Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -6-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2022 – Mart, Sayı: 433

Hüdâyî Hazretleri Farsça ve Arapça bir şiirinde buyurur:

Ey deret Ka‘be-i erbâb-ı necât
Kıbletî vechuke fî külli salât
Zât-ı pâk-i tû münezzeh zî-cihât
Dergehet Ka‘be-i ehl-i derecât

“Ey kapısı kurtuluş ehlinin Kâbe’si olan (Allâhʼım)!
Yüzün, her namazda benim kıblemdir.
Sen’in temiz Zât’ın yönlerden münezzehtir.
Dergâhın, derece ehlinin Kâbe’sidir.”

[Namazda nasıl ki vücudun yönünü Kâbe’ye çevirmek gerekiyorsa, kalbin yönünü de Kâbeʼnin Rabbiʼne çevirmek îcâb eder. Zira huşû içinde edâ edilen ve kulu mîrâc ikliminden hissedar kılan makbul bir namaz için, kalp ve beden âhengi zarurîdir. Esâsen bu “madde ve mânâ, şekil ve ruh, zâhir ve bâtın” dengesi, bütün ibadetler için gereklidir. Nitekim Mevlânâ Hazretleri:

“Hacca gidenler, orada Beytʼin (yani Kâbeʼnin) sahibini arasınlar. Oʼnu bulduktan sonra Kâbeʼyi her yerde bulabilirler.” buyurur.

Yani imkân sahibi her müʼmine farz olan hac ibadeti de Cenâb-ı Hak ile beraberliği kalbe nakşedebilme nisbetinde makbul ve mebrur olur, gönle feyz ve rûhâniyet bahşeder. Cenâb-ı Hak’la beraber olan bir kalp, nerede olursa olsun, âdeta Kâbe’de gibi mânevî füyûzâtın huzur ve saâdeti içinde yaşar.

Buna mukâbil, hac veya namaz gibi pek mühim ibadetlerde dahî zâhiren ve bedenen Kâbe’ye yönelmiş olup da kalben Cenâb-ı Hak’tan gâfil olmak ise büyük bir mahrumiyet ve mânevî ziyanlık sebebidir.

Cenâb-ı Hak zamandan ve mekândan münezzehtir. O, sonsuz kudretiyle her an, her kulunun yanındadır. Âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nerede olsanız, O (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِ

“Doğu da Allâhʼındır batı da. Nereye dönerseniz Allâhʼın yüzü (Zâtʼı) oradadır…” (el-Bakara, 115)

Bunun için Hak dostu kâmil müʼminler, yalnız ibadet esnâsında değil, her zaman ve mekânda kendilerini ilâhî huzurda bilirler.

Nitekim;

(O müʼminler ki) namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23) âyet-i kerîmesi zâhiren; “Mü’minler namazlarına riâyet ederler, onu terk ve ihmal etmezler.” demektir.

Fakat ârifler, buna ilâveten âyet-i kerîmeye bir de işârî mânâ vererek şöyle buyurmuşlardır:

“Bu âyet-i kerîmeden murâd, namazın rûhu, özü ve mânâsıdır. Çünkü kılınan namazın sûreti devamlılık arz etmez. Rûhun rükû ve secdesi vardır; namazda olan rükû ve secde, mânânın zâhir olan tarafıdır. Dâimî namaz, bütün hâllerde Allâh’ı hatırlamaktır.”

Yani Hak dostları, Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bulunma şuurunu, namazdan sonra da muhafaza ederler. Diğer bir ifadeyle her an ilâhî kameralar altında bulunma (ihsan) duygusunu hiç silinmeyecek şekilde kalplerine nakşederler. “El kârda gönül Yârʼda” şuuruyla dünyevî işlerle meşgulken dahî kalben Cenâb-ı Hak ile beraber bulunurlar. “Halvet der encümen” düsturuyla da kalabalıklar içindeyken dahî Rabʼleriyle baş başa bir gönül ikliminde yaşarlar. Böylece bütün bir ömürlerini Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı hâl ve davranışlar içinde geçirirler.

