Câfer-i Sâdık (rahmetullâhi aleyh) -5-

Hak Dostlarından Hikmetler-

2014 – Haziran, Sayı: 340, Sayfa: 032

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“Bir kişiyi affettiğim için hiçbir zaman pişman olmam! Bu affım sebebiyle pek çok zarara uğrasam da, affetmek bana, verdiğim bir cezâ sebebiyle bin defa pişman olmaktan çok daha güzel gelir.”[1]

[Müʼmin, geçim ehli insandır. Din kardeşleriyle ne pahasına olursa olsun, iyi geçinmeye gayret eden ve kendisiyle iyi geçinilen kimsedir. Bir ihtilâf vukû bulduğunda; “ben haklıyım sen haksızsın” gibi tartışmalara dahî girmeden, kardeşinin hatâ ve kusurlarını örterek affetme büyüklüğünü gösterebilen kimsedir. Zira din kardeşiyle üç günden fazla küs durmanın helâl olmadığını,[2] bir sene süren dargınlıklarınsa, o kardeşinin kanını dökmek kadar ağır bir cürüm olduğunu[3] bilen bir müʼminin, başka türlü hareket etmesi, zâten düşünülemez.

Gerektiğinde Allah rızâsı için nefsinden ferâgat ederek arayı düzeltmek, îman ve takvâ muktezasıdır. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)

“…O hâlde Allâh’a karşı gelmekten sakının da aranızı düzeltin, eğer müʼminler iseniz Allah ve Rasûlʼüne itaat edin.” (el-Enfâl, 1)

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allâh’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (el-Hucurât, 10)

Müʼminlerin halîfesi Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-ʼın, Mısır vâlisi Mâlik bin Hâris el-Eşterʼe gönderdiği “Emirnâme”de yer alan şu tavsiyeler, affetme husûsunda, ne güzel bir gönül ufku sergilemektedir:

“Emir ve idâren altında bulunan halka karşı, merhamet, muhabbet ve güzel muâmeleyle kalbini tezyîn et!..

Ahâliden -beşeriyet îcâbı- hatâ sâdır olabilir; ellerinden kasten veya hatâen bâzı yanlışlıklar zuhûr edebilir. Allah’tan kendin için af ve müsâmaha dilediğin gibi, sen de onları affet, güzel muâmelede bulun. Sakın hiçbir affından dolayı pişman olma! Cezâ verince de sevin­me!..”

Bununla birlikte -her hususta olduğu gibi- af ve müsâmahanın da ölçüsünü kaçırmamak gerekir. Fazîlet olan af; hatâsını anlayıp pişman olana karşı gösterilendir. Hatâ, isyan ve zulümde inat edeni affetmek ise, bir fazîlet değil, bilâkis, bir zaaf ve âcizliktir. Çünkü hatâ ve yanlışında ısrar edeni affetmek, onun aynı yanlışı tekrarlamasına fırsat vermek demektir.

Mevlânâ Hazretleriʼnin ifadesiyle;

“Adâlet, meyve ağaçlarını sulamaktır; zulüm ise dikenleri sulamaktır…”

Ayrıca af ve bağışlama, affedecek kişinin şahsına karşı işlenen suçlarda mevzubahistir. Fakat öyle suçlar vardır ki, dînî mukaddesâta, millî değerlere ve toplumun hukûkuna saldırı mâhiyetindedir. Böyle durumlarda affetmek yerine, ıslah için cezâya başvurmak, adâleti temin etmek ve doğru ile yanlışı açıkça izhâr etmek gerekir. Zira böyle bir suçlu affedildiğinde, bunun daha büyük haksızlıklara yol açacağı, dolayısıyla topluma zulmedileceği muhakkaktır.

