DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
Beden Yemekle, Ruh ise Yedirmekle Doyar…
Kul, daima kendini muhâsebe hâlinde tutacak. Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği bir kulluk yaşayıp yaşamadığını muhâsebe edecek.
حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا
(Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin.)
“عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ” (“Çalışmıştır, boşuna…” [el-Ğâşiye, 3]) Yararsız, boş işlerden kendini koruyacak.
Efendimiz’in namazına bakacak. Efendimiz’in nasıl namazı vardı? Ne buyuruyor Efendimiz:
“Namazı, benden gördüğünüz şekilde kılın.” (Bkz. Buhârî, Ezân, 18)
Demek ki muhasebe edecek bir mü’min: “Benim namazım, tâdil-i erkân var mı? Bana huşû veriyor mu? Bir duygu derinliğine götürüyor mu? Kıraatim düzgün mü? Kalbim namazda neyle meşgul oluyor? Ne kadar namazı cemaatle îfâ edebiliyorum?..”
İnsan namazına bakacak; kendi namazını Efendimiz’in namazıyla arasındaki mesafeyi kıyas edecek.
O namaz, eğer gözünü, kulağını, dilini şeytânî vitrinlerden, haramlardan koruyabiliyorsa, bu her türlü kötülükten alıkoyuyor demektir. Bunları tefekkür edecek, “Yâ Rabbi, şükür!” diyecek. Namaz, fahşâdan-münkerden koruyacak.
Yok, geometrik bir namaz kıldı; riyâ var, vs. var, Cenâb-ı Hak:
فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara!” (el-Mâûn, 4) buyuruyor.
Bir tefekkür hâlinde olacak kul. Allâh’ın nîmetlerini düşünecek.
Cenâb-ı Hak:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardında gelişinde akl-ı selîm sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmrân, 190) buyuruyor.
Nasıl bir Cenâb-ı Hak bizden bir yürek, bir kalp istiyor:
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerinde yatarken (yani her vakit, her an) Allah (ile beraber olurlar). Göklerin, yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler. «Yâ Rabbi! Sen bu (gökleri, yerleri, bizi, insanları, mahlûkâtı) boşuna yaratmadın derler. Bizi Cehennem azâbından koru derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Yine kul bakacak; Efendimiz’in malı nasıl kullandığını, infâkını, cömertliğini uzun uzun düşünecek, tefekkür edecek. Efendimiz son nefesinde dahî bir infak hâlindeydi.
Daima; “Helâl-haram; benim rızkım nereden geliyor?..”
Sahâbî fânî dünya malını infak etmekle ebedîleştiriyordu malını. Bu hâl, kalbin sanatıdır. Allâh’ın verdiği canı ve malı ebedî hâle getirmek… Bunun için de “Canları, mallarıyla Cennet’i satın aldılar.” buyruluyor. (Bkz. et-Tevbe, 111)
Kalbin, merhamete râm olması lâzım. Burası çok mühim:
“Beden, yemekle doyar. Ruh ise, yedirmekle doyar.” buyruluyor.
Şimdi öyle bir şey ki; senin yedirdiğin, sana ne kadar lezzet veriyor? Yani kendi yediğinden daha fazla lezzet veriyor mu, vermiyor mu? Hep ölçüler…
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz yedirmeden yemezdi, doyurmadan doymazdı. Zaten yediği, gayet; üçte bir, üçte bir, üçte birdi.
Yine mü’min, Rasûlullah Efendimiz’in kulluk, ibadet, İslâm’a hizmet dolu yaşayışını bütün ihtişamıyla idrâk edecek.
Sonra, kendi yaptığı ibadetlerini, hizmetlerini muhâsebe edecek:
“Acaba ben bu hizmeti yaparken bir üşengeçlik mi geliyor, yoksa kalbim bir huzur ile mi doluyor? Yorgunluk, bıkkınlık hissetmeden, mânevî bir heyecan, aşk, vecd ile mi îfâ ediyoruz hizmetlerimizi?..”
