Dâimâ Cenâb-ı Hakk’a Sığınmak

Yıl: 2014 Ay: Haziran Sayı: 112

Îlâ-yı kelimetullah uğruna, hayatının büyük bir bölümünü cihad meydanlarında geçirmiş olan büyük sultan Gazneli Mahmud, husûsiyle Hindistan’a on yedi sefer düzenlemiştir.

“Put kıran” lâkaplı bu meşhur hükümdar, işte bu seferlerinden birinde çok şiddetli bir direniş ile karşılaşır. Zafere ulaşacağından bir an şüpheye düşer. Cenâb-ı Hakk’a içli içli yalvarırken, dudaklarından şöyle bir söz dökülür:

“–Ey Rabbim! Bu savaştan gâlip çıkarsam, aldığım bütün ganimetleri ihtiyaç sahiplerine dağıtacağım.”

Ve neticede Sultan Mahmud, Allâh’ın yardımıyla bu zorlu savaştan da gâlip çıkarak pek kıymetli ganimetlerle devletin başşehri Gazne’ye döner. Cenâb-ı Hakk’a vermiş olduğu söz dolayısıyla, vakit kaybetmeden, elde ettiği bütün ganimetleri, vaad ettiği gibi, yoksul, fakir, kimsesiz ve muhtaçlara dağıtmaya başlar. Fakat bunu haber alan bâzı vezir ve komutanlar Sultân’ın huzuruna çıkıp:

“–Aman Sultânım! Ne yapıyorsunuz? Bunca değerli ganimetler, altınlar, inciler fakir-fukaraya öylesine dağıtılır mı? Hem onlar bunların kıymetini nereden bilecekler? Üstelik devlet hazinesinin de bunlara şiddetle ihtiyacı var.” derler.

Sultan Mahmud, bunu Allâh’a verdiği sözün bir gereği olarak yaptığını, kendisi için bir adak olduğunu söylediyse de, huzuruna çıkan adamları yine itiraz ederler:

“–Efendimiz! En azından, önemsiz olanları dağıtın, değerli olanları hazineye ayırın. Zira bütün memleketin bunlara ihtiyacı var.” gibi türlü sözlerle Sultân’ın gönlünü bulandırıp onu yapmakta olduğu hayırdan vazgeçirmeye çalışırlar.

O devirde Gazne’de yaşayan ve ne pahasına olursa olsun doğruyu ve hakkı söylemekten çekinmeyen âlim ve fâzıl bir zat vardır. Sultan Mahmud onu huzuruna dâvet edip, durumu bir bir anlatır ve ne yapması gerektiğini sorar. O basîret ve firâset sahibi büyük zât, şu cevâbı verir:

“–Sultânım! Bunda kararsızlığa düşecek bir taraf göremiyorum. Aksine çok basit bir tercih karşısındasınız. Şöyle ki;

«Eğer Allâh’a bir daha işinizin düşmeyeceğine inanıyorsanız, hemen adamlarınızın dediğini yapın ve bütün ganimeti devletin hazinesine teslim edin. Ama Allâh’a tekrar ihtiyacınızın olacağını düşünüyorsanız -ki bütün kullar dâimâ O’na muhtaçtır- verdiğiniz sözü tutun, adağınızı yerine getirip ganimetleri ihtiyaç sahiplerine dağıtın!”

***

Bu fânî dünya, insanoğlu için bir imtihan yurdudur. Bu sebeple bâzen darlık, felâket ve hastalıkla, bâzen de bolluk, saâdet ve sağlıkla imtihana tâbî tutulur. Gâye, hayatın her safhasında sergilemesi gereken kulluk ölçülerine, bir kulun ne derecede riâyet ettiğini görmektir. Bir mü’minden beklenen ise, hayatın med-cezirleri karşısında istikâmetini bozmayıp, kulluğun gereklerini îfâ edebilmesidir.

Cenâb-ı Hak kulundan, dâimâ kendisi ile beraber olmasını arzu etmektedir. Meselâ bir insan, müthiş bir zelzeleye yakalandığı veya türbülânsa giren bir uçakta bulunduğu vakit Cenâb-ı Hak’tan başka bir sığınak ve barınak düşünebilir mi?

Nitekim bu hakikate, farklı bir misal vermek sûretiyle âyet-i kerîmede şöyle dikkat çekilmektedir:

“Denizde iken onları dağlar gibi dalgalar kapladığında, bütün kalpleriyle yalnız Allâh’a yalvarırlar. Fakat O, onları kurtarıp karaya çıkarınca bir kısmı işi gevşetir, îmanla inkâr arasında ortada kalır…” (Lokmân, 32)

İşte yukarıda nakledilmiş olan bu kıssadan almamız gereken en büyük hisse, zor zamanlarda Cenâb-ı Hakk’a ilticâ eden bir kimsenin taşıdığı hâlet-i rûhiyeyi, hayatın her ânına şümûllendirebilmektir. Mü’min, Rabbi ile bu kalbî irtibatı gerçekleştirebildiği zaman, makbul bir kulluk hayatına adım atmış demektir.

Böylesi bir kul, seyrettiği güzel manzaralarda dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın Cennet nîmetlerini tefekkür eder. Gördüğü korkunç manzaralarda da Cenennem’in dehşetini hatırlar. Nitekim şu hâdise, gönlün bu kıvâma ulaştığında nasıl bir hassâsiyet kazandığını gösteren müşahhas bir misaldir:

Ebû Vâil anlatıyor:

Abdullah bin Mesʻûd -radıyallâhu anh- ile beraber yola çıktık, yanımızda da Rebîʻ bin Haysem -rahmetullâhi aleyh- de vardı. Bir demircinin yanından geçiyorduk. Abdullah durup ateşin içindeki demire bakmaya başladı. Rebîʻ de ateşe baktı ve yere düşecek gibi oldu. Sonra Abdullah oradan ayrıldı, Fırat sahilinde bir fırının önüne geldik. Abdullah fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce:

“Cehennem ateşi uzak bir mesafeden onları görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak cehennemin daracık bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler.” (el-Furkān, 12-13) âyet-i kerîmesini okudu.

Bunun üzerine Rebîʻ bayıldı. Onu taşıyarak âilesine götürdük. Abdullah -radıyallâhu anh- öğlene kadar başında bekledi ama Rebîʻ ayılmadı. Akşama kadar bekledi de nihayet Rebîʻ ayıldı. Abdullah -radıyallâhu anh- da evine döndü.” (Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23)

Velhâsıl bu fânî dershânede mühim olan, kalbimizin bu hassâsiyet kıvâmına nâil olabilmesidir.