Câfer-i Sâdık (rahmetullâhi aleyh) -6-

Hak Dostlarından Hikmetler-

2014 – Aralık, Sayı: 346, Sayfa: 032

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“Kim nefsine karşı yine nefsi için mücâhede ederse, kerâmetlere ulaşır. Kim de nefsine karşı Allah Teâlâ için mücâhede ederse Allâh’a ulaşır.”[1]

[Mücâhede; nefsin hoşlanmadığı, istemediği bâzı zorluklarla terbiye edilmesidir. Bu sûretle nefsin aşırı istek ve ihtiraslarına direnerek rûhî istîdatların inkişâfına zemin hazırlamaktır.

Mânevî tekâmül yolculuğu demek olan seyr u sülûkte gâye; bâzı fevkalâde hâllere ulaşmak değil, “kalb-i selîm”e, yani Allâhʼın râzı olacağı bir gönül kıvamına ermektir. Yoksa Hint fakirleri de, birtakım perhiz ve disiplinlerle bâzı rûhî kuvvetleri elde edebilmektedirler.

Mânevî terbiye yolculuğunda tatbik edilen riyâzat, mücâhede ve bâzı rûhî temrinler neticesinde, kalpte birtakım zuhûrat, tulûat, keşif ve ilhamlar meydana gelebilir. Bunlar, asıl maksat olmayıp, aşılması gereken imtihan tecellîleridir. Bunlar, rûhî inkişâfı gerçekleştirmeye birer basamak vazifesi görecek olan merhalelerdir.

Hakîkaten, nefsânî ihtiraslar bertaraf edilmeden rûhî inkişaf gerçekleşemez. Gurur, kibir ve enâniyetin kesâfetiyle, letâfet iklimine adım atılamaz. Ham ve hantal bir gönülle, mânevî zirvelere çıkılamaz. Bunun içindir ki Hasan Harakânî Hazretleri:

“Nasıl ki namaz, oruç farzdır, îfâsı mecburîdir, aynı şekilde gönülden kibri, hasedi, hırsı (ve benzeri nefsânî arzuları) bertaraf etmek de zarûrîdir.”[2]buyurmuştur.

Ârif kullar nazarında insanın yaratılış gâyesi de; “kesb-i kemâl ile seyr-i cemâle vuslat”tır. Yani mânen olgunlaşarak Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini müşâhede bahtiyarlığına erebilme gayreti içinde bulunmaktır.

Keşif, kerâmet, zuhûrat ve ilham gibi tecellîlere haddinden fazla ehemmiyet vermek, kişiyi aslî gâyesinden, yani Hakkʼa vuslattan mahrum bırakır. Asıl gâyesini unutan; menziline varamaz. Bu tıpkı, rızka takılıp Rezzâkʼı unutmak gibi bir gaflettir. Yoldaki geçici konakları, esas vatan zannetme hamâkatidir.

Öte yandan, keşif ve kerâmet gibi tecellîlerle gönlün bir nevî işbâ/doygunluk hâline ulaşması, kişinin mânevî iştihâ ve istiâbının dar ve sığ olduğuna da işaret eder.

Hak dostları ise, himmeti âlî, yani mânevî iştihâları yüksek kimselerdir. O büyük ruhlar, Hakkʼa vuslattan başka bir tecellî ile aslâ tesellî bulamazlardır. Dolayısıyla onlar, keşif ve kerâmet gibi tecellîlere nâil olsalar bile, bu nevî câzibelerle rehâvete kapılmazlar. Bilâkis son nefese kadar artan bir gayretle kulluğa devam ederler.

Nitekim pek çok rivâyette[3] peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın da, fizikî ve zâhirî kerâmetine dâir çok fazla bir rivâyet yoktur. Onun en büyük kerâmeti, Allah Rasûlüʼne olan eşsiz sadâkati, müstesnâ teslîmiyet ve itaatidir.

Hak dostları da dâimâ; “Bana kerâmet değil, Kerîm gerek.” hissiyâtıyla yaşamışlardır. Asıl kerâmetin de; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) emrine riâyet ederek, Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde yaşamak olduğunu ifâde etmişlerdir.]