Nitekim Hak dostlarının sözcüsü mevkiinde bulunan Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Öyle bir abdest al ki hiç bozulmasın. Öyle bir namaz kıl ki hiç bitmesin. Âşığa beş vakit namaz yetmez, beş yüz bin vakit ister. Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?”

“Bize doğru yolu gösteren, bizi kötülüklerden alıkoyan namaz, beş vakitte kılınır. Hâlbuki Hak âşıkları dâimâ namazdadırlar. Zira onların gönüllerindeki aşk ve ciğerlerini yakıp kavuran o ilâhî muhabbet, ne beş vakitle yatışır, ne de beş yüz bin vakitle geçip gider!..”

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“…Benʼi zikretmek (hiç unutmamak, dâimâ hatırlamak) için namaz kıl!” (Tâhâ, 14)

Demek ki kıldığımız namazların bize kazandıracağı en mühim mânevî terbiye, kendimizi dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bilmek, kalbimizin Rabbimiz’le irtibâtını her hâlükârda muhafaza etmektir.

Şu kıssa ne kadar mânidardır:

Nakledildiğine göre Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleriʼnin bütün müridlerinden daha fazla değer verdiği bir mü­rîdi vardı. Diğer müridler onu kıskanıyorlardı. Bunu anlayan Cüneyd-i Bağdâdî -rahmetullâhi aleyh-;

“‒İltifat ve teveccüh nazarımızı ona çevirmemiz, onun edep ve anlayışının hepinizden fazla olmasından dolayıdır. Bu durumun size de mâlum olması için bir imtihan yapacağım.” deyip kendisine yirmi kuş getirmelerini söyledi. Sonra da:

“‒Her biriniz bir kuş alarak kimsenin görme­diği bir yere gidiniz, kuşları orada kesip getiriniz.” dedi.

Müridlerin her biri bir kuş alıp gitti, kesti ve geri geldi. Yalnızca o mürîdi kuşu kesmeden sağ olarak geri ge­tirdi. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri ona niçin kuşu kesmediğini sorunca da;

“‒Efendim, kuşu kimsenin görmediği bir yerde kesmemizi emretmiştiniz. Lâkin her nereye gittimse Allah Teâlâʼyı (orada hâzır ve nâzır) buldum!” cevâbını verdi.

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri mürîdâna dönerek:

“‒Arkadaşınızın nasıl bir kavrayışa sahip olduğunu ve aranızdaki farkı gördünüz mü?” dedi.

Bunun üzerine müridler yaptıklarına pişman olup af dilediler.[1]

İşte tasavvuf da gönle bu kıvamı kazandırmak için îman ufkundan ihsan şuuruna uzanan bir yolculuktur. Kendini dâimâ ilâhî huzurda bilmek ve Cenâb-ı Hak ile dâimî olarak kalbî beraberliği temin edebilmek, kul için saâdetlerin en büyüğüdür.

Rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da çökmüş bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklara aldırmayarak:

“–Yâ Rabbi! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, kullarının pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.

Îsâ -aleyhisselâm-, muhâtabının kalbî derinliğini anlamak maksadıyla ona:

“–Ey kişi! Allâh’ın senden giderdiği hangi dert var ki?!.” dedi.

Hasta şöyle cevap verdi:

“–Ey Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki Allah Teâlâ, beni bundan muhafaza buyurmuştur. Zira ben, Cenâb-ı Hakk’ın kalbime bahşettiği mârifetullah lezzeti ve huzuru içindeyim. Onun dışındaki dünya nîmetlerini de külfetlerini de görmüyor ve hissetmiyorum bile…”

Atâullah el-İskenderî -rahmetullâhi aleyh-, âdeta bu gönül kıvamının bir tezâhürü sadedinde şu niyazda bulunur:

“Yâ Rabbi! Sen’i bulan neyi kaybetti? Sen’i kaybeden neyi buldu?..”

Hakîkaten, dünyanın her nîmeti fânîdir ve zevâle mahkûmdur. Fakat kalbin Allah ile beraberliğinin kula kazandıracağı selâmet ve saâdet ise ebedîdir!..

