Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullâhi aleyh) -2-

Hak Dostlarından Hikmetler-

2015 – Mart, Sayı: 349, Sayfa: 032

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Allâh’ın velî kullarını sev, sevgini belli et ve kendini onlara sevdir ki, onlar da seni sevsinler. Allah Teâlâ her gün ve her gece evliyâsının kalbine yetmiş kez nazar eder. Ola ki bir velîsinin kalbinde senin ismine nazar eder de, seni sever ve günahlarını affeder.”[1]

[Allâhʼın affına, rızâsına ve muhabbetine nâil olabilmek niyetiyle, Oʼnun velî kullarına muhabbet duymak, büyük bir saâdet vesîlesidir. Lâkin; “Ben Allah dostlarını seviyorum.” demekle iş bitmez. Bu sevginin, hâl ve davranışlarla ispatlanması zarurîdir.

Hakkʼın velî kullarına muhabbetin ilk şartı, onlara hürmet ve edep duygularıyla yaklaşmaktır. İkinci olarak da onların hâl ve davranışlarını, hayata bakış tarzlarını, helâl-haram hassâsiyetlerini, hak-bâtıl anlayışlarını, hayır-şer telâkkîlerini, şefkat, merhamet ve cömertliklerini, velhâsıl bütün hissiyat, fikriyat ve muâmelâtıyla şahsiyetlerini, imkân nisbetinde örnek almaktır.

Şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün yolda gidiyor, bir genç de ayak izlerine basarak onu takip ediyordu. Şeyhin üzerinde bir kürk vardı. Genç:

“–Efendim! Kürkünüzden bir parça verseniz de bereket ve feyzinizden istifâde etsek!” dedi.

Hazret ona şu hikmetli cevâbı verdi:

“–Değil kürkünü, bizzat Bâyezîd’in derisini giysen, onun yaptığı amelleri yapmadıkça bir fayda göremezsin!”[2]

Yani ehlullâhʼtan mânen istifâdenin ilk şartı, onlardan görüp öğrendiklerimizi, istîdâdımız ve tâkatimiz ölçüsünde hayatımıza tatbik etmemiz ve onlar gibi yaşamaya gayret göstermemizdir.

Nitekim Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurur:

“Ey insanlar! «Kişi sevdiğiyle beraberdir.»[3] hadîsini yanlış anlamayın! (Gücünüz nisbetinde) sâlihlerin amelini işlemedikçe, sâlihlerden olamazsınız. Zira yahudî ve hristiyanlar da kendilerince peygamberlerini sevdiklerini iddiâ ederler; fakat (hâl, ahlâk ve yaşayışları itibâriyle) onlarla değildirler.” (İhyâ, c. II, s. 402)

Velhâsıl Allâhʼın velî kullarıyla beraber olmak ve gönüllerinde bir yer edinmek istiyorsak, Cenâb-ı Hakkʼın râzı olacağı hâl, ahlâk ve vasıflara bürünerek hayatımızı o Hak dostlarının gösterdiği istikâmette tanzim etmeye çalışmamız zarurîdir.]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Aşırı arzularla (nefsânî ihtiraslarla) gönül âlemini mahvedeni, lânet kefenine sarıp nedâmet toprağına gömerler. (Süflî) arzulardan vazgeçmek sûretiyle nefsâniyetini bertaraf edeni ise, rahmet kefenine sarıp selâmet zeminine gömerler.”[4]

[Bu dünyada Hakkʼa vuslatın yolu, “ölmeden evvel ölmek” sırrına nâil olmaktan geçer. Bunun için de nefsânî arzuları bertaraf edip Cenâb-ı Hakkʼa tam bir teslîmiyetle râm olmak gerekir. Yani ilâhî emir ve nehiylere, en ufak bir iç sıkıntısı veya üşengeçlik duymadan, cân u gönülden boyun eğmek ve aşkla, şevkle kullukta bulunmak îcâb eder.

Cenâb-ı Hak biz kullarını, Yüce Zâtʼına kulluk etmemiz için halketti. Gönülleri, nazargâh-ı ilâhîsi kıldı. Kalpleri, îman nûrunun yerleşip karar kıldığı yüce bir mekân eyledi. Yine kalbi -meşrû da olsa- fânî muhabbetlerin harmanı olsun diye yaratmadı. Hele de nefsânî ihtirasların ve süflî câzibelerin bir mezbeleliği olsun diye aslâ yaratmadı.