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“Hakîkî zikir, Hakk’ın zikri esnâsında mâsivâyı unutmaktır. İşte o vakit, kul için Allah Teâlâ her şeye bedel olur.”[4]

[Zikir, Allâhʼı unutmamak ve her vesîleyle Oʼnu anmaktır. Zikrin kâmil mânâda îfâ edilmesi; kalp ve dilin, müşterek bir âhenk içinde Allâhʼı anmasına bağlıdır. Aksi takdirde, gâfil bir kalple yapılan zikrin, kıymet ve ehemmiyeti azalır. Zikir esnâsında kalbin, mâsivâdan, yani gönlü Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden irtibâtı kesilmelidir. Zikirde kalp, tamamen zikrin taşıdığı mânânın tefekkürüyle titremelidir.

Nitekim âyet-i kerîmede:

“Müʼminler ancak, Allah zikredildiği zaman yürekleri titreyen kimselerdir…” (el-Enfâl, 2) buyrulmaktadır.

İşte bu şekilde kendini tamâmen Cenâb-ı Hakkʼın zikrine teslim edebilen müʼminlere, maddî-mânevî nice ilâhî nasip ve lûtuflar bahşedilir.

Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede:

“Siz Ben’i zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim…” (el-Bakara, 152) buyrulmaktadır.

Bir kudsî hadiste de:

“Allah Teâlâ buyuruyor ki:

Ben kuluma, Benʼim hakkımdaki zannına göre muâmele ederim. O Benʼi zikrettiğinde, Ben onunla beraberim. O Benʼi, kendi içinde zikrederse, Ben de onu zikrederim. O beni bir topluluk içerisinde zikrederse, Ben de onu, o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içerisinde anarım.” (Buhârî, Tevhîd, 15)

Şüphesiz ki Rabbimizʼin bizi anması, bizim Oʼnu zikretmemizle mukâyese edilemeyecek derecede, çok daha hayırlıdır. İşte bu büyük hayra ve Hakkʼın yakınlığına nâil olabilmek için; dil ve gönül âhengi içinde, mâsivâ düşüncelerini terk ederek ve kendini Hakʼta ifnâ edercesine zikretmeye gayret göstermeliyiz.

Öte yandan, zikrin nûru, zikredenin hâli ölçüsündedir. Yani makbul bir zikirde bulunabilmek için, hâlimizi de ıslâh etmeliyiz. Evvelâ haram ve şüphelilerden kendimizi korumalı, sonra da kalbimizi meşgul eden fânî muhabbetleri ve mâsivâ düşüncelerini terk etmeliyiz.

Unutmayalım ki bu dünya hayatında Rabbimizʼi gerçek mânâda ne kadar zikredebilirsek, yarın ukbâdaki ilâhî vuslata da o nisbette nâil olabiliriz. Yüce Rabbimiz de âyet-i kerîmede:

“Allâhʼı unutan ve bu yüzden Allâhʼın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fâsıkların ta kendileridir.” (el-Haşr, 19) îkâzında bulunmaktadır.]

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“Çalışıp kazanarak ihtiyaçlarını karşılamak gibi bir derdi olmayan kişide hayır yoktur. Hayırlı kişi, mal kazanıp geçimini temin ederek kimseye muhtaç olmaz, o malla borcunu öder ve sıla-i rahimde bulunur.”[5]

[İslâm ahlâkının en mühim düsturlarından biri de; “Yâr olup bâr olmamak”tır. Yani kimseye yük olmayıp, bilâkis başkalarının yükünü çekmek ve onlara yardımcı olmaktır.

Nitekim hadîs-i şerîfte de:

“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” buyrulmuştur. (Beyhakî, Şuab, VI, 117; İbn-i Hacer, Metâlib, I, 264)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir keresinde:

“–Sadaka vermek, her müslümanın vazifesidir.” buyurmuştu.