Nitekim Hazret-i Âişe-radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, Peygamber Efendimiz’in bu husustaki davranış şeklini şöyle ifâde buyurmuştur:

“…Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kendisine kötülük yapan kimseden intikam alma(ya muktedir olduğu hâlde, onu cezâlandırmaz)dı. Fakat Allâh’ın yasak et­tiği şeyler çiğnenince, o yasağı çiğneyeni Allah adına cezâlandırırdı.”(Müslim, Fedâil, 79; Ebû Dâvûd, Edeb, 4)]

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“Bir mü’min kardeşine âit, hoş olmayan bir şey duyarsan, onun için birden yetmişe kadar mâzeret kapısı araştır. Bulamazsan; «Belki benim bilmediğim veya anlayamadığım bir mâzereti vardır.» de, sonra da meseleyi kapat!”[4]

[İslâm ahlâkı, başkalarında kusur aramak yerine, önce kendi kusurlarını görüp telâfîsiyle meşgul olmayı gerektirir.

Müʼmin, din kardeşine karşı dâimâ hayırhâh olmalıdır. Yani onun için her zaman hayır dileyip iyiliğini temennî etmelidir. Nefsânî bir çekişmeye girerek veya hasede kapılarak, kendini haklı çıkarmak için kardeşinin hatâ yapmasını beklemek gibi çirkin huylardan titizlikle sakınmalıdır.

Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“Müslüman kardeşinin uğradığı felâketi sevinçle karşılama! Allah Teâlâ onu rahmetiyle felâketten kurtarır da, seni imtihan eder.” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 54)

Öte yandan müʼmin, bir din kardeşinin yanlışını gördüğünde, hemen sû-i zanna kapılmamalı, aceleyle yanlış bir hüküm vermemelidir. İhtiyat ve teennî ile hareket ederek, önce onun bu davranışının geçerli bir mâzereti olup olmadığına bakmalıdır. Zira ona bu müsâmaha ve hüsn-i zannı göstermek, İslâmʼın telkin ettiği kardeşlik âdâbındandır.

Cenâb-ı Hak âyet-i ke­rîmede; “…Tecessüste bulunmayın!..” (el-Hucurât, 12)buyurmaktadır. Böylece müʼmin­leri, din kardeşlerinin gizli ve mahrem olan hatâ, kusur ve ayıplarını araştırmaktan men etmektedir.

Hattâ İslâm ahlâkında, bir müʼminin sadece şahsını ilgilendiren ve umûma zararı dokunmayan ayıp ve kusurlarına hasbeʼl-kader vâkıf olunduğunda, onları örtüp gizlemek ve münâsip bir lisanla uyarmak, mühim bir kardeşlik vazifesidir.

Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzâh etmektedir:

Hazret-i Ömer-radıyallâhu anh- bir gece Medîne sokaklarında geziyor, şehri teftiş ediyordu. Evinde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti. Duvardan atlayıp yanına vardığında adamın yanında bir câriye ve içki bulunduğunu gördü. Ona:

“‒Ey Allâh’ın düşmanı! Sen mâsiyet üzere iken Allâh’ın senin günahını örteceğini mi zannettin?” diye çıkıştı.

Adam:

“‒Ey Mü’minlerin Emîri, bana kızmakta acele etme! Ben Allâh’a karşı bir defa isyân ettiysem, sen üç defa âsî oldun:

Birincisi; Cenâb-ı Hak «Tecessüste bulunmayın!» (el-Hucurât, 12) buyuruyor, sen tecessüste bulundun!

İkincisi; Allah Teâlâ «Evlere arkalarından girmeniz, hayırda ileri gitmek değildir!» (el-Bakara, 189) buyuruyor, sen duvardan atlayıp bana baskın yaptın ve evin arkasından izinsiz girdin!

Üçüncüsü de; Allah Teâlâ «Ey îmân edenler! Kendi odalarınızdan başka odalara, sahiplerine geldiğinizi fark ettirip (izin alıp) selâm vermeden girmeyiniz!» (en-Nûr, 27) buyuruyor, sen ise selâm vermeden girdin!” dedi.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“‒Seni affedersem hâlini düzeltir misin?” diye sordu.

