DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
DEDİKODU KALBİN BİR HASTALIĞIDIR
Abdullah ibn-i Mes’ûd diyor; Efendimiz’le beraber oturuyorduk. Bir adam kalkıp gitti. Onun ardından başka birisi de ileri-geri konuştu o giden kimse için. Gıybet etti yani, onun aleyhinde konuştu.
Efendimiz buyurdu:
“–Git dedi, ağzını yıka dedi. Dişlerinin arasında yemekler kalmış dedi. Çıkar onları!” dedi.
Tabi bunu mecaz olarak Efendimiz buyuruyor. Adam diyor ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Dişlerimin arasından ne çıkarayım ki diyor, ben et yemedim ki!” diyor.
Efendimiz de:
“–Sen diyor, kardeşinin etini yedin.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV, 231)
Gıybet, bu… Maalesef bu gıybet de, ağız alışıyor buna, hoş görüyor.
Gıybet nedir o zaman? Arkadaşının hatasını ortaya koymandır. Bunu koymakla ne oluyor bu gıybetle, niye gıybet zevk veriyor insana? Zevkini artırıyor gıybet etmek, dedikodu. Çünkü orada onu küçültüyorsun, onu küçültmenin altında kendini yüceltiyorsun. “Bak o böyle böyle yapıyor, ben ondan üstünüm, ben yapmıyorum…” Zımnen bu!.. Onun için gıybet, çok tehlikeli bir iş.
Gıybet ettin ne olacak? Helâlleşmedin dünyada da, gitti. “Bak arkadaş, ben seni gıybet ettim, Allah beni affetsin.” diyeceksin. O da affederse kurtulursun. Affedemezse ne olacak? Kıyâmet günü, Allâh’ın affı yok orada, kıyâmet günü o senden gelecek, sevaplarını alacak. Bitti; günahlarını alacaksın. Sevaplarını vereceksin, arkadan günahlarını yükleneceksin.
Onun için gıybete alışıldığı için, nasıl bugün fâize alışıldı, tabiî geliyor. Hâlbuki Allah ve Rasûlü ile harbetmek oluyor.
Rüşvete alışıldı, tabiî geliyor. Bu da öyle, gıybet de. Alışılıyor, ağızda sakız gibi gıybet oluyor maalesef.
Namaz kılıyor, daha camiden çıkmadan gıybet başlıyor. Bütün kazancını boşaltıyor.
Onun için Hasan-ı Basrî Hazretleri buyuruyor:
“Madem diyor, gıybeti-dedikoduyu çok seviyorsun, ananı-babanı gıybet et de sevapların annene-babana geçsin o zaman.” diyor.
Onun için, ağzımıza düğüm atacağız. Orada gıybet var, orada oturmak da iştirâk etmektir, orayı terk edeceğiz.
Abdullah Dehlevî Hazretleri, silsileden, gıybet olan bir yerden geçerken, birdenbire hızlandı orada. Talebesi dedi ki:
“–Üstad dedi, hızlandınız.” dedi.
“–Orucum bozuldu.” dedi.
“–Niye orucunuz bozuldu?” dedi.
“–Gıybet meclisinden geçtik, oradan bir in’ikâs oldu.” dedi.
“–Siz bulunmadınız ama?”
“–Fakat geçerken oradan bir akis geldi.” buyurdu.
Bir cîfe gördüğümüz zaman ikrah ederiz. Fakat dedikodudan ikrah etmiyoruz. Nedir bu? Kalbin hastalığıdır bu. Bu, tedaviye muhtaç bir kalptir bu.
Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak:
وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ
(“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” [el-Hümeze, 1])
Hepsine yazıklar olsun diyor. Bir mü’mini istihkār ettin, istihfāf ettin, alay ettin, küçük gördün, kaş-göz işareti yaptın… Hepsine yazıklar olsun Cenâb-ı Hak buyuruyor, bütün bu hareketlerin hepsine.
Velhâsıl işte, seherlerdeki durumumuz nasıl, onu görmek istersek, gündüzleyin durumumuz nasıl bizim, ölçü olarak.
Sâdî-i Şîrâzî, Allah dostlarından:
“Ben diyor, babamla diyor, seyahatlere çıkardım diyor. Geceleri diyor, kalkardım, Kur’ân-ı Kerîm okumayı çok severdim diyor. Bir gece;
«–Bak baba dedim, bütün hiç evde bir lamba yanmıyor civarda, yalnız şu bizim lamba yanıyor dedim. Bize ne mutlu!» dedim.