İşte bu hakîkati gönüllerimize nakşetmeli, kalplerimizin ancak Allâh’ı hatırlayıp anmakla huzura kavuşacağını, her iki cihan saâdetinin de Rabbimizʼle kalbî beraberliğimize bağlı olduğunu unutmamalıyız.

Şu kıssa, bu hakîkati ne güzel hulâsa etmektedir:

Bir vâiz kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suâllerden bahsederek;

“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!.. Bunlar sorulacak; şunlar sorulacak!..” diye hepsi de birbirinden mühim birçok husus saydı.

Fakat bu kadar tafsilâtlı îzâha rağmen meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine Şiblî Hazretleri, nâzik bir üslûpla vâize seslendi:

“–Vâiz efendi! Suâllerin en mühimini unuttunuz! Allah Teâlâ kısaca şunu soracak:

«Ey kulum! Ben her an seninleydim, sen kiminleydin?»”]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Tevhîdi ikmâl ve vuslat mertebesine erişen kâmil müʼminler, Hamîd ve Mecîd olan Allâh’ın yardımına mazhar oldukları için, yalnız oldukları zaman da, halk arasına karıştıkları anda da durumları değişmez. Çünkü onlar, peygamberler ve velîler gibi «Gökte ve yerde hiçbir şey kendisinden gizli olmayan Allâh’ın»[2] huzûrunda ve nazargâhında olduklarının şuurundadırlar.”[3]

[Kullardan kimsenin görmediği yerlerde bile istikâmet üzere olmak, beşer nazarlarından uzak mahallerde dahî günahlardan sakınmak, ancak “Allah beni her an ve her yerde görüyor” şuuru içerisinde yaşamakla mümkündür.

Onun için tasavvuf, baştan sona bütün usûl ve erkânında gönlü “ihsan” hâline kavuşturmayı gâye edinir. Yani biz Allâhʼı göremesek de Oʼnun bizi her an görmekte olduğu şuurunu kalpte sâbitlemeyi hedefler. Hak dostları da bir ömür, hep bu hâlin tahsilinde talebe olmuşlardır.

Nitekim, Hak dostlarından Sehl bin Abdullah et-Tüsterî -rahmetullâhi aleyh- daha çocuk yaşlarında iken kendisine dayısı Muhammed Sevvâr Hazretleriʼnin şu tavsiyede bulunduğunu nakleder:

“Dâimâ Allah ile ol. Her uykudan uyandığında:

اَللّٰهُ مَعِى ، اَللّٰهُ نَاظِرِى ، اَللّٰهُ شَاهِدِى .

«Allah benimledir, Allah beni görmektedir, Allah bana şâhittir.» de. Zira bu kelimeleri söylediğimde, bende mânevî zevk hâsıl olurdu…”[4]

Hakîkaten, mânen tekâmül ederek Hakkʼa yakınlıkta mesafe alan sâlih kullar, öyle bir kalbî kıvama ulaşırlar ki, her dâim kendilerini ilâhî huzurda bilirler. Bu sâyede fânîlerin görmediği en tenha yerlerde ve nefisleriyle baş başa kaldıkları zamanlarda bile Cenâb-ı Hakʼtan utanır, Oʼnun râzı olmayacağı hâl ve davranışlardan, yani nefs ve şeytana uymaktan titizlikle sakınırlar.

Kendini dâimâ ilâhî müşâhede ve murâkabe altında bilme şuurunun kula kazandırdığı takvâ fazîletini yansıtan şu hâdiseler pek ibretlidir:

Bir gece vakti Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, mûtâdı olduğu üzere Medîne sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir ana ile kızının tartışması dikkatini çekti. Anne, kızına:

“–Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi.

Kız ise:

“–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi.

Annesi, kızının sözlerine sert çıkarak:

“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfenin süte su kattığımızdan nereden haberi olacak?!.” dedi.

Ancak gönlü Allah korkusuyla dolu olan kız, anasının süte su katma hîlesini yine kabullenmedi:

“–Anacığım! Halîfe görmüyor diyelim, Allah da mı görmüyor?! Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Allah’tan gizlemek mümkün mü?!.” dedi.

