Bize ve Nesillerimize En Güzel Örnek YEGÂNE REHBER

Ebedî Fecre

Yıl: 2014 Ay: Haizran Sayı: 112

İnsan; etrafı esfel-i sâfilîn uçurumlarıyla dolu «sırât-ı müstakîm»den yürüyerek, ahsen-i takvîm cennetine gitmeye çalışan bir yolcu…

Bu yolda irşad edici levhalara muhtaç…

İnsan; fıtrî temâyülün dışında bomboş bir sayfa hâlinde dünyaya gelen bir ebediyet seyyahı…

Rehbere, öğrenmeye, örnek almaya muhtaç…

Anne-babalar, öğretmenler, ustalar, hocalar, rehberler ve sergiledikleriyle herkes, bilerek veya bilmeyerek diğer insanlar için birer nümûnedir, şahsiyet modelidir.

Fakat insanın asıl tahsili; mârifetullah, yani Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıma ve O’na yaklaşabilme tâlimidir.

İşte bu tahsilde rehber, muallim ve mürşidler, peygamberlerdir. Ders kitapları da ilâhî kitaplardır.

Biz âhirzaman ümmetine ise, Cenâb-ı Hak; en büyük ve en mükemmel örneği, üsve-i hasene olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i lutfetmiştir.

Cenâb-ı Hakk’ın insanda arzu ettiği îtikat, ibâdet ve ahlâkın en güzel ve en üstün tatbikatı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatındadır.

Kur’ân-ı Kerim, nasıl son ve tam ilâhî tâlimatlar manzûmesi ise; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, onun hayata geçirilmiş hâlidir. O’nun nezih hayatı, ümmetin her ferdi için bir fiilî kıstastır.

Sadece devrinde değil, kıyâmete kadar en güzel örnek O’dur.

HER DEVRE, HER FERDE NÜMÛNE

Sadece belirli yaşlara ve husûsiyetlere değil; yediden yetmişe ve zenginden fakire, sıradan insandan en yüksek mevkideki bir lidere de en mükemmel nümûne-i imtisal O’dur.

Bu sebeple, ümmet-i Muhammed’in her ferdinin; her kıyamda niyaz ettiği sırât-ı müstakîm üzere bir hayat yolculuğu için, O’nun hayatını tahsil etmesi ve her adımda O’na ittibâ etmesi zarûrîdir.

Tarih boyunca mükemmel insan için tarif listeleri sıralayan, Aristo’dan Nietzsche’ye filozofların, ne de tariflerini okuyanların arasından, mükemmel insanı şahsiyetiyle, yaşayışıyla, ahlâkıyla mükemmelen sergileyebilen çıkmamış; aksine onlar menfaatin, şahsî zaaf ve zayıflıkların zebûnu ve korkunç hataların misâli olmaktan öteye geçememişlerdir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz ise; Rabbimiz’in terbiyesinde aldığı edeple, nübüvvetin şartı olan ismetiyle, risâletin özündeki ıstıfâ yani seçilmişlikle, doğuşundan itibaren kâmil bir nefse, muazzam bir ahlâka ve müstesnâ bir şahsiyete sahip idi. O’nun güzel ahlâkı, iffeti, sadâkati, emîn vasfı, zekâ ve fetâneti; risâletinden önce de sâbit ve kendisini tanıyan herkesçe müsellem idi.

Vahyin te’yidiyle, Hak’tan bize gönderilmiş bir sultân-ı müeyyed olarak sürdüğü 23 yıllık nebevî hayatı ise; Kur’ân’ın, bizzat getiren elçi vasıtasıyla tefsiri mahiyetinde, sünnet-i seniyye adıyla İslâm’ın ikinci temel kaynağı oldu.

Çünkü yegâne fiilî kıstas, üsve-i hasene, yani kıyâmete kadar beşeriyete en güzel örnek O’dur. O ki, iki cihanda şahidimiz ve şefaatçimiz…

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ihsan şuurunun âbidesi olan hayatıyla, mücessem takvâ hâliyle, aynı zamanda muhabbet, müsâmaha ve şefkatiyle dînî riyâsete en zirve misaldir.

Sırtını, kısas isteyenlere açan adâletiyle; gece-gündüz ümmetin derdiyle yanan cehd ü gayretiyle, devlet reisliğine en yüce misaldir.

Fakr u zarûrette, karnına taş bağlayıp dik duran kanaat ve metânetiyle örnektir.

Ganîmetlerin yağdığı zenginlik karşısında, bir dinarı sabaha bırakmayan cömertliği ve istiğnâsı ile örnektir.