Bilâkis gönül tahtını, yalnızca Zât-ı İlâhîʼsine tahsis etmemiz için yarattı. Gönülleri, cemâlî esmâsının tecellî edeceği, mücellâ, pâk ve berrak bir ayna olması için halketti. Böylece kullarıyla “dost” olmayı murâd eyledi.

Bu dünyada Allah ile dost olan îmanlı gönülleri ise, son nefeste, kabirde, mahşerde, hesapta ve Sıratʼta da sahipsiz ve hâmîsiz bırakmayacağını müjdeledi. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Bilesiniz ki, Allâhʼın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar, îman edip de takvâya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da âhirette de onlara müjde vardır. Allâh’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.” (Yûnus, 62-64)

Gönlün en büyük bahtiyarlığı; fânî câzibelerin esaretinden kurtularak Cenâb-ı Hakkʼın dostluğuna liyâkat kazanabilmesidir. Karşılaştığı ilâhî imtihanlarda; sabır, sebat, hamd, şükür, rızâ ve teslîmiyetle olgunlaşa olgunlaşa, ilâhî muhabbete lâyık hâle gelebilmesidir.

Bunun içinse, meşrû olmayan fânî muhabbetler, arzular ve câzibeler hususunda nefse mukâvemet etmek ve onu susturabilmek, birinci adımdır.

İkinci adımda ise, zevc-zevce, evlât, mal-mülk, makam-mevkî gibi meşrû muhabbetlere de haddinden fazla bağlanmayıp o safhada takılı kalmamak gerekir. Bunların birer imtihan vesîlesi olduğunu düşünüp onlara lâyık oldukları ölçüde kıymet ve ehemmiyet vermek îcâb eder.

Üçüncü basamakta ise fânî muhabbetleri, “el-Vedûd” yani bütün muhabbetlerin kaynağı olan Cenâb-ı Hakkʼın muhabbetine gönlü hazırlayan bir merhale olarak telâkkî etmek gerekir. Tıpkı Leylâʼdan Mevlâ aşkına yükselen Mecnun gibi…

Unutmayalım ki hayattaki bütün fânî muhabbetler birer “Leylâ” hükmündedir. Kiminde Leylâ, karşı cinstir. Kiminde para-puldur. Kiminde makam-mevkîdir. Kimindeyse şan-şöhrettir.

Eğer Mecnun, Leylâʼya takılıp kalsaydı; insanlık tarihinde gelip geçen sayısız Mecnunʼdan biri olur, cismi gibi ismiyle de ölür gider, bir daha hatırlanmazdı. Fakat fânî muhabbetleri gönlüne bir basamak edinip mecâzî aşktan hakîkî aşka, yani muhabbetullâhʼa ulaşması neticesinde, bütün fânî muhabbetler gözünden düştü. Kıyamete kadar gelecek olan ârif ve âşık müʼminlerin gönül ufkunda yıldızlaşacak kadar, müstesnâ bir şahsiyet hâline geldi.]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Kalbimi semâya götürdüler. Bütün melekûtun çevresini dolaşıp geri döndü. Kalbime:

«–Oradan ne getirdin?» diye sordum:

«–Muhabbet ve rızâ! Zira orada bu ikisinin rağbet gördüğünü müşâhede ettim.» dedi.”[5]

[Cenâb-ı Hak, velî kullarına zaman zaman birtakım mânevî hâller, kalbî keşifler, sünûhat, zuhûrat ve ilhamlar ihsân edebilir. Bunlar bâzen rüyâda, bâzen uyku ile uyanıklık arasında, bâzen de derin tefekkür ve murâkabe esnâsında gerçekleşir. Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriʼnin bu beyanları da -Allâhu a‘lem- bu minvaldeki bir müşâhedenin eseridir. Bu nevî ifadeler, şerʼî bir hüküm vasfı taşımasa da, mârifetullah yolunun samimî yolcularına yüksek ufuklar açar.