Rabbânî hakîkatlerle dolu bir kalbe sahip olan bu nezihe kızın, samimî bir Allah korkusuyla annesine verdiği cevap, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ı son derece duygulandırdı. Mü’minlerin Emîri, onu sıradan bir sütçü kadının kızı değil, gönlündeki takvâsı ile müstesnâ bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Ömer bin Abdülazîz, işte bu temiz silsileden doğdu. (Bkz. İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 203-204)

Diğer bir misal:

Hazret-i Ömerʼin oğlu Abdullah -radıyallâhu anhumâ-, arkadaşlarıyla birlikte Medîne civârında bir yere çıkmıştı. Onun için bir sofra kurdular. Bu sırada yanlarına bir koyun çobanı uğradı ve selâm verdi. Abdullah ibn-i Ömer:

“–Gel ey çoban, sofraya buyur.” dedi. Çoban:

“–Ben oruçluyum.” cevâbını verdi. İbn-i Ömer:

“–Bu şiddetli sıcakta oruç mu tutuyorsun, bir de bu hâlde koyun güdüyorsun?” dedi.

Daha sonra çobanın kalbî seviyesini anlamak için:

“–Şu sürüden bize bir koyun satsan, parasını sana ödesek, etinden de iftar edeceğin kadarını sana versek olmaz mı?” teklifinde bulundu. Çoban:

“–Sürü benim değil, bu koyunlar efendimindir.” cevâbını verdi.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- yine çobanı denemek için:

“–Kayboldu dersin, efendin nereden bilecek ki?” deyince, çoban derhâl ondan yüzünü çevirdi ve parmağını semâya kaldırarak:

“–Allah nerede?!” dedi.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-, çobanın bu ihsan ve murâkabe şuurundan çok duygulandı. Bu düşünceler içinde, bir müddet kendi kendine; “Çoban dedi ki: Allah nerede? Çoban dedi ki: Allah nerede?” deyip durdu.

Medîne’ye vardığında da, ilk iş olarak çobanın efendisine bir elçi gönderip sürüyü ve çobanı satın aldı. Çobanı âzâd ettikten sonra sürüyü de ona bağışladı. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 341)

Bu itibarla bütün mesele, dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın müşâhedesi altında olduğumuzu, Oʼnun bize şah damarımızdan daha yakın[5] ve kalbimizden geçenlere dahî vâkıf olduğunu[6] bilerek yaşayabilmektir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Gözler O’nu idrâk edemez, O ise gözleri idrâk eder. O, Latîfʼtir (en gizli şeyleri dahî bilendir), Habîrʼdir (her şeyden hakkıyla haberdar olandır.)(el-En‘âm, 103)

(Münâfıklar) gizlediklerini de fısıldadıklarını da Allâh’ın bilmekte olduğunu ve (yine) Allâh’ın, bütün bilinmeyenleri en iyi şekilde bildiğini hâlâ öğrenemediler mi?” (et-Tevbe, 78)

(Lokman -aleyhisselâm-, oğluna yaptığı nasihatlerde şöyle demişti:) Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, Latîfʼtir (en ince işleri görüp bilmektedir) Habîrʼdir (her şeyden hakkıyla haberdardır).” (Lokmân, 16)

Hazret-i Mevlânâ da Cenâb-ı Hakkʼın kendisini “Alîm, Semî, Basîr” gibi sıfatlarla kullarına tanıtmasının hikmetini şöyle îzah eder:

“Cenâb-ı Hak, korkasın da fesat çıkarmayasın ve bozgunculuğa kalkışmayasın diye, kendisinin Alîm, yani «her şeyi çok iyi bilen» olduğunu bildirdi.”

“Çirkin ve kötü sözlere ağzını kapatasın diye kendisinin Semî‘, yani «her şeyi çok iyi işiten» olduğunu bildirdi.”

“Gizli-saklı kötülüklere bulaşmaman için kendisinin Basîr, yani «her şeyi çok iyi gören» olduğunu bildirdi.”

