Bedeni ve Ruhani Yapımızı Namaza Hazırlamak

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

BEDENÎ VE RÛHÂNÎ YAPIMIZI NAMAZA HAZIRLAMAK

Okunan diğer âyetler, İbrahim Sûresiʼnin 31. âyeti. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“Îmân eden kullarıma söyle…” buyuruyor. Bizlere Cenâb-ı Hakkʼın tâlimâtı.

“Îmân eden kullarıma söyle, namazlarını dosdoğru kılsınlar…”

Bir geometrik namaz istemiyor Cenâb-ı Hak. Fahşâdan, münkerden, kötülükten koruyacak bir namaz istiyor. Bunun için nasıl bedenimizi namaza hazırlıyoruz, rûhânî yapımızı da namaza hazırlamak…

“Îmân eden kullarıma söyle, namazlarını dosdoğru kılsınlar. Kendisinde alışveriş ve dostluğun bulunmadığı (yani fânî dostlukların bittiği) bir gün gelmeden evvel, kendilerine verdiğimiz rızıklardan da Allah yolunda infak etsinler…”

Yani insan için kulluktan daha şerefli bir makam yok. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe Cenâb-ı Hak Mîraçʼta:

“‒Ey kulum Senʼi neyle taltif edeyim?” buyurduğu zaman, Rasûlullah Efendimiz:

“‒Yâ Rabbi! Beni Sana kul olmakla taltif et.” buyurdu.

Demek ki Cenâb-ı Hak burada; “kullarıma söyle” diyor. Demek ki “kullarım” buyurmak sûretiyle müʼminleri Cenâb-ı Hak şereflendiriyor. Müʼminlere bir “kullarım” ifâdesiyle bir şeref veriyor. Bunun farkında olmamız arzu ediliyor. Bu, Cenâb-ı Hakkʼın “kullarım” dediği, dünyanın içindekilerden, her şeyden daha hayırlı. Yani bunun kul, idrâki içinde bulunacak.

Namaz bahsediliyor. Demek ki kul ile Hâlık arasında bir mülâkat namaz. Ve Cenâb-ı Hak:

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor. Ve bu “secdet et, yaklaş”ın mukâbilinde Cenâb-ı Hak onu bütün kötülüklerden koruyor. Nasıl bir düşman geldiğinde eskiden kalelere sığınılırdı. Demek ki namaz da mânevî bir kale oluyor. Hangi namaz? Fahşâdan ve münkerden koruyan bir namaz.

Gelişigüzel, geometrik bir namaz kılanlara da Cenâb-ı Hak:

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ buyuruyor. “Yazıklar olsun (buyuruyor) o namaz kılana!” (el-Mâûn, 4)

Namazın zirvesi nerede? Zirvesi, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemiz buyuruyor ki:

“Rasûlullah (diyor) namaza durduğu zaman (diyor) sanki (diyor) göğsünden (diyor) bir kaynayan bir suyun fokurtusu gibi bir ses duyardım.” buyuruyor.

Hazret-i Ali baldırından bir ok yiyor:

“‒Namaza durayım.” diyor. Selâm veriyor:

“‒Ne yaptınız?”

“‒Çıkardık.” diyorlar.

Halîfe Hazret-i Ömer hançerleniyor. Kanlar içinde düşüyor, kaldıramıyorlar.

“‒Halîfe, namaz!” diyor ashâb-ı kirâmdan bir zât. Kanlar içinde kalkıyor:

“‒Namazsız Müslümanlık olmaz!” buyuruyor.

Velhâsıl bunlar, misaller çok ashâb-ı kirâmda.

Demek ki müʼmin, kalbini namaza hazırlayacak. Nelerle hazırlayacak? İşte muhtelif âyetlerdeki tebliğlerle hazırlayacak. Seherlerle hazırlayacak. Cenâb-ı Hakkʼı unutmamakla hazırlayacak. Haramlardan, kerâhetlerden kaçmakla hazırlayacak. Şükürle hazırlayacak, hamd ile hazırlayacak.

Cenâb-ı Hak Meâric Sûresiʼnde:

“Onlar namazda dâimdirler.” (el-Meâric, 23) buyuruyor.

Ârifler diyorlar ki;

“Onlar namazda dâimdirler: Onlar dâimî bir namaz hâlindedir. Bu âyet-i kerîmeden murâd, namazın rûhudur.” diyor ârifler.

