Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -7-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2022 – Nisan, Sayı: 434

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Ramazân-ı Şerîf, kullar için rahmet kaynağıdır. İbadet ve hayırları pek çoktur…

Hiç bilir misiz; Ramazân-ı Şerîfʼte bağışlanmayan ne zamanda bağışlansa gerektir?

(Ramazân-ı Şerîfʼe erişenler;) şimdiye dek ettiklerine nâdim olup istiğfar ve tevbe edeler. Hakkʼı zikredeler. Tâat ve ibadette olalar. Hakkʼın kelâmını dinleyeler. Sâir günlerden kat kat daha sevap olur. Bu günler de gelir geçer. Fırsat elde iken, saʻy edegör, çalışagör.”[1]

“Mekke-Medîne ve Arz-ı Mukaddese ki, onlarda olan tâat ve ibadetler, başka yerlerde yapılanlardan kat kat fazîletli olduğu gibi, Ramazân-ı Şerîf cihetinden dahî öyledir. Sâir aylara nisbetle üç aylar şerîftirler. Cümlesinden eşref olan da Ramazân-ı Şerîfʼtir.”[2]

[Cenâb-ı Hak, bazı mekânları diğer mekânlardan üstün kılmıştır. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mescid-i Nebevî’de kılınan namazın, Mescid-i Haram hâriç, diğer yerlerde kılınan namazlardan bin kat daha fazîletli olduğunu haber vermiştir.[3]

Nasıl ki bazı mekânlarda yapılan ibadetlerin ecri kat kat fazla ise bazı zamanların da müstesnâ fazîletleri bulunmaktadır. Meselâ 24 saatlik bir gün içinde seher vaktinin, 7 günlük bir hafta içinde Cuma gününün apayrı bir husûsiyeti vardır. Bunun gibi, senenin ayları içinde de Ramazân-ı Şerîf’in öyle müstesnâ bir kıymeti bulunmaktadır.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Şâban ayının son günü îrâd ettiği bir hutbede şöyle buyurmuştur:

“Ey müslümanlar! Büyük ve mübârek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. Bu, içinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’nin bulunduğu bir aydır…

Bu ayda kim bir hayır işlerse başka zamanlarda bir farzı yerine getiren kimse gibi sevap kazanır. Bir farzı edâ eden de, başka aylarda yetmiş farzı yerine getiren gibi sevap kazanır… (İbni Huzeyme, Sahîh, III, 191-192; Ali el-Müttakî, VIII, 477/23714)

Yani ilâhî rahmet ve mağfiretin âdeta coşup taştığı bu mübârek ayda yapılan ibadet ve tâatler, sâir zamanlarda yapılanlardan çok daha fazla ecir kazanmaya vesîledir. Bunun içindir ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ramazan’da diğer aylardan daha fazla (kulluğa) gayret ederdi. Ramazan’ın son on gününde ise evvelki günlerinden daha fazla ibadet ederdi.[4]

Abdullah ibn-i Abbas -radıyallâhu anhumâ- şöyle anlatır:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların en cömerdi idi. Ramazan ayında ise cömertliği daha da artardı. Çünkü Cebrâil -aleyhisselâm-, her sene Ramazan’da gelir, ayın sonuna kadar beraber olur, Efendimiz ona Kur’ân-ı Kerîm’i arz ederdi. İşte bu günlerde Allah Rasûlü, esen rüzgârlardan daha cömert olurdu.” (Müslim, Fezâil, 50)

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe:

“–Hangi sadaka ecir bakımından daha büyüktür?” diye sorulduğunda:

“–Ramazân-ı Şerîf’te verilen sadaka…” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Zekât, 28/663)

Dolayısıyla Ramazân-ı Şerîf, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını tahsil etmek ve Oʼna yakınlaşmak, merhamet ve şükrün tezâhürü infaklarla nefsin cimriliğini bertaraf etmek, hodgâmlıktan diğergâmlığa ulaşmak, yaşama zevkini bir kenara bırakıp yaşatma sevdâsına gönül vermek, ibadetlere ve bilhassa Kurʼân-ı Kerîm ile meşguliyete teksif olmak için, bir aylık, yoğun bir mânevî eğitim mesâbesindedir.