Hakîkaten muhabbet ve rızâ, îman nûrunun tecellîgâhı olan kalbin en mühim iki amelidir. Bu ikisi, müʼminin Hakkʼa giden gönül yolculuğundaki terakkîsinin de en büyük sermayeleridir.

Zira îmânın temelinde de muhabbet vardır. Îman, bir bakıma Allâhʼa ve Oʼnun sevdiklerine duyulan sonsuz bir muhabbetle bağlılıktır. Muhabbetin kantarı ise fedakârlıktır. Dolayısıyla, seven, sevgisi ölçüsünde fedakârlık yapmayı, en büyük nîmet, lezzet ve saâdet bilmelidir.

Cenâb-ı Hakkʼı gerçekten seven bir kul, Oʼnun kendisi hakkındaki -kahır veya lûtuf- bütün takdîrini de sever. Bu ise rızâ hâlidir. Hattâ Cenâb-ı Hakkʼa muhabbetle dolu olan bir kalp, Oʼnun kendisi hakkındaki takdîrini; kendi niyet, hayal ve arzularından çok daha hayırlı olarak telâkkî eder.

Rızâ; itmiʼnâna ermiş, yani Rabbinin zikriyle mânen huzura kavuşmuş nefsin en büyük vasıflarından biridir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimizʼin yanında bulunan müʼminlerden bahsederken:

“…Onlar Allahʼtan lûtuf ve rızâ isterler…” (el-Fetih, 29) buyurmaktadır.

Allâhʼın bizden râzı olmasını istiyorsak, evvelâ Oʼnun bizim hakkımızdaki takdîrine rızâ göstermeli, Rabbimizʼe dâimâ hamd ve şükür hâlinde bulunmalıyız.

Dünya, ilâhî imtihan mekânı olduğu için, hayat dâimâ kahır ve lûtuf tecellîlerinin med-cezirleri içinde devam eder. Peygamberler, bu imtihanlarda nasıl muvaffak olabileceğimiz hususunda, en büyük örnek şahsiyetlerimizdir:

Meselâ Eyyûb -aleyhisselâm-… Yaşadığı birbirinden ağır imtihanlar neticesinde servet gitti, evlât gitti, sıhhat gitti. Fakat o, şikâyet ve feryâd etmek yerine, dâimâ Cenâb-ı Hakkʼa hamd etti, şükretti. Rabbine olan rızâ ve teslîmiyetinden en ufak bir tâviz vermedi.

Onun hâline dayanamayan hanımı:

“–Sen bir peygambersin; duân makbûldür. Duâ et de şi­fâya nâil ol!” dediğinde ise Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- şu mukâbelede bulundu:

“–Hanım! Allah bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz o kadar olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Cenâb-ı Hak’tan sıhhat talep etmeye teed­düb ederim!”

Bütün ilâhî imtihanlar karşısında sergilediği müstesnâ rızâ hâli sebebiyle Cenâb-ı Hakkʼın “ne güzel kul”[6] iltifatına mazhar oldu.

Diğer taraftan, insanlık tarihi boyunca, dünya serveti ve saltanatı bakımından hiçbir insanın, Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’ın seviyesinde olması mümkün değildir. Lâkin dünya câzibeleri, Hazret-i Süleyman’ın gönlünü meşgul etmedi. Onun kalbi, dünyevî zenginliklerin kasası olmadı. Dünya saltanatı, onun Allah ile beraberliğine mânî olmadı. Sahip olduğu güç ve kudret, onun Hakkʼa kulluktaki tevâzû, huşû, hiçlik ve yokluk hissiyâtını bozmadı. O, bütün nîmetlerin Cenâb-ı Hakʼtan olduğunu bilip hiçbir zaman şımarmadı. Bilâkis dâimâ:

“‒Ben fakirim. Fakire, fakirlerle ülfet etmek yaraşır!” hissiyâtıyla; hamd, şükür, rızâ ve bilhassa tevâzû hâlinde yaşadı.

Bu fazîleti sebebiyle o da Cenâb-ı Hakkʼın “ne güzel kul”[7] iltifatına mazhar oldu.

Demek ki darlıkta ve zorlukta isyan etmeyerek sabır silâhına sarılmalıyız. Varlıkta da şımarmayıp taşkınlıktan sakınmalıyız. Böylece her hâlükârda takdîr-i ilâhîden râzı olmalıyız. Zira bu hâl; Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına nâiliyet vesîlesidir.

