Can Simidi Olabilmek

Genç Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Ağustos Sayı: 191

Muhterem Efendim, yaz aylarıyla birlikte ülkemize yoğun bir şekilde turistler geliyor. Bu turistlerin bilhassa selâtin câmilerimizi ve târihî mekanlarımızı ziyaret etmeye büyük bir ehemmiyet gösterdiklerine şâhit oluyoruz. Yakınımıza kadar gelen bu insanlara acaba bizler nasıl faydalı olabiliriz?

Suâlinizin cevâbına, Süleymâniye Câmii’nin imamından dinlediğim ibretli bir hâdiseyi naklederek başlamak istiyorum. İmam Efendi şöyle anlatmıştı:

“Turistler, kendi memleketlerinde geometrisi ve mîmârîsiyle dikkat çeken birçok bina bulunmasına rağmen Süleymâniye Câmii’ni ziyaret etmeyi çok seviyorlar.

İki kadının, birkaç ayda bir Süleymâniye Câmii’ne geldiğine, akşama kadar sessizce bir kenarda oturduktan sonra yine sessiz sedâsız kalkıp gittiğine şahit oldum. Bu durum dikkatimi celbetti. Kısa sayılabilecek bu müddet içerisinde neden tekrar tekrar geliyorlar ve uzun müddet oturup bekledikten sonra başka hiçbir şey yapmadan çıkıp gidiyorlar, diye merak ettim. Bir defasında merakımı yenemeyerek kendilerine nereli olduklarını sordum. Venezuela’dan geldiklerini öğrendim. Bu benim hayretimi daha da artırdı. Zira Venezuela ile Türkiye’nin arasındaki mesafe, takriben 10.500 kilometre. Kadınlara birkaç ayda bir niçin geldiklerini sordum. Şöyle cevap verdiler:

«İçinde bulunduğumuz ortamlar dolayısıyla, zaman zaman gönlümüzde bir sıkılma ve daralma oluyor. Gönlümüzü rahatlatmak için üç ayda bir buraya geliyoruz. İstanbul’un câmilerinde oturuyor, dinleniyoruz. Bu mekânlarda rûhumuz huzur buluyor, daha sonra da memleketimize dönüyoruz. Üç ay kadar memleketimizde kalıyoruz. Fakat yine o buhran hâli ağır basınca, huzur bulmak için yeniden İstanbul’a geliyoruz.»”

Ne büyük ibrettir ki, ecdâdımızın Allah rızâsını kazanmak maksadıyla inşâ ettiği eserler dahî, insanlara asırlar sonra bile İslâm’ı temsil ve tebliğ ediyor. Ruhlara huzur, gönüllerine saâdet veriyor…

Buna mukabil düşünmemiz gerekiyor ki, bizler İslâm’ı şahsımızda ne kadar temsil edebiliyoruz?

Bizi gören, İslâm’ın getirdiği merhameti, şefkati, yardımlaşmayı, adâleti, cömertliği, nezâket ve zarâfeti velhâsıl bütün güzellikleri üzerimizde ne kadar müşâhede ediyor? Gönüllere ne kadar huzur veriyoruz? İslâm’ın güler yüzünü ne kadar sergileyebiliyoruz?

Unutmayalım ki insan, ihsâna mağluptur ve gördüğü yüksek şahsiyet ve karakterlere meftûn olur.

Dolayısıyla bir mü’min için, hakkın, hayrın, fazîlet ve doğruluğun canlı bir timsâli hâline gelmek ve örnek bir hayat yaşamak çok mühim bir vazife ve mesʼûliyettir. Çünkü en büyük tebliğ, hâl ile yapılandır.

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Konuşmadan da, halkın davetçileri olun!” buyurmuştu.

Kendisine hayretle dediler ki:

“–Yâ Halîfe! Konuşmadan davetçi olmak nasıl olur?”

Şöyle buyurdu:

“–Hâliniz ve ahlâkınızla…”

İşte Hazret-i Ömer’in “hâl ile tebliğ” tavsiyesini, ecdâdımız Osmanlı, geniş bir coğrafyada tatbik etti. Hak dostları ve onların irşâdıyla yetişen Anadolu insanı, İslâm’ı yaşayışlarıyla temsil ve tebliğ ettiler. Nitekim onların nezih yaşayışlarına hayran olan Arnavutların yüzde doksanı, Boşnakların tamamı ve nice kavimler İslâm ile müşerref oldular.