Nasıl ki bazı meslek erbâbı, sahalarında başarılı olabilmek için; sporcular da girecekleri müsâbakalarda gâlip gelebilmek maksadıyla çalışma kamplarına kapanıp âdeta ihtilâttan men kararı alırlarsa, yani hedefleri dışındaki her şeyle irtibatlarını keserlerse, Ramazân-ı Şerîf de mü’minler için dünyevî alâkaları asgarîye indirerek Hakk’a yakınlığın müstesnâ fırsatlarına teksif olma mevsimidir. Kulu Rabbinden uzaklaştıran her şeyden el çekerek, rızâ-yı ilâhîyi tahsilin bereketli vesîlelerinden bol bol istifâde etme zamanıdır.

Ramazân-ı Şerîf’in en müstesnâ gecesi ise, “Bin aydan hayırlı olan Kadir Gecesi”dir.[5] Rabbimiz bin ayın fazîletini, yani ibadetle ihyâ edilen 83 küsur senenin ecrini, Kadir Gecesi’ni ihyâ eden kullarına müjdeliyor.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“Kadir Gecesiʼni, fazîlet ve kudsiyetine inanarak ve sevâbını yalnız Allah’tan bekleyerek ibadet ve tâatle geçiren kimsenin -kul hakkı hâriç- geçmiş günahları bağışlanır.” buyuruyor. (Müslim, Müsâfirîn, 175/760)

İlâhî rahmet ve bereketin bolluğu sebebiyle mânevî bir hazine değerinde olan bu mübârek gece, Cenâb-ı Hakk’ın Habîb’ini ve O’nun vesîlesiyle ümmet-i Muhammed’i ne kadar sevdiğinin de bir nişânesidir. Zira diğer peygamberlere ve onların ümmetlerine böyle bir gecenin lûtfedilmiş olduğuna dâir, herhangi bir kayda rastlamıyoruz.

Bize en küçük bir hediye verene bile teşekkür etmek bir vicdan borcu iken, böylesine muhteşem bir ikram ve ihsanda bulunan Cenâb-ı Hakk’a şükrümüzü son derece artırmalı, o mübârek geceyi ibadet ve tâatler ile ihyâ etmeliyiz.

Ayrıca, meccânen (yani hiçbir bedel ödemediğimiz hâlde) ümmeti olmakla şereflendiğimiz Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan minnettarlığımızı da artırmalıyız. “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[6] hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girebilmek için; Efendimiz’le hâl beraberliği, fiil beraberliği, his ve fikir beraberliği içinde olmaya gayret etmeliyiz.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin Vedâ Hutbesiʼndeki; “Sakın (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayın!”[7] buyruğuna cân u gönülden itaat ederek Oʼnun gül yüzünü her dâim tebessüm ettirmeye çalışmalıyız.

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Rânûnâ Vâdisiʼnde verdiği bir hutbede;

“Ey insanlar! Ölmeden önce tevbe edin; fırsat elde iken sâlih ameller işlemeye bakın! Gizli-açık bolca sadaka vermek ve Allâhʼı çok çok zikretmekle, Rabbinizle aranızı düzeltin!..” buyuruyor. (İbn-i Hişâm, I, 118-119, Beyhakî, Delâil, II, 524)

İşte Ramazân-ı Şerîf ve Kadir Gecesi, hem Rabbimiz ile aramızı düzeltmenin hem de Oʼna olan yakınlığımızı artırmanın en feyizli zamanıdır. Böyle bir mânevî hazineyi bizlere lûtfettiği için Cenâb-ı Hakkʼa ne kadar şükretsek az…

Diğer taraftan, nasıl ki bu ayda yapılan hayırlar katbekat sevap kazanmaya vesîle ise, bunun zıddına, bu mübârek zamanları gaflet ve ihmâl ile ziyan etmek de aynı şekilde büyük bir hüsran ve nedâmet sebebidir.

