Cenab-ı Hak ile Kul Arasındaki Engeller Nelerdir?

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

CENÂB-I HAK İLE KUL ARASINDAKİ ENGELLER NELERDİR?

Cenâb-ı Hakʼla kul arasındaki engeller kaldırılacak. Üç tane engel var esasında. Yani esas üç büyük engel var.

Birinci engel, akıl:

Bunun için feylesoflar, birbirlerini tekzib ederek gidiyor. Bir sistemi öbürü bozuyor. Peygamberler, birbirini tasdik ile geliyor.

Demek ki aklın, vahyin içinde kullanılması, Kitap ve Sünnetʼin muhtevası içinde kullanılması aklın, zarûrî.

Akıl, bir alet. Nasıl gözün bir alet, bir kilometreyi görürsün, ondan sonra eşya ufalır, göremezsin. Kulağın bir alet, bir şeye kadar sesi duyabilirsin. Vücut gücün bir tahditli. Sende bir fil gücü yok. Aslan, kaplan gücü yok. Demek ki akıl da öyle.

Cenâb-ı Hak bize kulluk yapabilecek kadar akıl verdi. Bu akıl karşısında bizden teslîmiyet istiyor. Aklı vahyin içinde kullanarak birinci engel kaldırılacak.

İkinci engel; nefsin şerrinden korunulacak:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])

İç âlem temizlenecek.

Üçüncü engel; mücâhede:

Allâhʼın verdiği nîmetleri sen de Allah yolunda tevzî edeceksin. Emr biʼl-mârûf, nehy aniʼl-münker.

Bu şekilde, esas olan bu üç engel bertaraf edilecek.

Kalp bu seviyeye geldiği zaman, okuduğumuz aksesuar ilimler fayda olur. Botanik okuyan bir kimse, topraktaki o hassasiyetlere âşinâ olur. Düşünür;

“‒Yâ Rabbi (der) bir toprak terkibinden nasıl böyle binlerce çiçek, nasıl binlerce meyve, nasıl binlerce sebze geliyor? Nasıl bu, bütün mahlûkâtın sofrası hazırlanıyor?” Dehşet içinde kalacak. Kör bir kalple o botanik okunmayacak.

Tıp okuyan insan, insan vücudundaki harikaları seyredecek:

“Sıfırdan nasıl geldi, yok kadar bir şeyden? Nasıl teşekkül etti? Akıl, izʼan, idrak, vücut gücü, içimizde çalışan fakülteler, mekanizmalar, cihazlar vs.”

Eğer tıp okudu, zemin kültürü yoksa, kasap olur çıkar.

Hukuk okudu; hak-hukuk hususunda (yüreği) titreyecek. Kendi, insan hakkında bir karar verecek. Kendi, insan için bir müdafaa edecek. Eğer bu hakkın tevzii, hak-hukuk… Cenâb-ı Hakkʼın o “Hak” sıfatından kendinde bir tecellî yoksa, cellât olur çıkar.

Onun için, hangi tahsil yapılırsa yapılsın, muhakkak zemininde dînimizin kültürünün olması zarûrî.

Demin bahsettiğim gibi bu kültür yoksa, mezarlıkların önünden geçerken; “Bir ceset tarlasının önünden geçiyorum.” der. Fakat kalp uyanmışsa; “İstikbaldeki adresimin önünden geçiyorum.” der. “Ona hazırlanmam lâzım.” der.

Bir hikâye:

Behlül Dânâ Hazretleri vardır, duymuşsunuzdur ismini. Bu, evliyâullahtan biraz da yarı meczubumsu bir şeyi var. Bu, Halîfe Hârun Reşid zamanındadır.

Halife zaman zaman bunalır, bunaldığı zamanlar Behlül Dânâʼya gelir. Behlül Dânâ da bunu sorularla tesellî eder. Yahut sorularla istikâmet verir buna.

Yine bir bayram sabahı Behlül Dânâ, Hârun Reşidʼe gelir. Harun Reşidʼe der ki:

“‒Bak ey Halife! Sana üç tane sualim var (der). Üç tane sorum var sana (der). Birincisi; yer üzerinde en fazla olan nedir? (der.) Yer altında en fazla olan nedir? (der.) Yer üzerinde, toprak üzerinde, semâda en çok olan nedir?” der.

“‒Kolay.” der Harun Reşid. “Yeryüzünde en çok (der), yukarıda (der), kanatlılar var, kelebekler var, kuşlar var (der). Yer üzerinde canlılar var (der). Yer altında da ölüler var.” der.

“‒Bak (der), ben sana bunların dış görünüşünü sormadım (der). Bunların iç görünüşünü soruyorum (der). Ben sana söyleyeyim Halîfe (der). Yeryüzünde ne var diye sordum, canlılar var dedin. En mühimi, bu canlıların nefsaniyetlere mağlup olmaları var. İhtiraslar var, kinler var, kıskançlıklar var, hasetler var. Yer altını sordum, ölüler var. Fakat ben sana ölülerden çıkan feryatları sordum. Eyvah, vah vah, keşkeler var. Semâda ne var dedim, kanatlılar var, kuşlar var, uçan şeyleri söyledin. Orada ise Cenâb-ı Hakkʼa çıkan amel-i sâlihler var. Onun için sen dünyadaki durumunu tanzim et, toprak altındaki durumuna hazırlan ve amel-i sâlihlerle Arş-ı Âlâʼya çıkmanın gayreti içinde ol.” diyor.

