Bir Müslüman Dünyanın Gidişinden Kendini Mes’ul Görür

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

BİR MÜSLÜMAN, DÜNYANIN GİDİŞİNDEN KENDİSİNİ MES’UL GÖRÜR

Bir müslüman, dünyanın gidişinden kendisini mes’ul görür. İşte bunlar, hayırlı ümmetin yetiştirdiği örnek şahsiyetlerdir. O örnek şahsiyetler, hayatın her alanında İslâm şahsiyetini sergilediler.

O hayırlı ümmet, mîmârîde bir İslâm şahsiyeti sergiledi:

Meselâ bir Süleymaniyeʼye baktığımız zaman, ellerini semâya açmış, duâ eden bir insan silüeti görüyoruz. Bu, taşa aksetmiş bir gönül yapısıdır… Maddeyi mânâ ile mezceden kendi medeniyetimizin bir şâheseridir.

O hayırlı ümmet, kimsenin evini gölgede bırakacak, Güneşʼine mânî olacak bir ev inşâ etmezdi. Manzarasını kapatmazdı. Bugün ise yüksek binâlar, hattâ gökdelenler, sanki, rûhuna ölü toprağı serpilmiş şehirlerin ruhsuz mezar taşları gibi…

Nasıl bir mîmârî şâheserin her hattı, her çizgisi, her unsuru, onun mükemmelliğinden bir nasip ve tecellî taşırsa, bir medeniyetin her cüz’ü de aynen böyledir. Bizim medeniyetimizin merkezi “insan” olduğundan, ondaki mükemmelliklerin sertâcı da, ortaya koyduğu insan tipidir.

Hayırlı ümmet, insanlıkta bir İslâm şahsiyeti sergiledi:

Bir evde hasta olduğu zaman, cumbanın önüne, balkonun önüne kırmızı bir saksı konurdu. Seyyar satıcılar bile oradan sessizce geçer, mahallenin çocukları da rahatsız etmemek için diğer mahallelerde oynarlardı.

Onların bu gönül terbiyesi, nasıl bir eğitim sisteminin eseriydi? Bu terbiyeyi bugün hangi pedagog, hangi psikolog, hangi sosyal antropolog verebilir?..

Maalesef, bugün düğünlerde, kutlamalarda atılan havâî fişeklerle, maytaplarla bir zümrenin eğlencesi için, o gürültüden rahatsız olan bebek mi var, hâmile kadın mi var, hasta mı var, mâtemi olan bir yuva mı var; düşünülmeden, bütün bir toplumun hakkına giriliyor.

Hâlbuki bizim ecdâdımız, o hayırlı ümmet, bir karıncayı bile incitmekten çekinen, hassas ruhlu insanlardı.

Zikrine mânî olmamak için bir çiçeği bile koparmaya kıyamayan rakik kalpli Hüdâyîlerimiz vardı. Bir karıncaya bile ulu nazarla bakan, “Yaratılanı Yaratanʼdan dolayı severiz” diyen, duygulu Yûnuslarımız vardı.

Bizim Sinanlarımız, Karahisârîlerimiz, Fuzûlîlerimiz vardı. Dünyaya müslümanın gönül dünyasının güzelliğini, estetiğini, zarâfetini, ihtişâmını yansıtan âbide şahsiyetlerimiz vardı.

Ecdâdımız, her gittiği yerde huzur kaynağı oldu.

Hattâ Lehistan’da:

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içiyorsa, Lehistanʼda hak vardır, hukuk vardır, adâlet vardır.” bir darb-ı mesel hâline geldi.

İstanbul’un fethinde Bizans asillerinden olan Grandük Notaras’ın, şu ifâdeleri de meşhurdur:

“İstanbul’da Romaʼnın kardinal şapkası görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercih ederim!..”

Fatih Sultan Mehmed Han, bir Hristiyan mimarla mahkemeye çıktı. Mahkemede Hızır Bey, arkadaşı… Fatih mahkemede gitti sandalyesine oturdu. Maznun sandalyesine oturdu. Hızır Bey:

“–Şer murâfaası üzeresin, ayağa kalk!” dedi.

Celpnâmede de; “es-Sultân ibnüʼs-Sultân el-Gâzî Ebûʼl-Feth Muhammed Hân-ı Sânî” diye yazmadı. “Murad oğlu Mehmed” diye yazdı. Tebaanın bir vatandaşı… Ve mahkeme aleyhe karar verdi. Hristiyan mimar:

“–Böyle bir adâlet dünyada yoktur.” dedi. “Ben Müslümanım!” dedi.

Gayr-i müslimlere karşı bile son derece hassas ölçüler ve sağlam temeller üzerine oturtulan İslâm adâleti, lâyıkıyla tatbik edildiği zaman bütün beşeriyeti kendisine hayran bırakacak derecede yüksek bir ihtişam sergiledi.