Sâlih zâtlardan biri şöyle buyurmuştur:

“Sene bir ağaçtır. Receb ayı bu ağacın yapraklanma günleridir. Şâban ayı meyvelenme günleridir. Ramazan ayı ise meyvelerinin toplandığı günlerdir.”

İşte böyle bir hasat mevsiminde gaflet uykusuna dalan kimse, mahsulünü vaktinde toplamayı ihmâl edip de dalında çürüten bir çiftçi gibi, ağır bir zarar, ziyan ve pişmanlığa dûçâr olur.

Nitekim, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Cebrâîl -aleyhisselâm- bana göründü ve:

«Ramazan’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi, ben de «Âmîn!» dedim…” (Hâkim, Müstedrek, IV, 170)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmaktadır:

“…Ramazan’ı idrâk edip de bağışlanamamış olan kimseye yazıklar olsun. Kişi Ramazan’da da bağışlanamazsa, peki ya ne zaman bağışlanacak?!.” (İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 270; Heysemî, Mecma, III, 143)]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Bu mübârek ayda Cenâb-ı Hakkʼın emirlerine itaatkâr olan, tâat ve ibadetini artıra, gayret ede. Âsî ve günahkâr olan da, geçen günah, cürüm ve isyânına nedâmetle pişmanlıkta ola. Bir daha etmemek kas­tında ola.

Heyhât, bu günlere ve bu gecelere bir daha ereceğine hüküm yok ya! Elinde bir berat var mıdır ki, bir sonrakine de yetişebile? Ya ne eyleye? Her Ramazan «son Ramazanʼımdır» ve her namaz «son namazımdır» diye Hakkʼa yönelmiş ola. «En son dönüşüm Sanadır.» diyerek ibadete vâsıl ola…”[8]

[Ramazân-ı Şerîf, ömür takvimi üzerinde ciddî bir tefekkür vesîlesidir. Düşünmeliyiz ki, geçen Ramazan ayında aramızda olan nice eş-dost, akraba; bu Ramazân-ı Şerîf’te berzah âlemindeler. Onların artık bir Ramazân-ı Şerîfʼi daha ihyâ edebilme imkânları kalmadı. Geçen Ramazan, onların son Ramazan’ıydı. Biz de önümüzdeki senenin Ramazan ayında olacak mıyız, meçhul! Bir sonraki Ramazanʼa erişmeye hiçbir teminâtımız yok.

Nasıl ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, her namazı “son namaz” şuuruyla kılmamızı tavsiye buyuruyorsa, biz de idrâk etmekte olduğumuz bu mübârek ayı, belki de son Ramazan’ımız olabileceği şuuruyla değerlendirelim. Bu muhteşem mânevî hazinenin en küçük bir kırıntısını dahî zâyî etmekten titizlikle sakınarak her ânını en güzel şekilde ihyâ etmeye çalışalım.

Yine bu gufrân ayının kadrini-kıymetini bilip ondan tertemiz çıkmak için gayret gösterelim. Ömrümüzün kalan kısmını, geçen kısmından daha hayırlı kılabilmek için, yapabileceğimiz hiçbir sâlih ameli ertelemeyelim, derhâl îfâ edelim.