«–Sâdî, sus dedi. Konuşma dedi. Bak dedi, Kirâmen Kâtibîn onlara bir şey yazmıyor dedi. Onlar bir gaflet çukurunda dedi. Sen ise onları küçük gördün, istihkār ettin, istihfâf ettin; sana yazmaya başladı onlar dedi, melekler.» dedi.”
Velhâsıl nefsi terbiye işte bu.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
Hatâ (arama)yı kendine çevireceksin.
Hattâ bir Allah dostu diyor ki -ne kadar ince ve zarif-;
“Benim diyor, müstahdemimin diyor, benim çalışan kimselerimin diyor, merkebimin diyor, huyu değiştiği zaman diyor, anlarım ki bu hata benden geliyor diyor. Benden gelen bir hatâ oraya aksediyor diyor, in’ikâs oluyor.” diyor.
Zaman zaman birçok şeyden korkuyoruz. Deprem oluyor korkuyoruz. Bir vefat geliyor, korkuyoruz; aman bana da gelecek diyoruz. Esas korkulacak olan, günahlarımız, dilimizden çıkan yanlış kelâmlar, merhamet ve şefkat fukarâlığı, yalnız kendimizi düşünmekten korkmalıyız. İslâm şahsiyeti, İslâm kültürünü yaşamak ve yaşatmaktan geri kalmamız dolayısıyla endişe etmeliyiz.
Velhâsıl mü’min, boş şeylerden, faydasız şeylerden kendini koruyacak. Mü’minin gönlünde dâimâ bir rahmet olacak. Gönlü bir dergâh hâline gelecek. Hodgâm olmayacak, diğergâm olacak. Çorak insan olmayacak, rahmet insanı olacak. Yağmur gibi olacak, her girdiği, her düştüğü toprağa hayat verecek. Güneş gibi olacak, en kuytu yerleri bile aydınlatacak. Velhâsıl insan, hayvan, nebâtat, o rahmet insanıyla, o güzel mü’minle bir hayat bulacak.
Rahmet dile yansıyacak: Mü’min tatlı dilli olacak. Dilinde yılanın zehri olmayacak. Dîni ne kadar rûhânî ve latîf bir dille anlatırsan, o kadar tesir eder. Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı Firavun’a gönderirken “قَوْلًا لَيِّنًا” buyurdu. “Yumuşak lisan kullan.” buyurdu. (Bkz. Tâhâ, 44) Suyun akışı gibi lisan kullan buyurdu.
Anne-babaya hitâb ederken “قَوْلًا كَرِيمًا” buyuruyor Cenâb-ı Hak. “İkramkâr konuş” diyor. (Bkz. el-İsrâ, 23)
“قَوْلًا سَدِيدًا” buyuruyor. (Bkz. el-Ahzâb, 70; en-Nisâ, 9) Faydalı konuş. Ne eksik, ne fazla.
İslâm, her şeyimize bizim bir ölçü getiriyor, bir nizam getiriyor. Latîf bir dil olacak, kaba dil olmayacak.
Yine Cenâb-ı Hak misal veriyor, dilin ne şekilde olmayacak. Lokman Sûresi’nde;
“…En çirkin (en bed) ses, merkeplerin sesidir.” (Lokmân, 19) buyuruyor.
Demek ki tırmalayan bir ses, tırmalayan bir ifade olmayacak. Yani itici, ezâ verici değil, gönle şifa veren bir dili olacak müslümanın.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyuruyor ki:
“Şunu bil ki diyor, kalp diyor, Allâh’ın komşusudur.” diyor. Çok mühim bu. “Kalp, Allâh’ın komşusudur diyor. O diyor, Cenâb-ı Hakk’ın zâtına o kalpten daha yakın bir şey yoktur.” diyor.
Duânı kalple yapıyorsun, ibadetlerini, arzularını kalple yapıyorsun.
“Hattâ diyor, mü’min âsî bile olsa diyor, yine diyor, o kalpte Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsi vardır diyor. Komşuluğa dikkat et.” diyor.
Yunus Emre de:
Gönül, Çalab’ın tahtı (Çalab; Allah)
Çalab, gönle baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise
Buna da bir müslümanın çok dikkat etmesi lâzım. Asabiyet bazen -Allah korusun- kötü neticeler veriyor. Onun için bir mü’minin bu hassâsiyeti çok mühim.