Sahâbî onun için tâ -yorulmadı, üşenmedi- Çin’e kadar, Semerkand’a kadar, insanın bulunduğu her yere kadar gitti. Hattâ; “Kabrim, gittiğim yerde olsun!” dedi.
Efendimiz, şu kısa bir ömründe, 63 yıl, bir tâtil yapmadı. Hizmetin neşesiyle dinlendi. Bir gönlü huzura kavuşturmanın sevinciyle huzur buldu.
Kendimizi ashâb-ı kirâm ile kıyaslayalım:
Onlar Efendimiz’e nasıl bir aşk ve bağlılıkla râm oldular? Nasıl bir muhâsebe içinde, herhangi bir endişe yaşamadılar. Bunu tefekkür edecek. Onlar, fedâ-yı can hâlinde yaşadılar. Kul da fedâ-yı can olmanın gayreti içinde olacak.
Daima muhasebe hâlinde olacağız:
Tükenmekte olan hayat sermayesinde hangi endişelerin içinde bulunuyoruz? Ashâb-ı kirâm hangi endişenin içindeydi, biz hangi endişenin içindeyiz?..
Efendimiz, -Cenâb-ı Hak buyuruyor- “raûf ve rahîm”. (Bkz. et-Tevbe, 128) Hiçbir peygambere bu kadar bir zirve bildirmiyor; “çok merhametli, çok şefkatli”. (Bkz. et-Tevbe, 128)
Demek ki bir mü’min de oradan bir nasip alacak, “rahmet insanı” olacak. Cenâb-ı Hak onları bildiriyor. Onlar, Mekkeliler, 13 sene zulme katlandılar. Îmanlarından bir taviz vermediler. Onlara/müşriklere benzemediler. Bugün en büyük felâket o; müşriklere benzemediler. Medîneliler de aynı, mallarıyla-canlarıyla Allah yolunda hizmet ettiler.
Onlardan -âyet-i kerîmede-:
“…Allah râzı olmuştur (buyruluyor). Onlar da Allah’tan râzı oldular. Allah onları, ebedî kalacakları, içinde ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. İşte en büyük kurtuluş budur.” Tevbe Sûresi 100. âyet.
Demek ki insan kelimesinin anlamı, mânâsı, birincisi, “nisyan”. En mühim; insan Allâh’ı unutmayacak. Bunun için de tezkiye şart.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“(Nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى
(“(Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا
(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki.” [eş-Şems, 8])
Fücur bertaraf edilecek, takvâya mesafe alınacak.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“(Nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
İnsanın iç âlemi temizlenecek. Yani “lâ ilâhe”; Allah’tan uzaklaştırıcı her şey silinecek, onlar câzibesini kaybedecek. “İllâllah”; kalp Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarının mazharı olacak.
Bu da, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmek, Rasûlullah Efendimiz’e ittibâya, O’nun sünnetine bağlı.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
“Kim Allah Rasûlü’ne itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80)
Sâdıklarla beraber olan sâdıklaşır. Nefsânî arzularına râm olanlarla beraber olan kimse onlara benzer.
İmâm Gazâlî Hazretleri buyuruyor:
“Gayr-i müslimler, fâsıklar ve gâfillerle beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, bu beraberlik zaman içinde kalbî beraberliğe döner diyor. Bu hâl de insanın adım adım, adım adım farkında olmadan helâke gitmesine vesîle olur.” buyuruyor.
Efendimiz buyuruyor:
“Kişi, dostunun dîni üzerindedir. Onun için her biriniz kiminle dost olduğuna dikkat edin.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 16/4833)
Hukuk ayrı, dostluk ayrı. Bütün insanlara karşı hukukumuz var, hayvanlara karşı hukukumuz var, nebâta karşı hukukumuz var, bu ayrı. Buna dikkat edilecek.