Zira hayat senedinin vâdesi meçhul. Ve bu nîmet bir defaya mahsus; ne tekrarı var, ne de telâfisi…

Tâbiînden Âmir bin Abdikays -rahmetullâhi aleyh-, ölümü yaklaşınca ağlamaya başlamıştı. Niçin ağladığı sorulunca şu cevâbı verdi:

“–Ne ölüm korkusu ne de dünya hırsıyla ağlıyorum. Lâkin; sıcak günlerde oruç tutmaktan ve geceleri ibadete kalkmaktan mahrum kalacağım diye ağlıyorum.”]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Şerîat mertebesinde oruç; yeme, içme ve cinsî münâsebetten sakınmaktır. Oruçta eğer tarîkat âdâbı da gözetilecek olursa; dili gıybetten, gözü harama bakmaktan ve kulakları mâlâyânî sözler dinlemekten saklamak îcâb eder.”[9]

[Ramazân-ı Şerîf, bir takvâ ayıdır. Nitekim oruçtan maksadın da takvâya ermek olduğu, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

“Ey îmân edenler! Oruç, sizden önce gelip geçen ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılınmıştır. Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)

Takvâ ise, Cenâb-ı Hakkʼın rızâ ve muhabbetini kaybetme korkusuyla, Oʼnun râzı olmadığı her türlü hâl ve davranıştan titizlikle sakınmaktır. Bunun için evvelâ nefsâniyeti bertaraf edip rûhâniyeti inkişâf ettirmeye gayret göstermek gerekir.

Ramazân-ı Şerîfʼin âdeta alâmet-i fârikası olan oruç ibadeti, mâlum olduğu üzere, imsaktan iftara kadar yeme-içme ve cinsî arzulardan uzak durmaktır. Fakat bu, orucun zâhirî tarafıdır. Orucun makbul kıvamda tutulabilmesi için, onun zâhiriyle beraber kalbî cihetine de îtinâ göstermek gerekir. Zira oruç, sırf bir açlıktan ibâret değildir.

Nasıl ki huşû üzere kılınan makbul bir namaz, kulu hayâsızlık ve kötülüklerden alıkoyarsa, hakkıyla tutulan bir oruç da günahlara karşı koruyucu bir zırh mâhiyetindedir.

Dolayısıyla namaz ve orucumuzun makbûl olup olmadığını anlamak istiyorsak, yaşayışımızda günahlardan ne kadar uzak durabildiğimize bakmak kâfîdir. Şayet tuttuğumuz oruç, bizde bir takvâ hassâsiyeti meydana getirmiyorsa, orucumuzu gözden geçirmeli ve nerede hatâ yaptığımıza bakmalıyız. Orucun zâhirî şartlarına ilâveten, takvâ cihetine de dikkat etmeliyiz ki, tuttuğumuz oruç, Cehennem’e kalkan olan gerçek bir oruç olsun.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Dili yalandan korumak gerektiği gibi, hâl ve davranışlarda da yalandan sakın­mak lâzımdır. Bilhassa Ramazan-ı Şerîfʼte bir-iki lokma terk etmeyi kâfî görmemeli, yalan ve gıybetten de titizlikle uzak durulmalı.”[10]

[Oruç tutmak; aynı zamanda Cenâb-ı Hakkʼın râzı olmadığı zâhir ve bâtın bütün haramlara karşı nefsin dizginlerini de sımsıkı tutmak demektir. Bunun için orucu, mideye ilâveten göze, kulağa, dile, kalbe, velhâsıl bütün uzuvlara tutturmak gerekir. Düşünmeliyiz ki, tuttuğumuz oruç;

  • Gözümüzü harama bakmaktan koruyor mu?
  • Kulağımızı yanlış sözler ve sesler dinlemekten muhafaza ediyor mu?
  • Bilhassa dilimizi yalan, iftira, gıybet, dedikodu ve boş sözlerden alıkoyuyor mu? Zira bu tip konuşmalara karşı âdeta bir “sükût orucu” tutmamız da elzemdir.