Hakîkaten, insanların gözleri önünde edep ve ahlâka aykırı hâl ve davranışlardan sakınıp da nefsiyle baş başa kaldığında bu hassâsiyeti gösterememek, kişinin “ihsan” şuurundaki noksanlık ve zaafiyetin bir göstergesidir.

Nahşebî Hazretleri böyle bir gaflete düşmekten sakındırmak için şu îkazda bulunur:

“Ey korkusuz kimse! Tenhâ köşelerde yaptığını eğer mertsen çarşının ortasında da aynı şekilde yap da halktan mı korkuyorsun, yoksa Hâlık’tan mı belli olsun! Şâyet Hâlık’tan korkarsan, her yerde korkarsın!..”

Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh- de:

“Allah’tan kork! İnsanların yanında şeytana lânet ediyorsun; tek başına kaldığında ise ona itaat ediyor, onunla dost oluyorsun!” îkâzında bulunarak, bir müslümanın her hâlükârda Allahʼtan hayâ etmesi gerektiğine işaret buyurur.

Şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, zekât olarak toplanan koyunların bulunduğu yere gitmişti. Koyunların başında, ücret karşılığı çalışan bir çoban bulunuyordu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çobanın yarı çıplak vaziyette dolaştığını görünce hemen onu çağırdı ve:

“‒Bizim için kaç gün çalıştın, bizde ne kadar alacağın var!?” diye sordu.

Efendimizʼin bu suâlinden, işine son verileceğini anlayan çoban, büyük bir endişeyle:

“‒Niçin yâ Rasûlâllah? Yoksa hayvanların bakımını ve gözetimini güzel yapamıyor muyum?” diye sordu.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“‒Hayır, ondan değil! Lâkin ben, aramızda çalışan insanların, yalnız kaldıklarında bile Allah Teâlâ’dan hayâ eden kişiler olmasını arzu ediyorum! Yalnız kaldığında Allah Teâlâ’dan hayâ etmeyen kişinin yaptığı işi istemiyorum!buyurdu. (Bkz. Beyhakî, Şuab, X, 196/7370; Mervezî, Tâzîmü Kadri’s-Salâh, II, 836)

Velhâsıl Cenâb-ı Hakk’ın her an kendisini gördüğünü, yapıp ettiklerinin sürekli kayıt altına alınmakta olduğunu ve âhirette bunların hesabını vereceğini bilen bir insan, kimsenin görmediği yerlerde bile yanlış hareketler yapmaktan sakınma hassâsiyeti kazanır.

Hattâ fânîlerin nazarlarından gizli ve tenhâ yerlerde yapılan sâlih amellerin, “ihlâs” sırrına daha muvâfık olduğu düşüncesiyle, böyle zaman ve zeminleri, rızâ-yı ilâhîyi tahsil için müstesnâ bir fırsat ve ganimet olarak telâkkî eder.

Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere; başka hiçbir gölgenin bulunmayacağı kıyâmet gününde Allah Teâlâʼnın Arş-ı Âlâ gölgesinde barındıracağı yedi sınıf insan olacaktır ki bunlardan ikisi; “sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli sadaka veren” ve “tenhâ yerlerde Allâhʼı zikredip gözyaşı döken” kimselerdir.[7]]

Cenâb-ı Hak, kalplerimizi dâimî zikrin feyz ve rûhâniyetiyle ihyâ eylesin. Yüce Zâtʼının ve sevdiklerinin muhabbetini, ihlâs ve takvâ fazîletini, ihsan ve murâkabe hassâsiyetini gönüllerimizin tükenmez hazineleri kılsın.

Âmîn!..

Dipnotlar:

 [1] Bkz. Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, sf. 469-470, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984.

[2] Bkz. Âl-i İmrân, 5.

[3] İlim, Amel, Seyr u Sülûk, (Hazırlayan: Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz) sf. 166, Erkam Yayınları, İstanbul 2015.

[4] Bkz. Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, sf. 101, Erkam Yayınları, İstanbul, 1984.

[5] Bkz. Kāf, 16.

[6] Bkz. el-Enfâl, 24.

[7] Bkz. Buhârî, Ezân 36, Zekât 16, Rikāk 24; Müslim, Zekât, 91.