Nitekim “ağniyâ-i şâkirîn / şükür ehli zenginler” ile “fukarâ-i sâbirîn / sabır ehli fakirler”, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına nâiliyet hususunda aynı mevkîdedirler.

Fakat bu; “…Kullarımdan şükredenler pek azdır!” (Sebe’, 13) ilâhî beyânı vechile, nâdir görülebilen bir kulluk mertebesidir. Zira pek çok kalbî merhale kat edildikten sonra sergilenebilen bir fazîlettir.]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Her kim kendine bakıp ibadetini ihlâslı görür, keşif sahibi olduğunu hesâb eder ve nefislerin en çirkefi olarak kendi nefsini görmezse, hiçbir mânevî mertebede onun yeri yoktur.”[8]

[Kurʼân-ı Kerîmʼde, Cenâb-ı Hakkʼın rahmetine mazhar olan has kullardan bahsedilirken:

“Rahmânʼın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler…” (el-Furkân, 63) buyrulmaktadır.

Mütevâzı müʼmin; cömerttir, merhametlidir, temiz bir vicdana sahiptir, hizmet ehlidir. Fânî varlığından sıyrılmış bir hâlde kendisini hizmet kervanının en gerisinde kabul eden bir gönül neferidir.

Hazret-i Mevlânâ;

“Tevâzû ve mahviyette toprak gibi ol.” buyurur. Zira toprak, ayaklar altında ezilmesine rağmen, üzerinde gezen canlıların bütün cürûfunu alıp temizler ve yetiştirdiği türlü nebâtât ile devamlı ikram ve ihsan hâlinde olur.

Müʼmin, en başta Rabbine karşı tevâzûyu hiçbir zaman elden bırakmamalıdır. Rabbinin sonsuz kudret ve azameti karşısında, kendisinin acziyet, hiçlik ve yokluğunu unutmamalıdır. Oʼna kullukta bulunabilmenin bile Oʼnun büyük bir ikrâmı olduğu hissiyâtı içinde, ne kadar kullukta bulunursa bulunsun aslâ şımarmamalı, gurur ve kibre kapılmamalıdır. Bilâkis, bildiği ve bilmediği hata ve kusurlarının istiğfârıyla meşgul olmalıdır.

Zira Cenâb-ı Hak:

“Allâhʼın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâhʼın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamdederek Oʼnu tesbîh et ve Oʼndan mağfiret dile…” (en-Nasr, 1-3) buyurmaktadır.

En büyük örnek şahsiyetimiz ve rehberimiz olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, vefatlarına seksen gün kala nâzil olan bu sûreyi, sık sık okur ve muktezâsınca amel ederlerdi.

Demek ki bütün nîmetler Cenâb-ı Hakkʼın bir ihsânıdır. Kul, herhangi bir nîmete veya muvaffakıyete erdiği zaman, bundan nefsine bir pay çıkarmamalı; “Ben yaptım, ben başardım.” dememelidir. Bilâkis; “Sen lûtfettin. Senʼin ihsânındır yâ Rabbi!..” demelidir. Bildiği ve bilmediği, farkında olduğu ve olmadığı sayısız nîmetleri için, Rabbine lâyıkıyla şükredememekten dolayı da, tevbe ve istiğfârı hiçbir zaman ihmâl etmemelidir.]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Kibirli kişi, aslâ mârifetin kokusunu koklayamaz. Bunun için on sekiz bin âlemde kendi nefsinden daha kötü bir nefs görmemelidir.”[9]

[Kibir, kökü Cehennemʼde bulunan çirkin bir huydur. Hakkʼa kulluğun fârik vasfı olan tevâzuun zıddıdır. Tevhîd akîdesi gibi, Cenâb-ı Hakkʼın kibriyâ sıfatının da, yani büyüklük ve ululuk vasfının da, aslâ ortaklığa tahammülü yoktur. Kibir ise, bütün nîmet veya muvaffakıyetleri lûtfeden Allâhʼa ortaklık alâmetidir. Zira nîmeti Allahʼtan bilmek yerine, kendine izâfe etme ve nefsine pay çıkarma gafletidir.