Hariçteki dünya kadar meşgalesine rağmen aile efrâdına îtinâ ve şefkati ile örnektir. Zayıflara, kimsesizlere, kölelere merhameti ile örnektir. Mücrimlere affı ve müsâmahası ile örnektir. Düşmanını bile îtirafa mecbur bırakan şahsiyetiyle örnektir. Dostuna; «Bir mislini ne O’ndan önce ne de O’ndan sonra görmedim!» dediren melâhat, letâfet ve nezâketiyle örnektir.

Hayatta bir sahada tekâmül edip, nümûne olabilen enbiyâ ve evliyâ misâli zâtlar eksik olmamıştır. Fakat Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bir sahada değil, her sahada en güzel örnek olmuştur. O’nun, çile çemberinden ve ilâhî lütuflar meşherinden geçen hayatı; yan yana gelmez zannedilen şart ve vasıflar için misalleri kendinde cem etmiştir.

Meselâ;

Servet sahibi bir kişi; bütün Arabistan’a hâkim olan, bilumum Arap reislerini kendisine muhabbetle râm eden o yüce Peygamber’in tevâzû ve cömertliğini tefekkür ederek, kendisine O’nda en güzel misâli bulur.

Aynı zamanda zayıf teb’adan bir kişi de; Mekke’de zâlim ve gāsıb müşriklerin nizam ve idaresi altında yaşayan Peygamber’in sabır ve metânet dolu hayatından örnekler alır.

Muzaffer bir kumandan, Bedir ve Huneyn’de düşmanına galebe çalan cesaret ve îtidal Peygamberi’nin hayatından ibret almalıdır.

Mağlûbiyete uğrayan bir kumandan ise, Uhud Harbi’nde şehid düşen veya yaralanıp yere yatan ashâbı arasında sabır ve şecâatle dolaşan mütevekkil Peygamber’i hatırlamalıdır.

Her muallim, Kur’ân kursu hocası ve imam-hatip; mescidde Suffe Ashâbı’na ince, rakîk ve hassas gönlünün feyizlerini aktararak ilâhî emirleri öğreten Peygamber’i düşünmeli ve O’nun hâlini hayatına tatbike gayret etmelidir.

Her talebe; kendisine vahiy getiren Cibrîl-i Emîn’in önünde edep, dikkat ve iştiyakla oturan Peygamber’den talebeliğin hakkını öğrenmelidir.

Her vâiz; Mescid-i Nebevî’nin içinde ashâbına sohbet ederek hikmetler saçan Peygamber’i dinlemeli, hâl ve kālini O’nun hâlinden ve kālinden nasiplendirmelidir! O’nun tatlı sesine kulak ve gönül vermelidir.

İslâm’a davet ve tebliğ vazifesini edâ mükellefiyetindeki herkes; bütün imkânsızlıklarına rağmen, bütün ezâ ve cefâlara rağmen, canla başla tebliğine devam eden Peygamber’i örnek almalıdır.

Hakkı tutup kaldırmak isteyen fakat, güçsüzlükten şikâyet eden her kişi; O’nun câhiliyye devrinde dahî Hılfu’l-fudûl gayretinden nasipdar olmalıdır.

O’nun hayatı her hâl için en güzel misâle sahiptir.

Zaferden sonra gelen affedicilik ve tevâzua, Mekke’nin fethindeki hâli ne güzel misaldir. Alparslanlar, Selâhaddinler, Fatihler, Yavuzlar; O’nun bu hâlinden bir nasip yaşama heyecanını sergilemişlerdir. Böyle bir müstesnâ misâle sahip ve tâbî olmayanlar ise, katliâmlar, cinayetler ve yıkımlar bırakmışlardır.

O’nun hayatı; çobanlıktan milletler arası ticarete, çiftlik tanziminden çarşı teftişine, vakıf tesisi ve idaresinden mescidler inşasına; yüzlerce heyet karşılama ve eğitimi, beldelere sefir, zekât memuru, âlim ve vali gönderilmesi ve bütün bu faaliyetlerin hassas organizasyonu, reislerinin belirlenmesi, haberleşme, takip gibi yüzlerce, binlerce muayyen faaliyet ile doludur.

Ayrıca -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den başka hiç kimsenin hayatı en ufak ayrıntısına kadar kayıt altına alınmış değildir. Çoğu kişi her ânında örnek olamamanın vebâliyle böyle bir kaydı istemeyeceği gibi, zaten kimse de bu zahmete ihtiyaç duymayacaktır. Fakat üsve-i hasene olan Peygamber Efendimiz’in her adımı, her sözü, hattâ bir şeyi görüp de ses çıkarmamış olması dahî; ümmeti için, bütün müslümanlar için bağlayıcı, yani tâbî olunması gereken bir örnektir.