Adam:

“‒Evet, vallâhi ey Mü’minlerin Emîri! Eğer beni affedersen, bir daha böyle günahlara kesinlikle dönmem!” dedi.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da onu affetti ve evden çıkıp gitti.[5]

Rasûlullah-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kim arkadaşının ayıbını örterse, Allah da kıyâmet günü onun ayıbını örter. Kim de müslüman kardeşinin ayıbını açığa vurursa, Allah da onun ayıbını açığa vurur. Hattâ evinin içinde bile olsa, onu ayıbıyla rezil eder.” (İbn-i Mâce, Hudûd, 5)

“Kim bir kardeşini (tevbe ettiği) günahı sebebiyle ayıplarsa, o günahı işlemeden ölmez.” (Tirmizî, Kıyâmet, 53/2505)

Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, hiç kimsenin ortaya çıkmamış ayıp ve kusuruyla meşgul olmadığı gibi, bu tür hâllerin araştırılmasını da şiddetle men ederlerdi. Hattâ O Rahmet Peygamberi,kimsenin yüzüne tecessüs derecesinde, yani ayıbını araştırırcasına bir dikkatle bakmazdı.

Bir müʼminin vazifesi de, din kardeşlerine karşı gözünü ve gönlünü tecessüsten koruyup evvelâ kendi iç dünyasını mânevî marazlardan arındırmakla meşgul olmaktır.

Şunu da unutmamak îcâb eder ki, Cenâb-ı Hakkʼın sıfatlarından biri de “Settâruʼl-Uyûb” yani ayıp ve kusurları gizleyendir. Dolayısıyla gerçek bir müʼminin de bu ilâhî ahlâktan mümkün olduğu ölçüde hisse alması gerekir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Mü’minler arasında hayâsızlığın şuyû bulmasını (yayılmasını) arzu edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette can yakıcı bir azap vardır…” (en-Nûr, 19)

“Allah, zulme uğrayanın dile getirmesi dışında, çirkin sözün açıklanmasını sevmez…” (en-Nisâ, 148)

Bir din kardeşimizin şahsî bir ayıp ve kusurunu ifşâ etmek, onun hatâsını daha da sahiplenip yanlışını savunmasına, böylece tevbe kapısından ve hâlini ıslah yolundan tamamen uzaklaşmasına sebebiyet verebilir. Bundan dolayı, en doğru hareket tarzı; din kardeşimizi dışlayıp hatâ ve kusurlarıyla başbaşa bırakmak yerine, ona, yapıcı ve ihyâ edici bir üslûpla yaklaşmaktır. Hikmetli sözlerle, güzel nasihatlerle ve münâsip bir lisanla îkazda bulunmaktır. Bu aynı zamanda, Hâlıkʼın şefkat ve merhamet nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının, yüksek ruhlardaki bir tezâhürüdür.

Zira kâmil bir müʼmin, günahkâra değil, günaha düşmandır. Dolayısıyla günaha duyduğu nefreti, günahkâra taşırmaz. Bilâkis günahkârı, kendisini o günahtan korumakta acze düşmüş, yaralı bir kuş gibi merhamete muhtaç görür. Onu nefret veya hakâretle dışlamak yerine, rencide etmeden, zarif bir üslûp ile îkaz ve irşâd etmeye çalışır. O kardeşini, düştüğü günah çukurundan kurtarıp nezih bir hayata kavuşturmak için, ona yardım elini uzatır. Af ve müsâmaha ikliminde, onun gönlünü kazanmaya gayret eder.