Bezm-i Âlem Vâlide Sultan vardır. Bunun hastahanesi vardır Aksaray’da. Tâ yüz küsur senedir devam eder o hastahane. Çok, sâlihât-ı nisvandan bir hanımdı. Onun Suriye’de bir, Şam’da bir vakfiyesi vardı. O vakfiyenin bir şartı da, çalışan kimselerin yanlışlıkla kırdığı eşyaları tazmin etme vakfı. Onlar azarlanmayacak, gönle diken batırılmayacak. Yani bugün insanın ufku oraya gitmesine imkân yok. Nasıl bir İslâm kültürünün tesiri!.. Müstahdemin kırdığı eşyalar dolayısıyla tazmin edilecek, o vakıf tazmin edecek. O müslüman azarlanmayacak, istihkār edilmeyecek.
Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyuruyor:
“Bir din kardeşini incitmeden sabahtan akşama kadar çıkan bir mü’min, o gün akşama kadar Rasûlullah Efendimiz’le beraber olmuş demektir. Eğer bir mü’min bir mü’mini incitirse, Allah Teâlâ o günkü ibadetlerini kabul etmez.” buyuruyor Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri.
Mevlânâ diyor ki:
“Tatlı suyun başı kalabalık olur.” diyor.
Ondan sonra;
“Onlar ki zekâtı verirler.” (el-Mü’minûn, 4)
Faaliyet göstereceksin. Nasıl faaliyet? Helâlden kazanacaksın. Ona dikkat edeceksin. Verirken de dikkat edeceksin, en lâyığını bulacaksın.
O da dört kademe, veriş, infâk ediş; zekât ve infak. Birincisi;
“لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ” (“İsteyen ve (iffetinden dolayı isteyemeyip) mahrum olanlar için.” [el-Meâric, 25; ez-Zâriyât, 19])
Sana gelip hâlini arz edene, ona göre, durumuna göre verirsin, az veya çok.
İkincisi; onun bir üstü; “mahrum”. Kim onlar? Teaffüf; iffet sebebiyle gelip hâlini arz edemeyenler. Onları da sen arayıp bulacaksın, o senin vazifen. Peki onu nereden bileceksin? Cenâb-ı Hak;
“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” buyuruyor, 273. âyet, Bakara Sûresi. “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” buyuruyor. Demek ki kalbin bir röntgen gibi olacak. Bir mü’minin hâlini anlayacaksın. O senin rûhunun inceliğinin ifadesidir.
“İnfak edin” buyruluyor.
“(Sadakalarınızı) kendilerini Allâh’a adayanlara verin… Fakat onları çok kimse varlıklı zanneder. (Çünkü onlar hâlini söylemezler.) Onlar iffet sahibidir. Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Bu zekât. İkisi de; “لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ” (“İsteyen ve (iffetinden dolayı isteyemeyip) mahrum olanlar için.” [el-Meâric, 25; ez-Zâriyât, 19])
Üçüncüsü; “sadaka”ya geliyor, daha öteye, daha yükseğe geliyor. Allâh’ın sana verdiğini paylaşacaksın. Âyette, okuduğumuz âyette demin ne geçti? “Onlar verdiklerinden dolayı kalplerinden bir şey geçirmezler, bir üzüntü olmaz.” (Bkz. el-Haşr, 9) Sevinirler, bir kardeşimin derdini gördüm diye.
يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) Cenâb-ı Hak alıyor onu.
Onun bir üstünü daha var, İnsan Sûresi’nde, o da;
“Kendileri muhtaç olduğu hâlde yoksula, yetime ve esire verirler. (Verirken de; «Bir minnet altında kalma) biz sana bunu Allah rızâsı için veriyoruz… (Esbâb-ı mûcibe bildirirler:) Zira «عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا» o sert ve belâlı o kıyamet gününün şerrinden korkarız.» derler. Allah da o günün şerrinden onları korur…” (Bkz. el-İnsân, 8-11)
Nedir bunlar? Demek ki müslüman nasıl bir incelecek, zarifleşecek, bir rikkat sahibi olacak. Kendi istediğini paylaşacak bir mü’min kardeşiyle.
Onun için zekâta dikkat etmek lâzım, en asgarîde. Hattâ biraz da fazlasını vermek lâzım.
O zekâtı verirken de sormak lâzım, dikkat etmek lâzım, ben kime vereceğim diye. Kur’ân-ı Kerîm’de sekiz yer gösteriliyor. Nasıl dünyevî işte arıyoruz, soruyoruz; bunda da arayacağız.