Necip Fâzılʼın güzel bir şiiri vardır burada bir gafleti terennüm eder:

Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum

Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum

Bu kadar bir seyr-i bedâyî, bu kadar ilâhî bir, ilâhî azamet, kudret akışları karşısında insanın dûn olması…

Günümüzdeki insanın problemi -sohbetin başında bahsettiğim gibi- makinenin esareti altına girdi. Ruh karardı ve Allâhʼın yolunu bulmak çok zorlaştı. Liberal ve seküler bir şey, globalleşen, seküler, globalleşen bir dünya, nefsânî arzulara insanı râm etti. Dünya her zaman bu bir, rûhânî âleme zehir serpiyor. Duygusuz, hasis, egoist bir hâle getiriyor insanı.

Demek ki ne kadar, yine bu kültüre muhtacız. Dünya ömrü bir imtihan müddeti. Biliyorsunuz, bu kapitalist dünyanın tek bir parolası var; “bırakınız yapsın, bırakınız geçsin, altta kalanlar ne olursa olsun.”

Günümüzde televizyon, internet, salgın modalar, insanın iç âlemini boşaltıyor. Onu uzaktan kumandalı oyuncaklar gibi bir robot hâline getiriyor. Ve ihtiras artıyor. Merhamet narkoze ediliyor. Mısır, Sûriyeʼyi görüyoruz işte. Gördük ve seyrettik. Ve devam ediyor bu.

Bir canavar bile, bir hayvan bile, bir aslan bile, ancak yiyeceği kadar bir ceylanı parçalar, ikinci bir ceylana gitmez.

Cenâb-ı Hak:

“بَلْ هُمْ اَضَلُّ” buyuruyor. (Bkz. el-A‘râf, 179, el-Furkân, 44)

“اَسْفَلَ سَافِلِينَ” buyuruyor. (et-Tîn, 5)

İnsan iki sonsuz… Bir Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşıyor dost oluyor. Bir de o kadar, dost olduğu kadar düşman oluyor. Günümüzün zâlim idarecileri, zâlim dünya patronları diyelim, onlar sefih ruhları örnek alıyor. Firavun devam ediyor, Nemrut devam ediyor, vs. devam ediyor. Acıyı ve feryatları duymaz hâle geliyor. Ve bunlar gücün zavallısı oluyor. Sermayenin zavallısı oluyor. Sermaye onlara hükmediyor. Sermaye onların rûhânî hayatını almak sûretiyle onları kendisine esir hâle getiriyor, günümüzün şeyi…

Bahsederken demin -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin devrinde bir psikiyatrik hasta yok dedik. Hakîkaten yok. Hiç hadîs-i şerîfte ben rastlamadım. Bugün ise bunalımla dolu her taraf.

Demek ki bizi kurtaracak olan ruh, Hiraʼda, Sevrʼde, Vedâ Hutbesiʼnde bırakılan mukaddes mîras…

Demek ki bu iki mağaraya dikkat edeceğiz, bu Hutbeʼye de dikkat edeceğiz.

Baktığımız zaman sosyolojik ve psikolojik bir problem yok toplumda. Zira namaz, psikiyatrik bir tedavi esasında.

Hangi namaz o: Fahşâdan, münkerden men eden namaz.

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

“Müʼminler felâh buldu, onlar ki namazlarını huşû içinde (kalp ve beden âhengiyle) kılarlar.” (el-Müʼminûn, 1-2)

Cenâb-ı Hakʼla beraber oluyoruz. “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyruluyor.

Âişe Vâlidemiz diyor:

“Rasûlullah (diyor), namaza durduğu zaman, zannederdim göğsünden kaynayan bir suyun fokurtusunu duyardım.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hançerlendi, kalktı; “Namazsız Müslümanlık olmaz!..” buyurdu.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir baldırına ok yedi. Acıdan çıkaramadılar. Namaza durdu. Selâm verdi.

“‒Çıkardık halîfe.” dediler.

Velhâsıl, demek ki namaz, en büyük psikiyatrik tedavi namaz. Bugün namazdan uzaklaşıldığı için, hem dünya hayatı mahvoluyor, hem de âhiret hayatı…

Müddessir Sûresiʼnde Cennetʼe girenler Cehennemʼe girenlere sesleniyorlar:

“‒Siz niye Cehennemlik oldunuz?” diyorlar.

Onlar da -birinci şart-:

“‒Biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 43)

Demek ki namaz…

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-ʼın duâsı:

“Yâ Rabbi (diyor), beni ve neslimi namaz kılanlardan eyle!..” (İbrahim, 40) diyor. Yani gerçek namazı kılanlardan. Mîraç olan namazlardan. Demek ki namaz çok ehemmiyetli. En mühim, zamanımızdaki psikiyatrik tedavinin noksanlığı, namazın eksikliği…

Oruç, zekât, hac, infak… Bunlar da sosyolojik problemleri hallediyor. Toplumda kavgalar bitiyor bunlarla. Hep iktisat, bu kavgaların altında menfaatler var, iktisâdî durumlar var.