Çünkü kılınan namazın sûreti devamlılık arz etmez. Muayyen bir vakit içindedir. Tabi bunlar, Cenâb-ı Hak ise;

“Onlar namazda dâimdirler.” (el-Meâric, 23) buyuruyor. Rükû, namazda rükû ve sücud secdesi vardır. Namazda olanlar rükû ve sücud secdesi içindedir. Dâimî namazda, “دَائِمُونَ” buyrulan ise, bütün hâllerinde Allâhʼı hatırlamaktan uzak kalmamak… Nasıl rükûda, sücudda Cenâb-ı Hakkʼı hatırlıyoruz. Her nefeste Cenâb-ı Hakkʼı hatırlamak. “Onlar namazda dâimdirler.” (el-Meâric, 23) buyruluyor.

Hep bunlar, kalbî tekâmülün neticesinde.

Hazret-i Mevlânâ da bu âyete işârî bir mânâ veriyor:

“Kul namazdaki hâlini namazdan sonra da muhâfaza eder. (Nasıl namazda amel-i kesirlerle namaz bozulur. Demek ki kalbî kıvamımızı da namazdan sonra bozmamak.) Böylece bütün ömrünü edep, huşû, dilini-gönlünü muhâfaza içinde geçirirler, onlar namazda dâimdirler. Bu, gerçek Hak dostlarının hâlidir.” buyuruyor Mevlânâ.

“Bize doğru yolu gösteren, bizi kötülükten alıkoyan namaz, beş vakitte kılınır (buyuruyor). Hâlbuki âşıklar devamlı namaz hâlindedir. Zira âşıkların gönlündeki aşk ve ciğerlerini yakıp kavuran o ilâhî muhabbet, ne beş vakitle yatışır ne de beş yüz bin vakitte geçip gider (diyor). Âşığın namazı, balığın sudaki hâline benzer. Nasıl ki balığın canı su olmadan yaşamıyorsa âşığın canı da dâimâ namazda olmadan sükûn ve ferah hâlinde bulunamaz.” buyuruyor Mevlânâ.

Yine Mevlânâ Hazretleri buyuruyor:

“Öyle bir abdest al ki hiç bozulmasın. Öyle bir abdest al ki o abdest hiç bozulmasın.”

Yani kul, dâimâ bir rûhâniyetin içinde olacak. İkinci mesajı:

“Öyle bir namaz kıl ki hiç bitmesin.”

“Onlar namazda dâimdir.” (el-Meâric, 23)

Yani hayatın her safhasında ilâhî huzurda bulunmanın lezzeti içinde müʼmin yaşayacak. Âyette buyrulan:

اَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“Biliniz ki, kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])

Yine devamında Mevlânâ mısrâlarında:

“Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş bin rekât ister.”

Yani kul, her nefeste ilâhî huzurda bulunduğunun idrâki içinde olacak. Yine son mısraında:

“Gerçek âşık, hiç vuslatın bitmesini ister mi?”

Yani Cenâb-ı Hak en büyük lezzeti kendisiyle beraber olan müʼmine ikram ediyor. Kendisiyle beraber olan. İşte peygamberler başta. En çok çile çemberinden geçen kişiler peygamberler. En huzurlu da onlar. Zira onlar, Cenâb-ı Hakʼla beraber olmanın bir vuslatı içinde.

İbrahim Edhem buyuruyor ki -kuddise sirruh-:

“İlâhî muhabbette duyduğumuz lezzet, huzur, vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı, krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini ve krallıklarını fedâ ederlerdi, tahtlarından vazgeçerlerdi.”

Yine Mevlânâ diyor ki:

“Âşığın namazı, balığın sudaki hâline benzer. Nasıl ki balığın canı su olmadan yaşamıyorsa, âşığın canı da dâimâ namazda olmadan sükûn bulup ferahlayamaz.”

Yani “Onlar namazda dâimdirler.” (el-Meâric, 23)

Demek ki namazın, namaz içindeki, beş vakit namaz, nâfile namazdaki, namaz içindeki hâlimize dikkat edeceğiz. Namazdan sonraki hâlimize, namazın içindeki bir huşû ve vecd içinde devam edeceğiz ki;

“Onlar namazda dâimdirler.” (el-Meâric, 23) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Bu, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşmanın, kurbiyetin en büyük bir istikâmeti olmuş oluyor.

Îmandan sonra en mühim iş, canı ve malı ıslah etmektir. Îmânın tecellîsi, gücü, onu gösterir. Demek ki can, namaz kılarken Rabbiyle beraberlik sırrına nâil olacak.