Ashâb-ı kirâm:

“–Sadaka verecek bir şey bulamazsa?” dediler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Amelelik yapar, hem kendisine faydalı olur, hem de tasadduk eder.” buyurdu.

Ashâb-ı kirâm:

“–Buna gücü yetmez (veya iş bulamaz) ise?” dediler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Darda kalana, ihtiyaç sahibine yardım eder.” buyurdu.

Ashâb-ı kirâm:

“–Buna da gücü yetmezse?” dediler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–İyilik yapmayı tavsiye eder.” buyurdu.

Ashâb-ı kirâm:

“–Bunu da yapamazsa?” dediler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Kötülük yapmaktan uzak durur. Bu da onun için sadakadır.” buyurdu. (Buhârî, Zekât 30, Edeb 33; Müslim, Zekât 55)

Yani Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müʼminin her hâlükârda gayret edip, malıyla, canıyla, hangi imkânı varsa onunla, iyilik yapmasının veya en azından iyiliğe vesîle olmasının lüzûmuna işaret etmiştir.

Zira Cenâb-ı Hak:

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar…” (Âl-i İmrân, 134) buyurmaktadır. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına, darlıkta bile infakta bulunmayı tâlim buyurmuş, bir hurmadan başka hiçbir şeyi olmayanı bile, yarım hurmayla da olsa, infâk ehli olmaya teşvik etmiştir.

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de:

“Veren el, alan elden üstündür.” buyurmuştur. (Müslim, Zekât, 97)

Böylece, her müʼminin infak ehli olmasını ve mümkün olduğunca “alıcı değil, verici olmayı” telkin buyurmuştur.

Velhâsıl, yüce dînimiz İslâm, insanları meşrû bir sûrette çalışıp kazanmaya teşvik etmektedir. İslâm’ın beş temel esâsından ikisi olan “hac” ve “zekât” ibadetleri de, ancak dînen zengin sayılan kimselere farz kılınmıştır. Bunun bir mânâsı da; “Kalbinizi dünyâlık hırsından korumak kaydıyla ve meşrû bir sûrette zengin olun, zekât verip hacca gidin!” demektir.

Hayırlı bir müʼminin şiârı; çalışıp kazanarak etrafına da yardımcı olmaktır. İyilik ve yardıma ise, en yakınlardan başlamak gerekir.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere, bir adam Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe gelerek:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kendisine en iyi davranılması gereken kimdir?” diye sordu. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Annen, sonra annen, daha sonra yine annen, sonra baban, sonra da sana en yakın olan akraban.” buyurdu. (Müslim, Birr, 2)]

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“Sıla-i rahime riâyet etmeyen kimseyle arkadaşlık etme! Zira ben, Allâh’ın Kitâbı’nın üç yerinde, onun mel’ûn olduğunu gördüm.”[6]

[Akrabâ ve yakınlarla alâkayı devam ettirmek, onları koruyup gözetmek, ziyaret etmek, yani “sıla-i rahim”de bulunmak, dînimizin çok ehemmiyet verdiği esaslardan biridir. Öyle ki, akrabâyı ihmâl edip onlarla münâsebeti kesmek, pek çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfte en ağır cürümlerden biri olarak zikredilmektedir.[7]

Sıla-i rahimde bulunmak, doğrudan îmanla alâkalı bir hâdisedir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“…Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimse, akrabâsına iyilik etsin!..” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 85; Müslim, Îmân, 74, 75)

Ayrıca bu hususta bir hassâsiyet ölçüsü de vererek, şu îkazlarda bulunmuştur:

“Akrabâsının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. Akrabâyı koruyup gözeten kişi, kendisiyle alâkayı kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devâm edendir.” (Buhârî, Edeb, 15; Ebû Dâvûd, Zekât, 45)

“Her Cuma gecesi insanoğlunun amelleri Allâh’a arz olunur. Fakat akrabâsıyla alâkasını kesen kimsenin amelleri kabul edilmez.” (Ahmed, II, 484)

“Akrabâsıyla ilgisini kesen kimse Cennetʼe giremez.” (Buhârî, Edeb, 11)

Dolayısıyla akrabâları ziyaret etmek, hâl-hatırlarını sormak, sevinç ve kederlerini paylaşmak, gelmeseler bile onlara gitmek, aramasalar bile onları aramak, mühim bir îman mesʼûliyetidir.