Nitekim 1789 Fransız ihtilâlinin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan feylesof Lafayet, meşhur insan hakları beyannâmesi yayınlanmadan önce bütün hukuk sistemlerini tedkik etmiş ve İslâm hukukunun üstünlüğünü görerek:

“–Ey Muhammed! Sen’in adâleti gerçekleştirmek husûsunda ulaştığın seviyeye daha şimdiye kadar hiç kimse ulaşamadı!..” demiştir. Bu bir hristiyanın takdîridir.

Yine İngiliz yazar Thomas Carlyle de:

“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Muhammed kadar sevgi ve saygı görmemiştir.” demiştir.

Vakıflar toplumu bir ağ gibi ördü. Topluma rahmet oldu. Hamalların dinlenmesi için yollara mola taşları yapıldı.

Semtlerin bâzı yerlerine alan-verenin meçhul olması için sadaka taşları konuldu.

Bugünkü insanın ufkunun varamayacağı; Bezm-i Âlem Vâlide Sultan Şamʼda bir vakıf kurdu. Kurduğu vakfın bir maddesi; Şamʼın tatlı suyu Mekkeʼye, Medîneʼye taşınacak; atşân olan, susuz olan hacılara, bunlar Allah yolunda geliyorlar, bunlara Şamʼın tatlı suyu dağıtılacak.

İkincisi çok daha mühim:

Bir müʼmin kalbine diken batırmamak… Çalışan müstahdemlerin, hizmetkârların kırdıkları eşyâ dolayısıyla onlar azarlanmayacak. Ve bu vakıf, o kırılan eşyâları tazmin edecek. Onların, insanlık haysiyeti korunacak.

İşte bu, bizim medeniyetimiz…

İnsanlara hizmetten sonra kuşların yuvası yapıldı. Hayvanata dahî hizmetler nasib oldu.

İslâm şahsiyetinin gönle nakşettiği bu engin merhamet, lisâna ve nezâkete intikâl etti. Akıl hastalarına “Muhterem âcizler” denildi. Deliler denmedi, akılsızlar denmedi. “Muhterem âcizler” denildi.

Velhasıl bu millet, Mevlânâların, Yûnusların, Geylânîlerin, Nakşibendlerin, Hüdâyîlerin, Fâtihlerin, Akşemseddinlerin, Yavuzların neslidir. Bizim medeniyetimiz, fazîletler medeniyetidir. Biz de o medeniyetin bugünkü devamı olmak mecburiyetindeyiz.

Arif Nihat Asya ne güzel bu hasreti ifâde eder:

Yüreklerden taşsın

Yine îmanlar!

Itrî, bestelesin Tekbîr’ini;

Evliyâ, okusun Kur’ân’lar!

Ve Kur’ânʼı göz nûruyla çoğaltsın

Kayışzâde Osman’lar!

Na‘tini Gâlip yazsın,

Mevlid’ini Süleyman’lar!

Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle,

Geri gelsin Sinan’lar!..

İşte tarihteki o hayırlı ümmet devam ettiği müddetçe dâimâ toplumda huzur vardır ve saâdet vardır. Hayırlı bir nesil, hayırlı bir ümmet yetiştirebilmek…

Mevlânâ bunun bir derdindedir. Bir misal olarak, mücerredi müşahhas hâle getirir. Der ki:

Baktım der, gece der, karanlıkta tarlada birisi el feneriyle dolaşıyordu der. İndim:

“–Ne arıyorsun dedim bu gece vakti bu tarlada? Bu zifiri karanlıkta kimi arıyorsun?” dedim. Dedi ki bana:

“–Bırak ne olursun dedi beni. Yalnız başıma dolaşayım.”

“–Ne arıyorsun?” dedim.

“–İdeal insan hasreti, keyfiyetteki insan hasreti… Onu bulmaya çalışıyorum.”

Dedim ki ona:

“–Vazgeç dedim, ben çok aradım, bulamadım. Sen de yorulma.” dedim. Bana acı acı baktı:

“–Ne olursun beni yalnız bırak. Ben de biliyorum bulamayacağımı ama, onun hasreti bile bana bir lezzet veriyor.”

İşte bugün bize de hakikaten bir ashâb-ı kirâm hasreti, Efendimizʼin hasreti, evliyâullâhʼın hasreti… Onları bile düşünmemiz bile, o kıssaları nakletmemiz, bize bir lezzet veriyor.

Bugün ise Liberal sistemin; “bırakınız yapsın, bırakınız geçsin, altta kalan ne olursa olsun” anlayışının neticesinde, nefsâniyete prim veren, âhiretsiz bir dünya hayatı gelişti. Yani âhireti kabul etmeyen bir câhiliye devrine girmiş bulunuyoruz.

Dünyevî imkânların zirvede olduğu bir asırda yaşıyoruz. Fakat ruhlar aç, ruhlar hasta! Mânevî açlık sebebiyle bugün insanlık bunalımda!.. Toplumlar, mânevî bakımdan sanki bir sahrâ hastanesi durumunda.