Efendimiz’in aile hayatı da en müstesnâ örneğimizdir.

Hazret-i Hatice’nin ve Hazret-i Âişe’nin zevci olan O mübârek Zât’ın temiz sîretine, derin hissiyâtına ve şefkatine her aile reisi dikkatle nazar etmelidir.

Her baba, Fâtımatü’z-Zehrâ’nın babası ve Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin’in dedesi olan bu Zât’ın onlara karşı davranışlarındaki rikkat ve dikkati öğrenmelidir.

Ümmetin her ferdi; mârifetullah tahsilinin en mühim adımının, O’nun sîretini tahsil etmek olduğunu idrâk etmelidir.

Ancak bu kâfî değildir.

Ümmetin her ferdi, O’nu insanlığa anlatmakla da mükelleftir.

BİLHASSA EVLÂTLARIMIZA…

Bu tâlimâtı, bizzat Peygamber Efendimiz de vermektedir:

“Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin:

Peygamber sevgisi,

Ehlibeyt sevgisi

Kur’ân kıraati…”(Münâvî, I, 226)

Bugün evlâtlarımızı yetiştirirken, insanlığın en büyük mürebbîsi, en müstesnâ rehberi, en güzel muallimi olan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den ve bu tâlimâtından ne kadar istifâde edebiliyoruz?

Çocuklarımızın yabancı dil konuşmasına gösterdiğimiz ihtimâmı, Kur’ân’ı güzelce okuyup anlamasına gösterebiliyor muyuz?

Kabirden öteye geçemeyen, fânî etiket ve unvanları elde edebilmesi için gösterdiğimiz gayret; ebedî ve bâkî mükâfatlar getirecek tahsile gösterdiğimiz alâkadan daha mı fazla?

Çocuklarımızın iyi bir liseye, kaliteli bir üniversiteye yerleşmesi için dertlendiğimiz kadar, cennete girebilmesi için dertleniyor muyuz?

Yavrularımıza öğretmemiz gereken en mühim ders, Peygamber Efendimiz’dir. O’nun hayatıdır. Kur’ân-ı Kerim’dir. Îtikad, ibâdât, muâmelât ve ukûbâtı, her ilmi O’ndan öğrenmek mecburiyetindeyiz. Her mü’mine farz-ı ayın olan ilim budur. Bu ilimlerde derinleşerek tebliğ de edebilecek, geleceğin irfan ehli âlimlerini yetiştirmek de farz-ı kifâye olarak, ümmetin boynunun borcudur.

Unutmamalıdır ki, ahlâklı, dindar, samimî nesiller kendiliğinden yetişmez. Bunun için ciddî bir gayret ve ihtimam gerekir. Bu lüzumu da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den öğreniyoruz:

-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatında; en çok meşgul olduğu, en çok ilgi ve alâka gösterdiği kişiler kimlerdi?

Fahr-i Kâinât Efendimiz; fedâkâr muhâcirleri de, îsar sahibi ensârı da çok severdi. Lâkin O’nun en büyük gayesi ve gayreti, arkasından ideal bir nesil yetiştirebilmek idi. Bu sebeple zamanının en büyük kısmını; insan yetiştirmeye, nesilleri hazırlamaya vakfetti. Mekke’de Dâru’l-Erkam’da; Mus‘abları, İbn-i Mes‘ûdları yetiştirmeye başladı. Medine’de de Ebû Hüreyrelerin, Eneslerin, Muazların yetiştiği Ashâb-ı Suffa’ya çok zaman ayırır ve ihtimam gösterirdi. Onlara hem ders verir, hem hâliyle canlı bir misal olurdu. Hâne-i saâdete bir ikram gelse -aç da olsa- kendisinin boğazından geçmezdi, onu Ashâb-ı Suffe’ye götürürdü.

Bugün rahat imkânlar içerisinde Kur’ân eğitimi veren hocalar, imam-hatipler de Efendimiz’in bu dertlenişinden, ızdırâbından hisse almalıdır. Talebelerinin maddî ve mânevî açlığı karşısında hissiz ve duyarsız kalan, vazifesini, kart basan bir memur edâsıyla yapan bir Kur’ân muallimi olmak ne büyük bir vebaldir!