Fakat akrabâ ile alâkadar olmada dikkat edilmesi gereken en mühim husus; onların mânevî durumlarıyla da ilgilenmek, ebedî kurtuluşları için de yardımcı olmaktır. Zira en büyük iyilik, kişinin ebedî saâdet ve selâmeti için yapılan iyiliktir.

Bunun için de, onları Kurʼân ve Sünnet istikâmetine yönlendirmek, hayırlara ve sâlih amellere teşvik etmek, hata yaptıklarında da münâsip bir lisanla îkaz etmek gerekir. Bilhassa şer unsurların revaç bulduğu günümüzde, Kurʼân-ı Kerîm tahsiline ve mânevî terbiyeye daha fazla ehemmiyet vermek gerektiği hususunda îzah ve îkazlarda bulunmak, çok mühim bir vazifedir. Bu hâl, Allah ve Rasûlüʼne olan muhabbetimizin de bir nişânesidir.]

Bir gün yoksulun biri, Câfer-i Sâdık Hazretleri’ne:

“–Neden gece-gündüz çalışıp durmaktasın?” diye sormuştu. O da şöyle cevap verdi:

“–Baktım ki, benim işimi bir başkası benim gibi yapamıyor, ben de kendi işimi kendim yapmaya karar verdim ve tembelliği üzerimden attım. Yaratıldığımdan beri, rızkım bana gelip yetişiyor. Bu yüzden ne hırsım kaldı, ne de tamahım.

Bir gün ölüm gelip çatacak, kimse benim için ölmeyecek. Bu sebeple ölüme hazırlanmaya ve onu karşılamaya koyuldum. (Ürpertici ölüm hakîkatini güzelleştirecek olan sâlih amellerin gayretine yöneldim.)

Diğer taraftan, insanlarda da bir vefâ görmedim. O yüzden de cân u gönülden Allah Teâlâ’nın vefâsını tercih ettim. Bundan başka her şeyi terk ettim. (Bütün bunların «zıll-i zevâl», yani bitip yok olan fânî gölgeler ve boş hayaller hükmünde olduğunu idrâk ettim ve onlara ümit bağlamaktan) vazgeçtim.”[8]

[Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (en-Necm, 39)

“Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır…” (el-Bakara, 286)

Demek ki uhrevî bakımdan bir insanın kendi kendine vereceği faydayı da zararı da cümle âlem bir araya gelse veremez… Hakkʼın emirlerine isyan ederek kendisine zulmedeni -Allah dilemedikçe- hiç kimse azaptan kurtaramaz. Îman ve sâlih amellerden uzak durarak ebedî kurtuluş yolunda kendisine hayrı olmayana, hiç kimsenin hayrı dokunmaz.

Bu bakımdan fânîlere güvenerek, yani onlardan vefâ ve yardım umarak Bâkîʼyi unutmak ve Hakkʼın emirlerine bîgâne kalmaktan daha hazin bir hamâkat olamaz.

Unutmamak îcâb eder ki bütün fânîler, Cenâb-ı Hakkʼın dilemesiyle var olmuş ve yine Oʼnun dilemesiyle varlıklarını sürdürebilmektedirler. Herkes ve her şey Oʼna muhtaçtır. O hâlde, Bâkîʼyi unutup fânîlerden medet ummak, onlardan vefâ beklemek, nefsin bir aldatmacasıdır.