Hatâ ve günahlara sürüklenmiş olan din kardeşlerimize nasıl yaklaşmamız gerektiği hususunda, Yezid bin Esamʼın naklettiği şu hâdise ne güzel bir misaldir:

Şam ehlinden, güçlü-kuvvetli, nüfuz sahibi bir kimse vardı. Zaman zaman Hazret-i Ömer’in yanına gelirdi. Bir ara, Ömer -radıyallâhu anh- o kimseyi göremez oldu. Çevresindekilere:

“–Falan zât ne yapıyor, artık görünmez oldu?” dedi.

“–Ey Mü’minlerin Emîri! O kendini içkiye verdi.” dediler.

Hazret-i Ömer kâtibini çağırarak:

“–Yaz!” dedi. “‒Ömer bin Hattâb’dan falan kimseye! Selâm sana! Kendisinden başka ilâh olmayan, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin ve ihsânı bol olan Allâh’a hamd ederim. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş ancak O’nadır.”

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, mektubu yazdırınca arkadaşlarına dönerek:

“–Allâh’a yönelmesi ve Allâh’ın da tevbesini kabul buyurması için kardeşinize duâ ediniz!” dedi.

O zât, Hazret-i Ömer’in mektubunda zikrettiği; «(Allah) günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin olandır…» (el-Müʼmin, 3) âyet-i kerîmesini tekrar tekrar okudu ve:

“–Allah beni hem azâbıyla korkutmuş, hem de günahlarımı affedeceğini vaad etmiş.” diyerek ağladı ve güzelce tevbe etti.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, o zâtın tevbe ettiğini haber alınca:

“–Bir kardeşinizin yoldan çıktığını, günaha saplandığını gördüğünüzde, onu doğru yola getirmeye, Allâh’ın affından ümitvâr olmasını sağlamaya çalışınız. Tevbe nasîb etmesi için Allâh’a duâ ediniz. Kendisine bedduâ ederek aleyhinde şeytana yardımcı olmayınız.” dedi.(İbn-i Kesîr, Tefsir, IV, 76)]

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“Öncesi korku, sonu özür olan günah, kulu Hakk’a yaklaştırır. Öncesi güven, sonu kibir olan ibadet de, kulu Hak Teâlâ’dan uzaklaştırır. Kendini beğenmiş olan itaatkâr, aslında âsîdir. Özür dileyen âsî de hakîkatte itaatkârdır.”[6]

[Şeytan -aleyhillâ‘ne-, Cenâb-ı Hakkʼın emrine îtiraz edip Oʼna karşı ilk isyânı işlediğinde, kibir ve enâniyetinin esiri olup hatâsında ısrar etti, inadının kurbanı oldu. Böylece Cenâb-ı Hakkʼın lânetine dûçâr oldu.

Hazret-i Âdem-aleyhisselâm- ile Hazret-i Havvâ vâlidemiz ise, şeytana uyup Allâhʼın yasakladığı ağacın meyvesini tadarak insan neslinden zuhûr eden ilk günahı işlediler. Fakat şeytanın yaptığı gibi hatâlarını bahânelerle örtbas etmeye çalışmak yerine, hemen gerçeği samimiyetle îtiraf ettiler.

“Dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlakâ ziyan edenlerden oluruz.”(el-A’râf, 23)

Yanlıştan dönme fazîletini sergileyip, nedâmet ve mahcûbiyet içinde, Cenâb-ı Hakkʼın rahmet ve mağfiretine sığındılar. Samimî gözyaşlarıyla yaptıkları tevbe ve istiğfarları Cenâb-ı Hak tarafından kabul olununca da, ilâhî lûtfa nâil oldular. Böylelikle, kıyâmete kadar nesillerinden gelecek insanoğluna, kendilerini günah çukuruna düşmekten koruyamadıklarında nasıl kurtulacaklarına dâir, eşsiz bir numûne-i imtisâl oldular.