Bizler de îmânımızı zinde tutup, hâl ve davranışlarımızla İslâmʼın güzelliklerini sergileyerek gönüllere ne kadar dokunabildiğimizi dâimâ sorgulayalım. Dil bilen gençlerimiz, bu gelen yabancı turistlerin, varsa İslâm hakkındaki suallerini cevaplamaya çalışsınlar. Bu da bugün için çok mühim bir hizmettir.

Unutmayalım ki, Allâh’a kulluk etmek için yaratılan insana hizmet, bir nevî Allâh’a kulluk makamındadır.

Çünkü günümüzde gönüller bir yangın yeri gibi… Îman pınarlarıyla yıkanmaya, hidâyet ve irşad nûruyla yeşermeye muhtaç…

Kalpler bir yangın yeri gibi… Merhamet, şefkat ve yakın alâkayla sarılıp sarmalanmaya muhtaç…

Yuvalar bir yangın yeri gibi…. Hamd, şükür, sabır, hâle rızâ, kanaat ve bilhassa muhabbetle yeniden âbâd olmaya muhtaç…

İşte böyle bir zamanda hakkı ve hayrı tebliğ, çok mühim bir mesʼûliyet olduğu gibi, mânen de son derece kazançlı bir vazife. Sarf edilen gayretler neticesinde; tek bir kişinin Cehennemʼden âzâd olabilmesine, tek bir gönlün takvâ ile âbâd olabilmesine vesîle olmak dahî, bizi bütün insanlığa hizmet etmiş gibi sevâba eriştirebilir.

Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“…Her kim bir canı ihyâ ederse / diriltirse (ölmesine değil maddeten veya mânen yaşamasına vesîle olursa), âdeta bütün insanları ihyâ etmiş / diriltmiş / yaşatmış gibi olur…” (el-Mâide, 32)

Dolayısıyla bugün, gerek hâl ve davranışlarımızla, gerekse suyun akışı gibi ruhlara ferahlık veren yumuşak bir lisanla gönülleri Allah ile buluşturmak, dünyaya geliş gâyesini unutmuş kimselere bu cihandaki var oluş gâyelerini hatırlatmak, son derece mühim bir hizmettir.

Rabbimiz şöyle buyuruyor:

(İnsanları) Allâh’a dâvet eden, sâlih ameller işleyen ve «Ben müslü­manlardanım» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmakta:

“Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla tek bir kişiyi hidâyete kavuşturması, (en kıymetli dünya nîmeti sayılan) kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9)

Bu iltifat ve müjdelere nâil olmak, mü’min gönüller için ne büyük bir saâdet. Bir başka hadîs-i şerîfte de şöyle buyruluyor:

“Hidâyet yoluna dâvet eden kimse, ona tâbî olanların ecirleri kadar ecir alır. Bu, tâbî olanların ecrinden de bir şey eksiltmez!..” (Müslim, İlim, 16)

Dolayısıyla, îman nîmetinden mahrum olanların, yahut mü’min olduğu hâlde gaflet ve cehâletleri sebebiyle dîni sığ ve kaba ölçüler içinde yaşayanların îkaz ve irşâdına gayret göstermek, onlara yapılabilecek en büyük iyilik olduğu gibi, kendimiz için de, hem büyük bir ecir vesîlesi hem de îman nîmetimizin şükür borcudur.

2014’ün Kasım ayında İstanbul’da bir zirve düzenlenmişti. Latin Amerika Müslüman Dînî Liderler Zirvesi… Burada bazı hâdiseler naklettiler. Hepimize mes’ûliyetimizin ağırlığını bir kez daha hatırlatan ibret levhaları mâhiyetinde olduğu için burada zikretmek istiyorum:

Orta Amerika’nın Haiti bölgesinde yaşayan İmam Hanif, Türkiye Diyânet İşleri Başkanlığı’na bir mektup gönderiyor. Gönderdiği o mektupta şöyle diyor:

“Biz, ataları köleleştirilerek Afrika’dan buralara taşınan müslüman anne-babaların çocuklarıyız. Ecdâdımız Afrika’dan buralara köle olarak taşındı. Yıllarca, hattâ yüzyılı aşkın bir süre (150 sene) anne-babalarımız çocuklarını uyuturken onları şöyle tesellî ettiler:

«Yavrum korkma! Bir gün İstanbul’dan müslümanlar gelecek ve bu köleliğe son verecek.»