Kendisini amel-i sâlihlerle donatmadan; “‒Ben filân kimsenin eteğine yapışırım, o beni kurtarır.” gibi hayal ve vehimlere kapılanlar, ancak kendilerini aldatmış olurlar. Zira kimse kimsenin yerine ölmediği gibi, âhirette de hiç kimse bir başkasının hesâbını üstlenmez.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Yükü (günahı) ağır gelen kimse onu taşımak için (başkasını) çağırsa, bu çağırdığı akrabâsı da olsa, onun yükünden bir şey yüklenmez…” (Fâtır, 18)

Dolayısıyla herkesin kendi derdine düşeceği mahşer gününde ilâhî rahmete ve Efendimizʼin şefâatine nâil olabilmek için; bugün tevbe, istiğfar, ibadet ve sâlih amellere sarılma mevsimindeyiz. Önümüzdeki; kabir, kıyâmet, mahşer, hesap, Sırat gibi zor ve çetin geçitlere, bugünden hazırlanmak mecbûriyetindeyiz.

Şu hâdise ne kadar hikmetlidir:

Büyük müçtehid Ahmed bin Hanbel Hazretleri, Bağdat’ta pazardan dönerken, onu elinde çantasıyla gören biri koşarak gelip, çantasını taşımak ister. Hazret, çantasını vermek istemeyince de adamcağız:

“–Efendim, büyüklerimize hizmet, bizim vazifemizdir.” diyerek ısrar eder. Ahmed bin Hanbel Hazretleri ise bu söze, şu hikmetli ifâdeyle mukâbelede bulunur:

“–Biz kendimizi çantası taşınacak büyüklerden bilirsek, bu kibir olur; küçüklerden biri olduğumuzun delilini teşkil eder. Bu sebeple, bizi büyüklerden bilmek, size sevap kazandırsa bile, bizi gaflete sürükler. En iyisi, kendimi, çantası taşınacak büyüklerden biri saymayıp yükümü kendim taşımalıyım. Çünkü mahşerde de herkes kendi yükünü kendisi taşıyacak ve kimse kimsenin yükünü yüklenmeyecektir.

Bu bakımdan her birimiz, ömür sermâyemizi sâlih amellerle değerlendirmek için, bugün ciddî bir gayrete girmeliyiz. Unutmayalım ki, ilâhî imtihan dünyasındaki bu fânî hayat nîmeti, bir defaya mahsus lûtfedildi. Ecel senedimizin meçhul vâdesi dolduktan sonra, artık ne bir tehir söz konusudur, ne bir tekrar, ne de bir telâfî imkânı…

Cenâb-ı Hak, ömür sermâyesini gafletle ziyan edenlerin hâlinden bir manzarayı şöyle beyan buyurmaktadır:

“Onlar Cehennemʼde; «‒Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuz ameller yerine, sâlih ameller işleyelim.» diye feryâd ederler. (Onlara şöyle denilir:) «‒Sizi, düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın azâbı!..” (Fâtır, 37)

Dolayısıyla malın, evlâdın ve dostların fayda vermeyeceği gün gelmeden evvel, bugün fırsat eldeyken “kalb-i selîm”e ulaştıracak sâlih amellere gayret etmek mecbûriyetindeyiz.

Yine âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!..” (el-Haşr, 18)

“Îmân eden kullarıma söyle: Namazlarını dosdoğru kılsınlar, kendisinde ne alışveriş, ne de dostluk bulunan bir gün gelmeden önce, kendilerine verdiğimiz rızıklardan (Allah için) gizli-açık infâk etsinler.” (İbrahim, 31)

“Ey îmân edenler! Kendisinde artık alışveriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyâmet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın!..” (el-Bakara, 254)

Unutmayalım ki, vefâsını göreceğimiz dünya malı, şimdiden infâk ederek âhirete gönderdiklerimizdir. Vefâsını göreceğimiz evlât, Allah yolunda yetiştirdiğimiz, ardımızdan bizim için duâ edip hayır-hasenatta bulunarak sadaka-i câriye olacak evlâtlardır. Vefâsını göreceğimiz dostlar da, Allah için sevip zor zamanlarında kardeş olduğumuz dostlardır.

Hayra mı şerre mi harcayacakları belli olmayan vârislerin eline geçecek mal-mülk ise, hesabı verilecek ağır bir âhiret mesʼûliyetinden başka bir şey olmayacaktır.