Kârun, Allah Teâlâ’nın kendisine birçok ihsanda bulunduğu, zühd ve takvâ sahibi bir kul idi. Üstelik Tevrât’ı en iyi tefsir eden kimseydi. Cenâb-ı Hak ona bir imtihan olarak büyük hazineler verdi. Kârun, bu ilâhî ihsanlar için şükredeceği yerde, gurur, kibir ve enâniyete kapılarak servetini âdeta put hâline getirdi. Öyle ki Mûsâ -aleyhisselâm-, Kârun’a zekâtının hesabını bildirince o:

“–Bunları ben kendi ilmimle kazandım!” diye büyüklenerek îtiraz etti. Neticede, dayanıp güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine gömülerek, zelil bir hâlde helâk edildi.

Ebrehe de, o zamanın tankları sayılan fillerle Kâbeʼyi yıkmak için yola çıkmıştı. Cenâb-ı Hak Ebâbil kuşlarını gönderdi. Bu küçük kuşlar vâsıtasıyla, o koca fil ordusunu helâk etti. Lâkin Ebreheʼyi bir ibret olsun diye orada öldürmedi. Onu, gurur ve kibirle çıktığı yurduna zelil hâlde geri döndürdü ve orada helâk etti.

Bunun içindir ki Hak dostu ârif kullar, nefislerine karşı dâimâ teyakkuz hâlinde bulunmuş, en ufak bir gurur, kibir ve enâniyet durumunda derhâl kendi nefislerine haddini bildirmişlerdir.

Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın şu hâli ne kadar hikmetlidir:

Ashâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Halîfe Hazret-i Ömer’in üzerinde bir elbise gördüm; on yedi tâne yaması vardı. Ağlayarak evime döndüm. Bir müddet sonra tekrar yola çıktım. Yine Hazret-i Ömer’le karşılaştım. Omzuna bir su kırbası koymuş, insanların arasından yürüyüp gidiyordu. Ona hayretle:

«‒Ey Mü’minlerin Emîri!» dedim. Bana:

«‒Sus, konuşma! Sebebini sana daha sonra anlatacağım!» buyurdu.

Onunla birlikte yürüdüm. Yaşlı bir kadının evine girip suyu onun kaplarına boşalttı. Sonra birlikte Hazret-i Ömer’in evine döndük. Ona niçin böyle yaptığını sordum. Şöyle buyurdu:

«‒Sen gittikten sonra yanıma Rum ve Fars elçileri geldi. Bana;

“‒Allah sana hayırlar, iyilikler versin ey Ömer! Bütün insanlar senin ilmin, fazîletin ve adâletin hususunda ittifak ettiler!” dediler.

Onlar yanımdan çıkınca bana, kendimi beğenme duyguları geldi. Ben de hemen kalkıp nefsime o gördüğün şeyleri yaptım.»” (Muhibbu’t-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 380)

“Kim nefsini bilirse Rabbini de bilir.” buyrulduğu üzere, mârifetullâhʼa eren, yani Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyan ve Oʼnunla beraberliğin feyz ve rûhâniyeti içinde yaşayan ehl-i irfânın en büyük mücadelesi, nefislerine karşı verdikleri iç mücadeledir. Zira nefs, ne kadar terbiye edilirse edilsin, yine de şerrinden emin olunamayan bir imtihan unsurudur.

Merhum Necip Fâzılʼın Yunus Emre adlı tiyatro eserinde, bu hususla ilgili hikmet dolu bir sahne vardır. Hulâsa olarak şöyledir:

Yunus Emre Hazretleri, şeyhi Taptuk Babaʼnın dergâhında, nefsini terbiye etmek için “erbaîn”e girer. Kırkıncı gün, nefsine sahip olup olamayacağı hususunda bir imtihandan geçirilir.

Derviş Yunus, çilehânenin kapısında bir kadın sesi duyar. Gelen, -güyâ- şeyhinin kızıdır. Yunus kapıyı açmaz. Kız ise, türlü diller dökerek kapıyı açtırmaya çalışır.

“‒Ey Yunus! Kırk gündür burada çile çektin. Kendini benimle bir imtihan et.” der. Yunus, bu nefs imtihanıyla yüzleşmek için kapıyı açtığında, karşısında “Siyahlı Adam”ı bulur.