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu şevk ve gayretle terbiye ettiği talebeleri de mükemmel bir kıvamda yetişiyordu:

Giyecek doğru dürüst elbiseleri dahî olmayan, mescidin bir köşesinde yatıp kalkan bu talebeler; «infak âyetleri» nâzil olmaya başlayınca; «Bu âyetlerin mânevî sofrasından ayrı kalamayız!» dediler ve dağlara gittiler. Yokluğu mazeret etmeyip, çalı-çırpı topladılar, Medine çarşısında sattılar, parasını infâk ettiler. Onlar Allah Rasûlü’nden ne güzel bir kıvam aldılar.

Ebû Talha  –radıyallâhu anh– o ilk Kur’ân kursunu şöyle anlatıyor:

“Bir gün Hazret-i Peygamber’in yanına gittim. Açlıktan iki büklüm olmuş, belini dik tutabilmek için karnına taş bağlamıştı. Bu hâlde Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğretiyordu. Sahâbe, işte bu hâli örnek aldı ve Medine Kur’ân üstatlarıyla doldu.”

Onların Kur’ân’a karşı bağlılık, muhabbet, heyecan ve coşkuları o derecedeydi ki; nâzil olan bir âyet, sanki gökten inen bir sofra gibiydi. Bütün gayretler; âyetleri telâkkî etmek, yaşamak ve tebliğ etmek içindi. Gece namaz kılmayı, seherlerde Kur’ân okumayı; yataklarına tercih ediyorlardı. Hattâ gece karanlığında evlerinin yakınlarından geçenler, arı uğultusu gibi zikir ve Kur’ân nağmeleri işitiyorlardı. (İbn-i Sa‘d ve İbn-i Esîr)

Suffa Ashâbı, sâir ashabdan daha fazla fedâkârlık göstermeye hazırdılar. Ebû Hüreyre Hazretleri anlatır:

“Muhâcir kardeşlerimiz ticaretle ve ensar kardeşlerimiz de ziraat ve hurmalıklarıyla meşgul olurken; ben yarı aç yarı tok, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından ayrılmaz, onların bulunmadıkları zamanlarda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulunur, onların şahit olmadığı nice şeylere şahit olur ve onların ezberleyemediklerini ezberlerdim.” (Bkz. Buhârî, İlim, 42)

İbn-i Mes‘ûd  –radıyallâhu anh– Hazretleri anlatır:

“Bize Allah Rasûlü’nden öyle hâller in‘ikâs etti ki, yenen lokmaların zikrini duyuyorduk.” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)

Bugün anne-babalar ve muallimler olarak bizler; evlât ve talebelerimizde bu feyiz ve bereketi lâyıkıyla tahsil edemiyorsak, bizim Efendimiz’e ittibâımızda ve sevgimizde noksanlık var demektir. Zira kişi, sevdiği kişi gibi yaşamaya gayret eder. Kıyâmet gününde O’nunla beraber olmak isteyen, O’nun azminde ve gayretinde yaşar.

Bugün fânî dünyada fânî hedefler istikametinde lüzumlu olan herhangi bir tahsil için 15-20 senelik, bazen daha fazla bir eğitim zamanı sarf ediliyor. Bu da kültür olarak görülüyor.

Oysa düşünmeli ki;

Ebediyet yolcuları olarak bizler, acaba biz hangi kültüre muhtacız? Bu cihana gelişimiz niye? Gidişimiz nereye? Bu akış nereye?

İnsanların idraklerinde beliren; «Hayat nedir?» suâline, yalnızca toprağın rutûbeti ve mezar taşlarının katı sessizliği cevap olarak yükselecekse, böyle gafilâne bir hayattan daha acı şey ne olabilir?

Dolayısıyla ebedî tahsilimizin kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenmek, öğretmek ve canlı bir Kur’ân olabilmek için sadece yaz tatillerinde bir-iki aylık Kur’ân eğitimini kâfî görmek, abesle iştigal ve kendimizi kandırmadan ibarettir. Çünkü bütün ömür boyu ancak Kur’ân ile yaşanacak bir hayata muhtacız. Tâ ki sonsuz hayata bir ebediyet sermayesi ve kurtuluş vesilesi olsun!

Bir gün, Sâmi Efendi Hazretleri’nin ziyaretine gelenlerden biri; hem Hazret’in duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken;

“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diye takdim etmişti.

Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- ise tebessüm ederek onlara;

“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, «mârifetullah»tır, Hakk’a kul olmak tahsilidir…” buyurdu.

Bu tahsilin en güzel nümûneleri olan o Hak dostları, bu gerçek eğitimin ulvî bereketine ve şuuruna ancak Hazret-i Peygamber’in rahle-i tedrîsine oturarak nâil olmuşlardır.