Nefs ve şeytan gibi iki büyük düşmanla imtihan âlemine gönderilen Âdemoğlunun -beşeriyyet îcâbı- hatâ ve nisyandan büsbütün sâlim kalabilmesi mümkün değildir. Mühim olan; herhangi bir günaha sürüklendiğinde, affedici bir Rabbinin olduğunu unutmamak, Oʼnun rahmetinden ümit kesmeden, günahının affı ve hatâsının telâfîsi için ciddî ve samimî bir gayrete girebilmektir.

Günahının pişmanlığı içinde, nasuh bir tevbe edip samimî gözyaşları döken nice günahkâr vardır ki, neticede Cenâb-ı Hakkʼın velî kulları hâline gelmişlerdir. Buna mukâbil, kendini Cennetlik gören nice ibadet ehli vardır ki, amellerine olan îtimadları, âdeta Hakkʼın rahmetine olan ümitlerini aşacak noktaya geldiğinden, ilâhî gazaba dûçâr olmuşlardır.

Hor-hakir görülen nice günahkâr, gün gelir tevbe edip temizlenir de, onu hor görenlerden çok daha yüksek derecelere ulaşabilir. Buna mukabil, zühd ve takvâ üzere yaşayan ibadet ehli niceleri de, nefs ve şeytanın, sûret-i haktan görünen tuzaklarına kapılarak, âhiretlerini mahvedebilirler… Son nefesi îmân ile verebilme hususunda peygamberler ve onların müjdeledikleri dışında hiç kimsenin bir garantisi yoktur.

Rasûlullah-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-Efendimizʼin bildirdiği şu hâdise ne kadar ibretlidir:

“Bir adam;

«–Vallâhi Allah falancayı mağfiret etmeyecek!» diyerek kestirip attı.

Allah Teâlâ ise;

«–Falancayı mağfiret etmeyeceğim hususunda yemin eden de kim?! Ben onu mağfiret ettim, senin amelini de iptal ettim!» buyurdu.” (Müslim, Birr, 137)

Demek ki yalnızca Cenâb-ı Hakkʼın bileceği mevzûlarda konuşurken son derece dikkatli olmalı, haddi aşan bir söz söylemekten titizlikle sakınmalıyız. Unutmayalım ki, dünyadaki kulluk imtihanını, kimin ne hâl üzere bitireceği, yalnızca Hak Teâlâʼnın mâlûmudur. Bu bakımdan kâmil bir müʼmin;

‒Güzel hâl ve sâlih amellerine bakarak asla şımaramaz,

‒Âkıbetinden eminmiş gibi mağrur tavırlar takınamaz,

‒Hata ve kusurları sebebiyle insanları hor-hakir görerek, dolaylı yoldan kendini yüceltici tavırlar içine giremez…

YineRasûlullah-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-Efendimizʼin haber verdiği şu hâdise de bu hususta mühim bir îkaz mâhiyetindedir:

“İsrâiloğulları içinde, birbirine zıt istikâmette iki kişi vardı: Biri günahkârdı, diğeri ise ibadette gayret gösteriyordu. Âbid olan, diğerine günah işlerken rastlardı da; «Vazgeç!» derdi. Bir gün, yine onu günah üzerinde yakaladı. Yine; «Vazgeç!» dedi. Öbürü ise:

«–Beni Allah ile başbaşa bırak. Sen benim başıma müfettiş misin?» dedi. Diğeri:

«–Vallâhi Allah seni mağfiret etmez.» Veya; «–Allah seni Cennetʼine koymaz!» dedi.

Bunun üzerine Allah Teâlâ ikisinin de ruhlarını kabzetti.

Bunlar, Âlemlerin Rabbi’nin huzûrunda bir araya geldiler. Allah Teâlâ, ibadette gayret edene:

«–Sen Ben’im elimdekine kâdir misin?» dedi. Günahkâra dönerek:

«–Git, rahmetimle Cennetʼe gir!» buyurdu. Diğeri için de:

«–Bunu ateşe götürün!» diye emretti.”