Salih -aleyhisselâm-ʼın kavmine bir azap kamçısı indi, Semud Kavmiʼne. Efendimiz o Tebük Seferiʼnde, zor seferdi, uzun seferdi; 1000 km yol gidecekler; Semud Kavmiʼnin taştan mağaralarına girdiler, evlerine girdiler. Efendimiz buyurdu ki orada -inʼikâs var çünkü, küfürden inʼikâs var, azap kamçısı indi-:
“Azâba uğramış olan şu milletin yurduna ancak ağlayarak, mahzun bir şekilde girin. Ağlayamazsanız, huşû, tefekkür ve ibret alma hâlinde değilseniz, oralara gafletle girmeyin. Onların başına gelen, sizin de başınıza gelebilir.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 17; Tefsîr, 15/2; Müslim, Zühd, 39)
Bu; beraber olabilmek… Onun için sohbetler çok mühim. Yani sohbetler, dört duvar arasında beraberlik değil. Sohbetler, bir enerji alabilmek. Enerjinin kaynağı, sohbetlerden gelir. Sâlihlerle beraber olmak, Allah için toplanmak, Allah için o meclisten hisseler alabilmek, kendimizi muhasebe edebilmek, o şekilde dönmek… Bir çay-kahve beraberliği de değil, dört duvar arasında beraberlik de değil; bir huşû, bir huzur alma, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşabilme meclisi.
Onun için bu sohbetler de çok mühim. Sahâbî, sohbetlerle sahâbî oldu. Sahâbîye Efendimiz, deri, yazmak için kalem vermedi. O sohbetlerle aldığı o feyz ve rûhâniyetle sahâbî oldu.
Öyle bir hâldeydi ki sohbetlerde; “sanki başımızda bir kuş vardı, uçacak zannederdik kıpırdasak.” (Bkz. Ebû Dâvud, Sünnet, 23- 24)
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîmʼde, bu Ashâb-ı Kehfʼin köpeğini bildiriyor. Mevlânâ diyor ki, Sâdî-i Şîrâzî (de):
“Bu köpek diyor, Kurʼânî bir ifade kazandı. Sâdıklarla beraber olmak, sâdıklara sadâkat göstermek.
Yine, Tahrim Sûresiʼnde:
“…(İki kadın) Nûhʼun karısı, Lût (-aleyhisselâm-)ʼın karısı. Bunlar da iki sâlih kişinin nikâhları altındayken onlara hâinlik ettiler (buyuruyor. Peygamberlerle beraber değil, fâsıklarla beraber oldular). Kocaları, Allahʼtan gelen bir şeyi onlardan savamadı. Onlara; «–Haydi ateşe girenlerle beraber siz de ateşe girin!» denildi onlara.” (et-Tahrîm, 10)
Velhâsıl İslâm mükemmeldir, muhteşemdir. İslâmʼın mükemmel ve muhteşem olduğunu idrâk etmek lâzım.
İslâm, insanlar arası münâsebetleri tanzimle mükemmeldir:
Cenâb-ı Hak buyuruyor Rahman Sûresiʼnde:
“Allah göğü yükseltti. Mîzan (dengeyi) koydu. Sen bu dengeyi bozma!” (er-Rahmân, 7-8) buyuruyor.
İslâm, insanın gönül dünyasını inşâda mükemmeldir.
İslâm, insanın kâinâta bakışını düzenlemekte mükemmeldir. Yani insan, her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakkʼı hatırlayacak. Su içerken Cenâb-ı Hakkʼın nîmetini düşünecek.
Yerken… Her mevsim Cenâb-ı Hakkʼın nîmetini düşünecek. Dört mevsimde ayrı ayrı Cenâb-ı Hak veriyor. Ayrı ayrı çiçekler veriyor her mevsimde. Kışın karın altında bile kardelen çiçeği veriyor.