Bu hususta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin şu îkâzı ne kadar mânidardır:

“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allâh’ın, o kimsenin yeme-içmeyi bırakmasına ihtiyacı yoktur.” (Buhârî, Savm, 8)

Dolayısıyla oruçta, ağza bir şey girmemesine dikkat edildiği gibi, ağızdan yanlış bir söz çıkmamasına da son derece dikkat edilmelidir. Bu yanlış kelâmların başında ise “gıybet” gelir.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, oruçlu iken gıybet eden iki kadın hakkında;

“Bunlar, Allâh’ın helâl kıldığı şeylerden kendilerini tuttular, onlara karşı oruçlu oldular; haram kıldığı şeylerle de oruçlarını açtılar. Birbirinin yanına oturup, insanların etlerini yemeye (gıybet etmeye) başladılar.” buyurmuştur. (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)

Hak dostlarından Abdullah Dehlevî Hazretleriʼnin oruçlu olduğu bir gün, yanında sultânı kötülediler. Hazret:

“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu. Bir talebesi:

“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise:

“–Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.

Yani gıybetin bir esintisi bile, orucun feyz ve rûhâniyetini zedeliyor. Hâlbuki müʼmin, sâlih amellerin edâsı için gösterdiği gayreti, o amellerin Allah katında makbul olması ve ecrinin zâyî olmaması için de göstermek zorundadır.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Sivâ savmını kim tuttu

Visâlin ıydine yetti

Cemâlin vasfın işitti

Gönül eğlenmez eğlenmez

[Hüdâyî Hazretleri bu mısrâlarında buyuruyor ki:

“Kim ki kalbini Allah’tan gayrısına karşı oruçlu tutarsa Hakk’a vuslat bayramına erişir. Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini temâşâ bayramının vasfını işitip de idrâk eden bir gönül, artık Allah’tan gayrısıyla huzur bulamaz.”

Hak dostu ârifler, orucun şerîat ve tarîkat ölçülerine ilâveten, hakîkat ve mârifet âdâbına da riâyet ederler.

Bir kudsî hadiste Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakkʼın şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

“Oruç Benʼim içindir ve onun karşılığını ancak Ben veririm.” (Buhârî, Savm, 2; Müslim, Sıyâm, 164)

Burada kastedilen karşılığın ne olduğuna dâir farklı görüşler bulunmakla birlikte, hakîkat ehli, bu mükâfâtın ancak “likāullah”, yani Cennetʼte Cenâb-ı Hakkʼın cemâlini temâşâ bahtiyarlığı olduğunu beyan etmişlerdir.[11]

Buna göre kulu “likāullah” nîmetine ulaştıracak bir oruç için, onu bütün uzuvlara ilâveten kalbe de tutturmak îcâb eder. Bu ise oruçlu iken kalbi Allahʼtan gayrısıyla meşgul etmemektir.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى وَ ذَكَرَ اسْمَ رَبِّه۪ فَصَلّٰى

“Gerçekten temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip O’na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A‘lâ, 14-15)

Müfessir Bursevî’nin ifadesiyle:

“Bu âyetlerde, şerîate aykırı işlerden nefsi temizlemeye, kalbi dünya sevgisinden arındırmaya, gücü nisbetinde Allâh’a yönelmeye, hattâ Allah’tan başkasını hatırlamaktan bile sakınmaya işaret vardır.” (Rûhuʼl-Beyân, X, 410)

Âyet-i kerîme muktezâsınca, kalp temizlendikçe o kalbe artık Cenâb-ı Hakkʼın sevmediği hiçbir şey giremez. Nefsânî arzu ve hevesler orada ömrünü tüketir.

Ârifler nazarında kalbi her dâim ilâhî tecellîlerin mazharı olabilecek sâfiyette tutabilmek, en mühim kulluk edebidir. Nitekim Hak dostlarından Ebû Bekir Kettânî -rahmetullâhi aleyh- ölüm döşeğindeyken “ne gibi sâlih amelleri olduğunu” soranlara, şu cevâbı vermiştir:

“–Ölümümün yaklaştığını bilmeseydim, riyâ olacağı endişesiyle size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekçilik yaptım. Onu Allah Teâlâ’dan başkasına açmamaya çalıştım. Kalbim o hâle geldi ki, artık Allah’tan başkasını tanımaz oldum.”