Bu bakımdan;

Bizim her birimiz de, kendimizi, Kur’ân’ın ve onun en güzel yaşayış örneği olan Efendimiz’in talebesi olarak farz etmemiz lâzım. Bilhassa en büyük tahsilin ne olduğunu idrâk etmemiz ve yavrularımıza da onu idrâk ettirmemiz elzemdir. Unutmamalı ki:

Efendimiz’in en büyük ideali, arkasından ehl-i Kur’ân bir nesil bırakabilmekti.

ÖYLE BİR NESİL Kİ!

Öyle bir nesil ki; çölleri, dağları aşarak gittikleri kralların karşısında, cellâtların keskin kılıçlarının gölgesinde, Allah Rasûlü’nün emrini, başı dik, gözünü kırpmadan tebliğ etti.

Öyle bir nesil ki; bir emre ittibâ ederek, bir yıllık yürüme mesafesi olan Çin’e gitti. Semerkant’a gitti, İstanbul surlarına kadar gitti, Afrika’ya gitti.

Sadece birkaç kişi gitmedi, 120.000 sahâbîden, sadece 20.000 kadarı Harameyn’de medfun. Geri kalanı İslâm sancağını ötelere taşımaya, cihâda, tebliğe, Efendimiz’i insanlığa anlatmaya koştu.

Bütün bu fedâkârlıkların temelinde, Efendimiz’den tahsil ve tâlim ettikleri; «Esas hayatın âhiret hayatı olduğu» telâkkîsi vardı.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; öyle bir toplum bıraktı ki; stresli, bunalım geçiren bir tek fert yoktu. Bu toplumda merhamet, şefkat, hizmet, diğergâmlık gibi hasletler zirve ölçülerde hayata geçmişti… Psikiyatriye ihtiyaç bırakmayan bir huzur iklimi vardı. Depresyonun, bunalımın sızamadığı; kenetlenmiş, birbirinin derdiyle dertlenmiş dergâh gönüller mevcuttu.

Bugün evlâtlarımızı, nesillerimizi sadece Kur’ân’ın metnini rahatça okuyabilmeleri için değil; her derdin şifâsı olan Fahr-i Kâinât Efendimiz’i tahsil edebilmeleri ve toplumumuzu bir huzur ve saâdet yurdu hâline getirebilmeleri için de mâneviyat içinde eğitmeliyiz.

Bugün insanımızı ve toplumumuzu; cinnetlere, cinayetlere, intiharlara, boşanmalara, türlü ibtilâlara dûçâr eden şey, bu mânevî eğitimden mahrumiyettir.

Madde, hiçbir zaman insan rûhunu tatmin etmemiştir. Ülkemizin millî geliri yükselse de, mânevî kıvâmı yükselmedikçe, para huzur ve saâdet getirmeyecektir. Nitekim dünyada en zengin ülkeler, bunalım ve ızdırapların en ağırlarına müptelâdır.

Evlâtlarımızı, öğrencilerimizi, ciğerpâremiz olan yavrularımızı; dînî-mânevî tahsile alıştırmak, Kur’ân’ı ve Kur’ân kültürünü merkez alan bir eğitime besmele çektirmek için, tertip edilen bütün programlar ve çalışmalar ganîmet bilinmelidir. Severek, sevdirerek, yaşayarak, yaşatma azminde olmak zarûrîdir. Bu yolda her türlü imkânın seferber edilmesi lâzımdır.

İslâm’ı huzur içinde yaşamak ve yaşatmak husûsunda muvaffak olan ecdâdımız; nesillerin terbiyesinde gösterdikleri maddî-mânevî fedâkârlıklarla, Cenâb-ı Hakk’ın yardımına eriştiler. Cenâb-ı Hak onları sevdi ve muvaffak eyledi. Cenâb-ı Hak sevdiği kulların hayatını, fânî hayatlarından sonra da devam ettirmekte. O Allah dostlarının kıssaları bize huzur hâli vermekte. Ashâbın, evliyâullah hazerâtının hâlleri bizlere, bütün zorlukları aşmakta şevk ve heyecan takviyesi olmakta…

Ne mutlu onlara ihsân ile tâbî olabilenlere…

Rabbimiz, bizler ve nesillerimizin de şu gök kubbede hoş bir sadâ bırakarak öbür âleme geçmemizi cümlemize nasîb eylesin. Bizi ve evlâtlarımızı; Kur’ân-ı Kerîm’in gösterdiği, Peygamber Efendimiz’in rehberlik ettiği sırât-ı müstakîm yolundan ayırmasın. Ümmet-i Muhammed’i her türlü maddî-mânevî dert ve belâlardan halâs eyleyerek iki cihan saâdetine nâil eylesin.

Âmîn!..