Yumurtayı yerken düşüneceksin: Bir yumurtanın, o sarının içinde, doğacak olan bir civcivin bütün içindeki mekanizma var, cihazlar var, fakülteler var, o bir yumurtanın içinde. O yumurtayı düşünecek; “Aman yâ Rabbi!” diyecek.
Tavuk biliyor mu; içinde ne kadar protein alıyor, ne kadar kalsiyum alıyor, haberi var mı? Hep bunlar insana hazırlanıyor. İnsan daima tefekkür içinde olacak.
Onun için insan, yanlışı taklide meyletmeyecek.
“Allah (Efendimiz buyuruyor) kuluna verdiği nîmetin eserini üzerinde görmek ister.” (Tirmizî, Edeb, 54/2819; Ahmed, II, 311)
En büyük eser, bir şükür hâlinde olacak; ilâhî huzurda olduğunun idrâki içinde olacak.
Bir mütefekkir onu söylüyor; bu çok mühim, bilhassa Avrupa için:
“Savaş, ölünce değil; düşmana benzeyince kaybedilir.”
Savaş, ölünce değil; yani orada şehid olmakla değil kazanmak-kaybetmekte, düşmana benzeyince savaş kaybedilir.
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!” [el-Fâtiha, 7]) Dalâlettekilere benzemekle. Bu da îmâna zarar verir.
Sekar Cehennemiʼne girenler var. Onlara Cennettekiler:
“‒Siz niçin Cehennemʼe gittiniz? Niçin Cehennemlik oldunuz?” diyorlar. Birincisi:
“‒Biz, namaz kılanlardan değildik.” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 40-43)
Ana-babanın buna çok dikkat etmesi lâzım. Ufak yaşta alıştıramazsa geçti o!..
Hattâ çok dehşetli bir misal var; Ahmed ibn-i Hanbelʼin misâli:
“Annem diyor, beni diyor, ben diyor on yaşında hâfız oldum diyor. Beni sabah namazında kaldırırdı diyor. Fakat bana su ısıtırdı diyor. Su ısıtarak öyle bana abdest aldırırdı diyor. Yine diyor, beni mescide gönderirdi diyor. Mescide giderken yine bir uzaktan takip ederdi diyor, fenerle gidiliyor o zaman.” (Bkz. Ali el-Karnî, Durûs, XXVI, 4, XLIII, 21)
Velhâsıl anne-baba evlâdının derdinde olacak. O, ona mîras olacak. En büyük mîras, en güzel mîras, bir karakter ve şahsiyet mîrâsı, İslâm…
Birtakım örfler, anʼaneler, reklâmlar, modalardan ciddiyetle uzaklaşmamız icap eder. Ve evlâtlarımızı uzaklaştırmak zarûrî.
Cenâb-ı Hak bizim nasıl bir müʼmin olmamızı istiyor Fussilet Sûresiʼnde:
“(İnsanları) Allâhʼa davet eden (hâliyle, yaşayışıyla, her şeyiyle Allâhʼa davet eden), sâlih ameller işleyen; «Ben müslümanlardanım.» diyenden, kimin sözü daha doğru olabilir?”
Ecdâdımız Osmanlı, her fethettiği yere, Anadoluʼnun temiz halkını gönderdi. Kosovaʼyı fethetti 1. Murad Han, hemen arkadan gelenler, oraya Anadoluʼnun temiz halkını yerleştirdi. Fatih, İstanbul Fethiʼnden on sene sonra Bosnaʼyı fethetti, oraya da Anadoluʼnun temiz halkı yerleştirildi. Onların ahlâkı, edebi vs. dervişâne hayatı, oranın halkını müslüman etti.
Ömer -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Susarak da tebliğ edin diyor.
“‒Yâ Halife diyorlar, bir insan nasıl diyorlar, susarak tebliğ eder?”
“‒Hâlinizle, ahlâkınızla, edebinizle vs. Bu şekilde onların hidâyete gelmesine vesîle olun buyuruyor, sizlere imrensinler…”