Bunun için mâlum, Efendimizʼin üzerinde durduğu “cemaat”, cemaatle namaz. Nasıl Ramazân-ı Şerîfʼte cemaate devam ediyoruz, bilhassa yatsı ve sabah namazları, o feyizden, o rûhâniyetten istifâde edebilmek.

Birincisi “can”. İkincisi “mal”.

Mal da zekât, infak ve Allah yolunda bol bol sarf etmek. Allâhʼın verdiği nîmetleri Allah yolunda ihsân edebilmek…

Dâimâ kul tefekkür edecek:

“Allah buna bana niye verdi, ona vermedi? Yahut ben bu İslâmʼın istikbâli için ne kadar bir fedakârlıktayım?..”

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَیْءٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِهِ عَلِيمٌ

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça birrʼe (Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşmaya) vâsıl olamazsınız. Ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyruluyor.

Yine Fâtır Sûresiʼnde;

تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ

(“…Aslâ zarara uğramayacak bir kazanç.” [Fâtır, 29]) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

“Allâhʼın kitâbını okuyanlar (يَتْلُونَ : tilâvet edenler, yaşayanlar, yaşatanlar, gönül verenler), namazlarını ikâme edenler (vecd içinde kılanlar, huşû içinde kılanlar) ve (Allah için) Allâhʼın verdiği rızıklardan gizli ve âşikâr olarak sarf edenler, «تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ» ancak onlar, ümit edilir ki en hayırlı bir ticâretin içindedirler.” (Fâtır, 29)

Cenâb-ı Hak cümlemizi, bu «تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ»un kemâline ermeyi Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.

Kurʼân-ı Kerîmʼe verdiğimiz gönülle, kıldığımız ettiğimiz secdelerle, Allah için riyâsız yaptığımız infaklarla Cenâb-ı Hak cümlemize, «تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ» bu, en hayırlı ticâretten hisseler nasîb eylesin -inşâallah-.

Mekhûl eş-Şâmî şöyle bir şey naklediyor, bu, Bursevîʼnin tefsirinde var:

“Müʼmin bir kul bir sadaka verir. Rabbi de kendisinden râzı olur, verdiği sadakadan. (Tabi, râzı olması da şart). Oʼna Cehennem şöyle hitâb eder -yani Cenâb-ı Hakkʼa Cehennem şöyle hitâb eder:

“‒Yâ Rab! Sana şükretmek için secde etmeme izin ver (der Cehennem). Zira Sen, verdiği bir sadaka bereketiyle Muhammed ümmetinden birini benim azâbımdan kurtardın.” (Bursevî, Rûhuʼl-Beyân, İbrahim Sûresi, 31. âyet tefsirinde.)

Demek ki bu sadakalar çok mühim.

Yine İnsan Sûresiʼnde Cenâb-ı Hak, Hazret-i Ali ile Fâtıma Vâlidemizʼden bir misal verir:

Kendileri muhtaç olduğu hâlde infak ederler. Kime? Yoksula, yetime ve köleye. Verirken de;

“‒Biz bunu bir teşekkür için vermiyoruz.” derler. Yani bir fânîden bir şey beklemiyoruz. Senden bir şey, bir teşekkür beklemiyoruz.

Esbâb-ı mûcibe olarak;

“‒Biz bunu «عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا» o sert, musîbetli, mukassî günün şerrinden korunmak için veriyoruz.” derler. Allah rızâsı için veriyoruz, derler.

“Cenâb-ı Hak da onları o günün azâbından korur ve gönüllerine sevinç verir.” buyruluyor. (Bkz. el-İnsân, 8-11)

Cenâb-ı Hak ondan sonra gelen âyette -okunan-, lûtuflarını, ikramlarını hatırlatıyor. Allah öyle lûtufkâr ki kullarına;

“Allahʼtır ki gökleri ve yeri yarattı…” (İbrahim, 32)

Bizim için, insan için yarattı.

“…Gökten suyu indirip onunla rızık olarak türlü meyveler çıkardı…” (İbrahim, 32)

Yağmur olmasa bir çöl olurdu her taraf.

“…Onunla size her türlü meyveleri çıkardı. İzniyle denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi. Nehirleri de sizin için (istifadenize sundu) akıttı.” (İbrahim, 32)

Cenâb-ı Hak burada gönlü olanlar için dünyayı bir sanat hârikası kıldığını, bir idrak hâlinde olmamızı istiyor.

