsili ihmâl etmemek kadar, onu doğru yerden tahsil etmek de son derece mühim bir meseledir. Bilhassa genç kardeşlerimizin bu hususlarda uyanık olmaları, dîni takvâ ehli ve istikamet sahibi hocalardan öğrenmeye gayret etmeleri elzemdir. Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok sevdiği sahâbîlerin­den olan Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ-’ya şu îkazda bulunmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, sağa sola meyledenlerden alma!”[1]

Dipnot:

[1] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Medînetü’l-Münevvere, el-Mektebetü’l-İlmiyye, s. 121.