Ebû Hüreyre-radıyallâhu anh-der ki:

“(Adamcağız, Allâh’ın gazabına dokunan münâsebetsiz) bir söz söyledi; bu söz, dünyasını da, âhiretini de helâk etti.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43/4901)

Demek ki, kimin ne olacağını ve kalplerde gizli olanı, ancak Allah Teâlâ bilir. Bize düşen, evvelâ kendi hatâlarımızla meşgul olarak, tevbe ve istiğfâra sarılmaktır. Dolayısıyla bu fânî dünyada, âdeta bir mayın tarlasında yürüyormuşuz gibi, her hâlimize dikkat etmeliyiz.

Şunu da hiçbir zaman unutmayalım ki, kendimizde bulunduğunu düşündüğümüz güzel vasıfların çok daha üstünü, hiç tahmin etmediğimiz kimselerde bulunabilir. Bu sebeple Allâh’ın kullarını istihfâf etmek, yani küçük görmek; aslında kendimizi küçülten, çirkin bir davranıştır.

Dolayısıyla bir müʼminin, Allâhʼın yarattığı bir kulu, hattâ hayva­nâtı bile küçümseyip incitmekten titizlikle sakınması gerekir.

Nitekim Hazret-i Nûh -aleyhisselâm-, cerahatli bir köpeğe bakmaktan imtinâ edip başını çevirdiği için;

“‒Ey Nûh! Benʼi mi ayıpladın? Onu da Ben yarattım!” şeklinde, ilâhî bir îkâza muhâtap olduğu rivâyet edilmektedir. Yaratanʼından ötürü hayvanâta bile bu kadar derin bir hassâsiyetle yaklaşmak gerekirse, insanları küçümseyip incitmenin ne büyük bir hatâ olduğu kolayca anlaşılır.

Velhâsıl müʼmin, sâlih amellerine ve gidişâtının düzgün oluşuna bakarak mağrur olmamalı; kendini kurtulmuş zannetmemelidir. Buna mukâbil, günahından dolayı da yeʼse kapılıp Allâhʼın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Lâkin, yaptığı yanlışlıklardan derhâl vazgeçip tevbe ve istiğfâr hâlinde yaşamalıdır.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) buyurarak, son nefesimize kadar, havf ve recâ, yani korku ve ümit duyguları arasında kullukta bulunmamızı istemektedir. Zira hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz o şekilde haşrolunursunuz.” (Münâvî, Feyzüʼl-Kadîr, V, 663)

Bununla birlikte, bu umûmî hakîkatin, bâzı istisnâları da bulunabileceğini, hiçbir zaman göz ardı etmemeliyiz. Zira, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, istikâmet üzere bir hayat yaşayıp Cennetʼe bir karış kala ebedî saâdeti kaybedenleri, buna mukâbil istikâmetten uzak bir hayat yaşadığı hâlde, Cehennemʼe bir karış kala kazananları haber vermektedir.

Yine unutmayalım ki, Allâhʼın rahmeti de gazabı da bâzen küçük, bâzen orta, bâzense büyük bir amelde tecellî edebilir. Bu bakımdan, en ufak bir günahtan da büyük bir titizlikle sakınmalıyız, en küçük bir hayrı da büyük bir ganimet bilip îfâsına gayret göstermeliyiz.]

Cenâb-ı Hak, kalplerimizi rızâsıyla teʼlif eylesin. Râzı olduğu hâl ve amellere cümlemizi muvaffak kılsın. Lûtf u keremiyle âkıbetimizi hayreylesin…

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] İbn-i Abdilberr, Edebü’l-Mücâlese, s. 116.

[2] Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 47/4912.

[3] Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 47/4915.

[4] Hânî, el-Hadâik, s. 132.

[5] Harâitî, Mekârimü’l-Ahlâk, Kâhire: Dâru’l-Âfâk, 1419, s. 152.

[6] Attâr, Tezkire, s. 55.