Mahsul, toprak… Bu da zekâttır, topraktan çıkan.
Anadolu’da bir yerden geçiyordum. Baktım; ekinler şöyle büyümüştü.
“–Mâşâallah bu sene iyi mahsul var.” dedim.
“–Yok dedi, içleri boş.” dedi.
“–Buranın halkı dedim, öşür verir mi?” dedim.
“–Yok dedi, nerede, öşrü bilmez burası!” dedi.
Öşür nedir? Zekâttır, topraktan çıkanın zekâtıdır. Bu neyle çıkar? Belâ ile çıkar, musîbetle çıkar. O çıkar ama, kalmaz o!.. Çünkü bu nedir? Fakirin hakkını yemektir bu, gasbetmektir. O kadar aç varken, Kur’ân Kursları, İmam Hatiplerde okuyan o kadar garip talebeler varken, sen onların hakkını gasbediyorsun!
Rahmetli peder derdi ki:
“En kötü hırsızlık, zenginin hırsızlığıdır. Zenginin, fakirin malını çalmasıdır. Ekseri hırsız, zenginin malını çalar. Bu kötüdür çok. Fakat zenginin hırsızlığı, beterin beteridir. Bu nedir? Zekâtını vermez, fakirin malını çalar.”
Onun için dâimâ “قُلِ الْعَفْوَ” Cenâb-ı Hak “fazlasını ver” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 219) Taşıracaksın, fazlasını vereceksin. Boşa vermiyorsun onu, kendine veriyorsun.
Yine buyruluyor ki:
“Ne kötü; kazanır, kazanır, bir de kazandıklarının harcamadan hesabıyla gider öbür tarafa.”
Velhâsıl zekât, borcumuz. Sadakalar da vereceğiz, bu da belâlara karşı bir siper-i sâika, musîbetlere karşı.
Yine buyruluyor, kurtuluşa erenler;
“O (takvâ sahipleri) ki, bollukta ve darlıkta verirler…” (Âl-i İmrân, 134)
Bollukta bolluğuna göre vereceksin, darlıkta darlığına… Darlıkta bir hurman varsa, yarım hurma vereceksin. İllâ vereceksin, vermemek diye bir şey yok! Müslüman, verici olacak.
Bir bedevî geldi:
“–Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı dedi, anlat.” dedi.
Efendimiz îmânı, îmânın şartlarını, ardından İslâm’ın şartları, saydı onları, saydı.
“–Tamam yâ Rasûlâllah! Bunların hepsi tamam. Ama benden iki şeyi mâzur gör.” dedi.
“–Nedir?” dedi.
“–Sadaka ve cihad.” dedi. “Ben dedi, sadaka veremem dedi, çünkü ben malı çok seviyorum, kıymetli malım benim, zaten ancak geçiniyorum dedi. Şu kadar devem var, şu kadar koyunum var dedi. Cihad da dedi, canım da tatlı dedi. Fakat diğer bütün emirlerini yerine getireyim.” dedi.
Efendimiz, tuttu elini, şöyle bir salladı adamı Efendimiz:
“–Sen dedi, sadaka vermeyeceksin dedi, Allah yolunda gayret de göstermeyeceksin! Soruyorum; sen o zaman sen nasıl Cennet’e gireceksin?!” dedi.
Adam:
“–Tamam yâ Rasûlâllah dedi. Bundan sonra sadaka da vereceğim dedi, Allah yolunda gayret de edeceğim.” dedi. (Bkz. Ahmed, V, 224)
Velhâsıl insan, şu dünyada bir veznedar olduğunu bilecek. Mal, Allâh’a ait. Mal, senin değil. “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ”.
Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretleri var. O diyor ki:
“Veren diyor, alana teşekkür edâsı içinde olacak diyor. Veren, (o alıcı) olmasa kime verecek? Verdiği zaman onun sevinciyle Cenâb-ı Hakk’ın sen rızâsını kazanacaksın. Alan kimsenin dünyevî ihtiyacı… Sen ise Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanacaksın. Kim daha kârlı?”
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki Kasas Sûresi’nin 77. âyetinde:
“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma! (Nasıl sana emredilmişse, o şekilde bir hayat yaşa.) Allâh’ın sana ihsan ettiği gibi sen de (insanlara) ihsân et. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarma!..” buyuruyor Cenâb-ı Hak.