Ancak çok bekledik, siz Osmanlı’nın torunları bize gelmediniz. Biz burada garip ve yalnız kaldık. Şimdi nice nesiller kaybettikten sonra, biz ecdâdımızın dînini yeniden keşfettik, müslüman olduk ve Müslümanlığımızı yaşamaya başladık. Ama ne câmimiz var, ne mescidimiz! Ne kitabımız var, ne çocuklara Kur’ân öğretecek insanımız! Son kez size yazıyorum; lütfen bir heyet gönderin!..”

Batı’nın sömürgeleştirme ve köleleştirme faaliyetleri neti­cesinde yurtlarından edilen müslümanlar, başka bölgelere taşınmadan önce, üç ay, elleri, ayakları bağlı olarak deniz sahillerindeki bazı terminallerde bekletilirlermiş.

Ne ibretlidir ki bazı İslâm âlimleri de, gizlice o kölelerin arasına girerek kendi kollarını ve ayaklarını bağlayıp kendilerine köle süsü vermişler. Tâ ki onlar da kölelerle birlikte gidecekleri yere varsınlar ve onlara dîn-i mübîn-i İslâm’ı kaybetmeden, İslâm kimliğiyle yaşamalarına yardımcı olsunlar…

Yine İslâm’ın tebliği hususunda Latin Amerika ülkelerinden Brezilya’da yaşanmış olan bir başka fedakârlık örneği, bu toplantıda şöyle nakledilmişti:

1865 yılında İzmir ve Bursa adını taşıyan iki Osmanlı gemisi Basra Körfezi’ne doğru hareket eder. Afrika sahillerini, Cebelitârık Boğazı’nı dolaşarak, uzun bir seyahat sonrasında Basra Körfeziʼne varılması plânlanmıştır. Fakat beş defa fırtınaya yakalanan bu gemiler, kendilerini Brezilya’nın Rio de Janeiro sahillerinde bulurlar.

Başlarında Bağdatlı Abdurrahman Efendi isimli bir bahriye imamı vardır. Sarığı ve cübbesi ile gemiden indiğinde, daha önce Portekiz’in Brezilya’yı sömürgeleştirirken Afrika’dan götürdüğü müslüman köleler, Hoca Efendi’yi görür görmez sevinçle selâm verirler.

İstanbul’dan giden ve büyük bir âlim olan Bağdatlı Abdurrahman Efendi, Brezilya’da büyük bir müslüman kitlenin varlığını fark eder. Fakat İslâm kimliğini kaybetmek üzeredirler. Namazı, abdesti dahî neredeyse unutmuşlardır. Bunun üzerine komutandan izin alarak, burada kalmaya karar verir ve 6 yıl, oradaki insanlara dîn-i mübîn-i İslâm’ı anlatır.

Bir başka ibretli misal de şudur ki; Sultan Abdülaziz zamanında, İngilizlerin idâresi altında bulunan Güney Afrika’daki müslüman cemaatler, İslâm dünyasının hâmîsi olarak gördükleri Osmanlı Devleti’nden, kendilerine dîni tahsil vermesi için bir hoca talep ederler. Bu vazife için İslâm âlimi Ebûbekir Efendi görevlendirilir. O da hiç vakit kaybetmeden Güney Arfika’ya ulaşır. On yedi yıl boyunca oradaki halkların bozulmuş akîdelerini ve unutulmuş dînî hakikatleri gönüllerde yeniden ihyâ eder. Neticede orada vefat eder. Yapmış olduğu hizmetler dolayısıyla Güney Afrika halkı, hâlâ Ebûbekir Efendi’yi minnet ve şükranla yâd etmektedir.

Bu din, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den başlayarak bugüne kadar hep fedakârlıklarla geldi. Dolayısıyla bu mes’ûliyet, bugün de bizlerin omuzlarında… Allah hidâyet ihsân etti, hamd olsun, bizim de bu hidâyeti korumamız lâzım.

Bugün, sokakları görüyoruz. Bilhassa çocuklar ve gençler, selde sürüklenen kütükler misâli, meçhul bir âkıbete doğru akıp gidiyor. Televizyonun çocuğu oluyor, internetin çocuğu oluyor, sokakların çocuğu oluyor. Bize de çok gayret etmek ve ulaşabileceğimiz her gönle can simidi olmak ve neticesinde de Cenâb-ı Hakk’a sığınıp duâ etmek düşüyor.

Rabbimiz cümlemize gönüllere dokunarak hidâyetlere vesîle olabilmeyi lûtfeylesin.

Âmîn!..