Onun için bir Osmanlı devrine baktığımız zaman, 26.600 küsur vakıf var. Hanımların kurduğu 1300 vakıf, 1300 küsur vakıf var.

Valide anne var, Bezmiâlem Vâlide Sultan, 2. Mahmudʼun hanımı. O bir vakıf kuruyor Şamʼda. Çok, vakıfları çok. Dolmabahçe Câmii, sarayın yanındaki câmi, Terkos Gölü, hastahane, Bezmiâlem Vâlide Sultan Hastahânesi, daha çok…

Şamʼda bir vakıf var. Bugün insanın ufku gitmez oraya. O vakıf diyor ki, iki madde var. Bir madde; Şamʼın tatlı suyu diyor, Mekke-Medîneʼye taşınacak; atşân olan / susuz olan hacılara Şamʼın tatlı suyu içirilecek. Allah yolunda olana bir ikram…

Tabi bu da zaman zaman bizim vâlide anneler kurdukları câmilerde Trabzonʼdan bal, Bursaʼdan kar getirip bazı çeşmelerden şerbet olarak akıtmışlar.

İkincisi çok mühim: İkinci madde -Bezmiâlem Vâlide Sultanʼın kurduğu şey, vakıf-: Bir diyor, müstahdemlerin yanlışlıkla, sehven kırdıkları eşyanın karşısında o müstahdemler azarlanmayacak. Bu vakıf da onların kırdıkları eşyaları karşılayacak diyor.

Hiç böyle bir sistem var mı? Hangi feylesof, hangi şey böyle bir sistem kurmuş? Bütün o feylesofların kurduğu bütün sistemler raflarda kaldı. Kendileri bile istifade edemedi. Fârâbîʼnin yazdığı o Medînetüʼl-Fâdıla, o da şeyler arasında kaldı.

Muhammed İkbal bir misal verir. O, Mevlânâ âşığıdır. Güveyle şeyi konuşturur pervâneyi, ışık etrafında dönen şeyi, kelebeği konuşturur. Ona güve der ki:

“‒Ben (der) bu feylesofların kütüphanelerinden artık bıktım (der). Hep karanlıktayım (der), hep onların satırlarını kemirmekle, kitaplarını kemirmekle hayatım geçti (der). Sen iyisin, hep sen aydınlıktasın.” der.

Pervane de der ki:

“‒Sen benim kanatlarıma bak (der). Ben (der) o ışığın etrafında ona râm olmak için ben (der) kanatlarımı yaktım.” der.

Velhâsıl, bir, İslâm bizi ne kadar bir güzelliğe götürüyor. Nasıl bir ufuklar açıyor…

İşte ehlûllah. İşte Mevlânâ, “hamdım” diyor. O Selçuklu Üniversitesinin dersiâmı iken o hâle hamdım diyor. O ilâhî tecellîlere mazhar olup “piştim”, en son da “yandım” diyor.

Ondan sonra ölümü özlemeye başlıyor; “şeb-i arûs” diyor, “sevinin” diyor. “Benim Hüsn-i Mutlakʼa kavuştuğum ândır.” diyor. “O gün bayram yapın.” diyor.

Velhâsıl bu kültür, mühim bir kültür. Cenâb-ı Hak bize bu İslâm, Kurʼân kültürünü idrâk ettirsin.

Yine maziye baktığımız zaman… Bugün meselâ görüyoruz; -bilmiyorum burada Ankaraʼda ne kadar var o-, düğünlerde maytaplar patlatılıyor. Hâmile kadın var mı, çocuk var mı, hasta var mı, ihtiyar var mı, düşünülmüyor.

Ecdâdımıza baktığımız zaman; eğer bir evde hasta varsa, cumbanın altına bir kırmızı çiçek koyarlar, satıcı geçerken orada bağırmaz. Burada hasta var der, Allah şifâ versin der. Çocuklar da onu görünce başka mahallelerde oynarlar. Biz bu kültüre muhtacız…

Fâtih, İstanbul şehidleri(nin âileleri)ne aşhâne kurdu:

“‒Aman (dedi), bu aşhanenin (dedi), şeyleri (dedi), yemekler (dedi), kapalı kaplarda, havanın karardığı bir anda herkes sokaklardan çıksın, sokaklar boşalsın, evine girsin, ondan sonra bu kapalı sefer taslarıyla bu, İstanbul şühedâsının harimlerine, hanımlarına bu sefer tasları dağıtılsın.” dedi.

Bir bugünkü medeniyete bakalım, bir de bizim 150 sene evvelki bir şeyimize bakalım, hayatımıza bakalım.

Onun için, yani, kıymetli hoca hanımlar!

Nesil yetiştirmek çok mühim. Bugün en zor iştesiniz. Cenâb-ı Hak muvaffak eylesin. Cenâb-ı Hak sadaka-i câriye eylesin -inşâallah-…