Hâlbuki asr-ı saâdete baktığımız zaman, dünyevî imkânsızlıklara rağmen, bir rûhî buhranla karşılaşmıyoruz.

Çünkü onlar, gerçek huzur ve saâdetin mânâsını idrâk etmişlerdi. Asıl hayatın, âhiret hayatı olduğunun idrâki içinde yaşıyorlardı.

Ölümü güzelleştirmek, yani bir “şeb-i arûs”, ölümü bir “düğün gecesi” yapmanın gayreti içinde yaşıyorlardı.

Bugün yine bir “asr-ı saâdet” ümmeti gibi hayırlı bir ümmet olmanın gayreti içinde olmamız zarûrî…

Onlar, esas hayatın âhiret hayatı olduğunun bir idrâki içindelerdi.

Efendimiz buyuruyor -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Benim ümmetim bir yağmura benzer, önü mü sonu mu hayırlıdır bilinmez.” buyurdu. (Tirmizî, Edeb, 81)

Demek ki bugün hayırlı bir ümmet olabilmek, hayırlı ümmetin dokusundan hisseler alabilmek… Bugün de bir bereketli bir yağmur olma durumundayız.

Allah cümlemize bu bereketli yağmurun hayırlı bir damlası olabilmeyi nasîb eylesin.

Cenâb-ı Hak ibadette bile bizden bir şahsiyet istiyor. Bize namazın her rekâtında okuttuğu Fâtihaʼda;

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ

(“Bizi doğru yola, kendilerine nîmet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.” [el-Fâtiha, 6-7]) diyoruz. Yani biz, kimlere benzeyeceğiz? Kimlerin hâlinden bir (hisse alabilmek için) duâ ediyoruz? Nebîler, sıddîklar, sâlihler ve şehidler. Onlar gibi olmamızı duâ ediyoruz.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ

Diğerlerinden, bunun dışındakilerden olmaktan Cenâb-ı Hak uzaklaşmamızı istiyor. Zira zihnî beraberlik, -Gazâlîʼnin buyurduğu gibi- kalbî beraberlik meydana getirir.

Hattâ Rasûlullah Efendimiz, Benî İsrâilʼe ibadette bile benzememek için, 10 Muharrem orucuna bile bir gün ilâve etti; 9-10ʼu olarak yahut 10-11 olarak tutun, buyurdu.

Bugün ise maalesef global çaptaki kültür istîlâsı, kapitalizm, materyalizm, liberalist zihniyetin mânevî değerlerimiz ve şahsiyetimiz üzerinde yaptığı büyük tahribat, herkesin mâlûmu…

Bâzı televizyonların nefsâniyeti tahrik eden telkinleri, internetin yanlış adresleri, kandırıcı reklâmlar, modaların menfî şartlandırması; neslimizi, global kültürün parmağında oynattığı bir robot hâline getiriyor âdeta. Bizim insanımızı alıyor, iç dünyasını boşaltıyor, kendi değerlerini sinsice empoze ediyor, başka dünyaların insanlarına dönüştürüyor.

İnsanımız, egoist ve menfaatperest bir toplum hâline geliyor. Îmanlar zaafa uğruyor; ahlâk ve fazîletler zâyî oluyor; merhamet, şefkat ve insanlığa vedâ edilerek tıpkı bir robot gibi duygusuz ve nâdân bir insan tipi oluşturuluyor. Toplumda mânevî huzur ve saâdetin yolları, âdeta cam kırıklarıyla doluyor. Mânevî huzurumuza zehir serpiliyor.

Bugün maalesef toplum, mânen bir sahra hastahanesi gibi. Dünya toplumundan bahsediyorum ben. Her toplum derece derece. Bu salgın hâldeki ifsâdı bertaraf edebilmek, bu tehlikeli gidişe direnebilmek, dâimâ İslâm şahsiyetini muhafaza ederek müslümanca bir duruş sergileyebilmek için; bugün gönül âlemimizi inkişâf ettirerek mânevî değerlerimize daha sıkı sarılmamız zarûrîdir.

İşte Erkam Radyo da Rabbimizʼin lûtfuyla böyle bir ihtiyaca cevap vermek, bu mânevî boşluğu doldurmak için gayret sarf ediyor. Bereketi verecek olan, Cenâb-ı Hakʼtır. Allahʼtan muvaffakıyetler diliyoruz.

Salonda, -şöyle nazar ettiğim zaman- ekseriyetle bir gençleri görüyorum. Bu gençler, -elhamdü lillâh- sînelerinden rahmet taşıracak, vatanımızın, milletimizin kaderinde hizmet edecek gençlerimizin filiz verdiğini görebilmek, bizler için en muhteşem bir saâdettir.

Rabbimize hamd olsun. Hayırlı olsun, mübârek olsun. Selâmün aleyküm!..