Şeyh Sâdî, âdeta bu hakîkatlerden ilhamla şöyle nasihat eder:

“Âhiret azığını, hayatında kendin tedârik et! Çünkü sen öldükten sonra akraban hırsa kapılır; senin arzu ettiğin gibi hayır-hasenatta bulunmazlar.

Iztırap çekmemek istersen, kabirde ıztırap çekenleri hatırla! Bugün hazine elinde iken, lâzım gelen yerlere çabuk infâk et, yarına bırakma! Çünkü yarın anahtar elinden çıkmış olur. Azığını bugün kendin götür. Öldükten sonra akrabânın ve geride kalan dostlarının sana yeteri kadar şefkat göstereceğini umma!

Azığını öbür dünyaya kendi götüren kimse, büyük nîmete ermiş demektir. Sırtımı beni düşünerek ancak kendi tırnağım kaşır, başkası kaşımaz.

Ne gibi servetin varsa avucunun ortasına koy. Verilecek yerlere ver! Veremezsen, yarınki pişmanlıktan, dişinle elinin arkasını ısırırsın.”

Hikmet ehli, bu hakîkatin îzahı sadedinde şöyle demişlerdir:

“Bir kul öldüğünde, malı hususunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini görmemiştir:

Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır. Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen bunların hepsinden hesâba çekilmesidir.”

Yine Şeyh Sâdî nasihatlerine devamla şöyle buyurur:

“Kapına bir garip gelirse, eli boş gönderme. Allah göstermesin belki bir gün sen de garip olur, kapıları dolaşırsın. Gönlü yaralı olanların hatırlarını sor, onlara bak. Belki bir gün sen de o vaziyete düşersin. Sen ki bir şey istemek için kimsenin kapısına gitmiyorsun; buna şükrâne olarak, kapına gelen yoksulu kovma, ona surat asma, onu tebessümle karşıla…”

Velhâsıl, âhiret sıkıntılarından kurtulmanın en güzel yollarından biri; mazlum, mağdur ve muhtaç durumdaki din kardeşlerimizin sıkıntılarına çâreler aramaktır. Yine onların, Rabbimiz tarafından bize zimmetlenmiş olduğunu unutmamaktır.

Bu hususta Muhâcir ve Ensâr, bize en güzel bir misaldir. Din kardeşliğimizi onların hâliyle mîzân etmeliyiz. Düşünmeliyiz ki, günümüzde vatanımıza sığınmış mazlum, mağdur, dul, yetim ve bîçâre Sûriyeli ve Iraklı din kardeşlerimize ne kadar yüreğimizi açmakta ve onların dertleriyle dertlenmekteyiz?

Merhamet ve şefkatimizin seviyesini sık sık muhâsebe etmeliyiz. Cenâb-ı Hakkʼın muhabbet ve rızâsını celbetmek için sayısız fırsatın bulunduğu ömür sermayemizi, sâlih amellerle değerlendirmeliyiz. Onu boş hayaller peşinde ziyân etmekten sakınmalıyız.]

Cenâb-ı Hak, gönüllerimize gayret-i dîniyye aşkı lûtfeylesin. Niyetlerimizi, rızâsıyla teʼlif buyursun. Müslüman olarak yaşayıp müslüman olarak can verebilmeyi, sevip râzı olduğu kullarıyla haşrolunmayı cümlemize ihsân eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 56.

[2] Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 629.

[3] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 549/32578; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26.

[4] Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 56.

[5] İbn-i Şemsü’l-Hilâfe, el-Âdâbü’n-Nâfia, s. 4.

[6] Ebû Nuaym, Hilye, III, 183-184; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk, c. 41, s. 409.

[7] Bkz. er-Ra‘d, 25; Muhammed, 22-23; en-Nisâ, 1; Ebû Dâvûd, Zekât, 45/1694; Buhârî, Tefsîru Sûre 47, Edeb 13, Tevhîd 35; Müslim, Birr, 16.

[8] Ferîdüddîn Attâr, İlâhînâme, İstanbul 2010, s. 121.