İşte Cenâb-ı Hakkʼın cemâline gerçek mânâda âşık olanlar, Oʼndan gayrısına meyletmezler. Gönüllerini Hak Teâlâʼnın râzı olmadığı her şeyden muhafaza ederler. Zira onlar; “Kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, kişinin iyi bir müslüman oluşundandır…”[12] hadîs-i şerîfini, kalbî derinlikle idrâk edip yaşayan ârif kullardır.

Bizler de bilhassa Ramazân-ı Şerîfʼte, nefsânî ve mâlâyânî seslere kulaklarımızı tıkayalım. Gözlerimizi ve gönüllerimizi haram ve gaflet ekranlarıyla kirletmekten sakınalım. Televizyonun nefsâniyeti palazlandıran kanallarından, internetin yanlış adreslerinden ve takvâ mevsimi Ramazanʼı eğlence şenliği olarak gösteren gâfillere kanmaktan, hem kendimizi hem de nesillerimizi muhafaza edelim.

Bilhassa Ramazân-ı Şerîf’in rahmet ve bereketinden çocuklarımızı da istifâde ettirmeye gayret gösterelim. “Ağaç yaşken eğilir.” hakîkatinden hareketle, evlâtlarımızı yumuşak bir üslûp ve tatlı dille sahura kaldırarak oruca teşvik edelim. Şayet tam olarak tutmaya güç yetiremezlerse, hiç olmazsa “tekne orucu”yla onları ibadete alıştıralım. Câmiye giderken de mümkün mertebe evlâtlarımızı yanımızda götürelim. “Mârifet iltifâta tâbîdir.” kâidesi gereğince, kıldıkları namaz ve tuttukları oruçların ardından onlara küçük hediyeler vererek gönüllerindeki ibadet şevk ve heyecanını pekiştirelim.

Ayrıca, Kurʼânʼın indirildiği bu mübârek ayda, hem kendimiz hem de evlâtlarımızla Cenâb-ı Hakkʼın kelâmını bol bol okuyup dinlemek ve tefekkür etmek sûretiyle, vakitlerimizi güzelce ihyâ edelim. Dâimâ sâlih amellerle, hak ve hayırla meşgul olalım ki bâtıl bizi işgâl edemesin.]

Cenâb-ı Hak, gönül hânelerimize misafir olan Ramazân-ı Şerîfʼi güzelce ağırlayıp bizden râzı hâlde uğurlayabil­meyi, Ramazan rûhâniyeti içinde bir hayat yaşayıp son nefesimizi de ebedî bir bayram huzuruyla verebilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. Aziz Mahmud Hüdâyî, Sohbetler (Hazırlayan: Sâfi Arpaguş), 8. Sohbet, Vefâ Yay. İst. 2010.

[2] Bkz. Aziz Mahmud Hüdâyî, a.g.e., 18. Sohbet.

[3] Bkz. Buhârî, Fadlu’s-Salât, 1; Müslim, Hac, 505-510.

[4] Bkz. Müslim, Îtikâf, 8; İbn-i Mâce, Sıyâm, 57.

[5] Bkz. el-Kadr, 3.

[6] Buhârî, Edeb, 96.

[7] Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn-i Mâce, Menâsik, 76, 84; Ahmed, V, 30.

[8] Bkz. Aziz Mahmud Hüdâyî, a.g.e., 18. Sohbet.

[9] Bkz. Aziz Mahmud Hüdâyî, a.g.e., 8. Sohbet.

[10] Bkz. Aziz Mahmud Hüdâyî, a.g.e., 33. Sohbet.

[11] Bkz. Aziz Mahmud Hüdâyî, a.g.e., 8. Sohbet.

[12] Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12.