Deniz suyunu veriyor, deniz suyu, bu su içmeye ve kullanmaya elverişli değil. Bir tarlayı sulayamazsın. Cenâb-ı Hak onu veriyor, sana bir nîmetini bildiriyor; gemiler onun üzerinde yüzüyor. Suya bir taş atsan denizin dibine gidiyor. Koskocaman, binlerce ton yükü gemiler taşıyıp götürüyor. Sana denizden de bir yol veriyor Cenâb-ı Hak.

Senin içmen, toprağın bereketlenmesi için de yağmur veriyor. Buharlaştırıyor, havada yıkıyor, tertemiz indiriyor.

Mevlânâ da:

“Bak, yağmur gibi ol! (diyor.) O (diyor), bütün (diyor), Allahʼtan uzaklaştırıcı bütün davranışlarını buharlaştır (diyor). Bulutun temizlendiği gibi sen gönül âlemini temizle (diyor). O şekilde (diyor) rahmet saç âleme (diyor), yağmur gibi (diyor). Gönlünden bir rahmet taşsın (diyor), bir huzur taşsın (diyor Mevlânâ). Yağmur gibi ol.” diyor.

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) diyor.

Ondan sonra gelen âyette Cenâb-ı Hak yine bizim tefekküre devam etmemizi (arzu ediyor):

“Düzenli seyreden Güneşʼi ve Ayʼı size faydalı kıldı. Geceyi ve gündüzü size âmâde kıldı.” (İbrahim, 33)

Güneş insanların emrine âmâde. Ay, insanların emrine âmâde. Biri gidiyor, biri geliyor. Birinin fonksiyonu ayrı, diğerinin fonksiyonu ayrı. Demek ki tefekkür, bir, îmânın anahtarı olmuş oluyor. Ve:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) Cenâb-ı Hak buyuruyor. Trilyonlarca bir Güneş var semâda. Cenâb-ı Hak bizi bu imtihan cihânını, imtihan mekânını aydınlatan şu Güneşʼin bize en büyük bir Cenâb-ı Hakkʼın azamet (tecellîsi)… Bunun biri, trilyonlarca bir azamet-i ilâhiyye tecellîsi kâinatta (mevcut).

Güneş bizden 150 milyon km uzakta. 300 bin km hızla 8 dakikada ışığı Dünyaʼya geliyor. Atmosfere vurduğu zaman ışığını veriyor, sıcaklığını veriyor. Her saniye 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüyor. Aradaki 4 milyon ton da, saniyede 4 milyon ton, saniyede ışık ve şey olarak veriyor Cenâb-ı Hak. Ne eksiliyor, ne bitiyor, ne şey oluyor…

Cenâb-ı Hak:

“Düzenli seyreden Güneşʼi ve Ayʼı size faydalı kıldı. Geceyi ve gündüzü size âmâde kıldı.” (İbrahim, 33)

İki de takvim dönüyor semâda. Velhâsıl, Cenâb-ı Hak:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) buyuruyor.

Müʼmin, rûhânî hayatında merhaleler katedecek. Kalp, her gördüğü manzarada Cenâb-ı Hakʼla buluşacak. Kalp, devamlı Rahmânî vitrinler seyredecek. O şekilde kalp rûhânîleşecek. Eğer kalp, şeytânî, nefsânî vitrinler seyrederse, o zaman kalp hantallaşır, abus ve alık hâle gelir.

“Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, yolculuğu nereye?” Bu ilâhî azamet tecellîleri karşısında abus ve alık hâle gelir.

Demek ki bu cihandaki en büyük bizim dersimiz; Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilmeyi artırabilmek, takvâ sahibi olabilmek, kalpten ufuklar açılabilmesi.

Yine Cenâb-ı Hak:

“O, size istediğiniz her şeyi verdi. Allâhʼın nîmetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim ve çok nankördür!” (İbrahim, 34) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Deseler ki; “ver gözünü al dünyayı” deseler, kim değişir? “Ver bir uzvunu, al dünyayı” deseler. Bizler için -Allah korusun- “ver îmânını al dünyayı, kıyamete kadar hayatın olsun” deseler -şeytanda olduğu gibi-…

Cenâb-ı Hak; “nîmetlerimi sayamazsınız” buyuruyor.

اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Rahmân, Kur’ânʼı öğretti, insanı yarattı, ona beyânı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4])

Hep Cenâb-ı Hakkʼın nîmetleriyle perverdeyiz. Fakat eğer kalp daralırsa, kalbe bir flu, önüne bir fluluk gelirse, yani gözün önüne iki parmak konursa, o zaman kalp bir gaflet… “Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, nereye gidecek?” farkında değil. Bir abus, alık hâlinde ömrünü ziyan eder, mahvolur gider…