Siyahlı Adam; Yunusʼun riyâzet ve mücâhedeleri neticesinde iç dünyasından çıkıp karşısında belirmiş olan nefsinden başkası değildir. Yunus, onu kovarak kendisinden uzaklaştırmaya çalışır. O ise bir gölge gibi sahibinden ayrılmaz. Üstelik türlü vesveseler ve zehirli fikirlerle, Yunusʼu çıktığı yoldan geri döndürmek ister. Onu, servet, şehvet ve şöhret vaatleriyle, nefsine karşı verdiği amansız mücadeleden vazgeçirmeye çalışır.

Yunus, Siyahlı Adamʼı, yani nefsini yakalamışken, onu öldürmek ve artık onun sıkıntılarından tamamen âzâde bir ömür sürmek ister. Siyahlı Adamʼı boğmaya kalkışır, boğamaz. Su testisini Siyahlı Adamʼın kafasına çarpar. Fakat testi, bir gölgenin içinden geçer gibi gidip duvarda patlar.

Neticede Yunus, nefsini öldüremeyeceğini, fakat onu “Lâ ilâhe illâllah” zikriyle zincire vurabileceğini anlar. Zikri duyan ilâhlık dâvâsındaki nefs, âdeta çarpılmışa dönerek geri çekilip odadan çıkar.

Sonra Taptuk Babaʼnın sesi duyulur. Yunus, bu sefer de nefsinin, şeyhi kılığında geldiğini düşünerek tereddüt eder. Fakat Taptuk Baba, gelenin kendisi olduğunu, nefsinin ise zincire vurulmuş hâlde bulunduğunu söyleyerek kapıyı açtırır. Ardından, buradaki çilesinin bittiğini, artık son nefese kadar sürecek büyük çilehânedeki çilesine başlayacağını haber vererek onu “er meydanı” dediği dış dünyaya çıkarır. Dergâha dağdan odun taşımakla vazifelendirir. Ardından da, kızını ona nikâhlayacağını söyleyip şu nasihatte bulunur:

“‒(Yunus!) Hiçbir hak yeme! Nefsin hakkını da… Nefsin hakkı, şerîatte yazılı olduğu kadar… Ne bir lokma eksik, ne bir lokma fazla… Nefsi zincire vurmak böyle olur. Nefsini öldürmeye çalışma! (Zira nefs ölmez. Sen onu) îmâna getirmeye çalış! Allah onu yenmek için yarattı seni!..”[10]

Velhâsıl nefs, her yere ve her kılığa girer. Sahibini bir gölge gibi takip eder. Onu bütünüyle bertaraf etmek ne mümkündür ne de makbuldür. Makbul olan; onun gücünü mânevî terbiye ile kontrol altına alarak Hakkʼa kulluğa râm etmektir.

İmâm Ga­zâ­lî Hazretleri bu hakîkati ne güzel hulâsa eder:

“Nefs, rûhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa, helâk olması mukadderdir… O hâlde nefsinin dizginlerini sımsıkı tut ve bineğinden istifâde etmeye bak!..”]

Cenâb-ı Hak biz âciz kullarını göz açıp kapayıncaya kadar da olsa nefsimizin eline bırakmasın. Cümlemizi, ihlâsını koruduğu sâlih kullarının arasına lûtf u keremiyle kabul buyursun. Kalplerimizi, ihlâs, takvâ, rızâ, muhabbet ve mârifet nurlarıyla münevver kılsın.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Abbâs, Ebû Yezîd, sf. 70; Sehlegî, en-Nûr, sf. 99, 115.

[2] Attâr, Tezkire, sf. 191.

[3] Buhârî, Edeb, 96.

[4] Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Bâyezîd-i Bistâmî, sf. 187, TDV Yayınları, Ankara 1994.

[5] Attâr, Tezkire, sf. 202.

[6] Bkz. Sâd, 44.

[7] Bkz. Sâd, 30.

[8] Prof. Dr. S. Uludağ, Bâyezîd-i Bistâmî, sf. 187.

[9] Prof. Dr. S. Uludağ, Bâyezîd-i Bistâmî, sf. 189.

[10] Bkz. N. F. Kısakürek, Yunus Emre, sf. 36-44, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1984.