Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -29-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2024 – Şubat, Sayı: 456

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Dünyada çeker her fert,
Hâlince belâ ve dert,
Ol âşığa derler mert,
Baş eğmeye nâdâna!..[1]

“Dünyada herkes kendi hâline göre bazı belâ ve dertlerle imtihan olunur. Hak âşığı mert insan odur ki, hak ve hakîkati tanımayan gâfillere -ne pahasına olursa olsun- boyun eğmez.”

[Bu cihanda hak ile bâtılın mücâdelesi, kıyâmete kadar devam edecektir. Mü’minler olarak ne kadar hakkın safında yer alıp bâtılın karşısında durabildiğimiz ve İslâm şahsiyetini koruyabildiğimiz hususunda, ilâhî imtihanlardan geçmekte olduğumuzu unutmamalıyız.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde, canları pahasına hak ve hakîkatten tâviz vermeyen, bâtıla boyun eğmeyen sâdık kullarını misal veriyor. Meselâ tanrılık iddiâ eden Firavun, Hazret-i Mûsâ’yı mağlup etmek niyetiyle, devrin en namlı sihirbazlarını huzuruna toplamıştı. Mûsâ -aleyhisselâm-’ı mağlup etmeleri hâlinde, onlara büyük mükâfatlar vaad etmişti.

Müsâbaka gerçekleşip sihirbazlar ilâhî mûcizenin beşerî sihre olan üstünlüğünü görünce, Hazret-i Mûsâ’nın risâletinin hak olduğunu idrâk ve tasdik ettiler. Hemen îman ederek secdeye kapandılar.

Fakat ahmak Firavun, bu durum karşısında âdeta öfkeden deliye döndü. Sihirbazları en ağır işkencelerle katletme tehdidinde bulundu. Îmânın lezzetini tatmış olan sihirbazlar ise, âdeta ölümü istihfâf edercesine;

“…(Ey Firavun!) Sen neye hükmedersen hükmet! Senin hükmün ancak bu dünyada geçer!” (Tâhâ, 72) diyerek meydan okudular.

“Biz zaten Rabbimiz’e döneceğiz. Sen sadece Rabbimiz’in âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun, dediler…” (el-A‘râf, 125-126)

Elleri ve ayakları çaprazlama kesilip hurma dallarına asılmadan önce de, beşerî bir acziyet göstermemek için Cenâb-ı Hakk’a:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِم۪ينَ

“…Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A‘râf, 126) niyâzında bulundular.

Câlib-i dikkattir ki, daha yeni hidâyete ermiş olan sihirbazlar, canlarını kurtarmanın derdine düşmek yerine, Firavunʼa herhangi bir tâviz vererek îmanlarının zedelenmesinden korktular. Cenâb-ı Hakkʼa, müslüman olarak can verebilmek için yalvardılar. Neticede şehîden Rabʼlerine kavuştular.

Ashâb-ı Uhdûd’un ateş çukurunda işkence ile katlettiği müʼminler de aynı sadâkat ve teslîmiyet ufkunda, îmânın izzet ve vakârını korumuşlardı. Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-ʼın devr-i risâletinde; onu inkâr eden yahudîlerin kışkırttığı Romalılar, Yunanlılar ve putperestler birleşerek, hak dîne karşı çıktılar. Yahudî Zûnuvas ve adamları, Yahudîliği kabul etmeyen Necranlı muvahhid müʼminleri, ateş dolu hendeklere atıyor ve alevler içinde kalan insanları seyrediyorlardı. Buna rağmen o sâdık mü’minler, dünyalarını değil âhiretlerini kurtarma endişesiyle, şehîd olup can verdiler, fakat aslâ inançlarından tâviz vermediler. Îman cesaretiyle dik durdular, bâtıl karşısında eğilmediler.

Asr-ı saâdette ilk müslümanlar da îmanları mukâbilinde çok ağır bedeller ödediler. Zulüm, işkence, ezâ, cefâ, boykot, açlık, hicret, savaş gibi pek çok meşakkate sabırla tahammül ettiler.

Mekkeli müşrikler, ateşte kızdırdıkları taşları Habbab bin Eret -radıyallâhu anh-’ın sırtına yapıştırırlar ve işkencenin şiddetinden, mübârek sahâbînin etleri dökülürdü. İşte o çilekeş sahâbî şöyle anlatıyor:

Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kâbe’nin gölgesinde iken, yanına varıp kendisine müşriklerden gördüğümüz ezâ ve cefâları, şikâyet tarzında anlattık. Ardından da bu işkencelerden kurtulmamız için Allah’tan yardım dilemesini taleb ettik. O da bize şöyle buyurdu:

“Sizden evvelki nesiller arasında, yakalanıp bir çukura konan, sonra testere ile baştan aşağı ikiye bölünen ve demir taraklarla etleri tırmıklanan, fakat yine de dîninden dönmeyen mü’minler olmuştur.

Allâh’a andolsun ki O, bu dîni tamamlayacak, hâkim kılacaktır. Öyle ki bir kişi, Allah’tan ve koyunlarına kurt saldırmasından başka bir korku duymaksızın, Sanʻa’dan Hadramut’a kadar emniyet içinde gidip gelebilecektir. Ne var ki siz sabırsızlanıyorsunuz!..” (Buhârî, Menâkıb, 25; Ebû Dâvûd, Cihâd, 97/2649)

İslâm ve îman nîmetinin azametini lâyıkıyla idrâk eden ashâb-ı kirâm, tahammül ötesi işkence ve zulümler altında dahî, can ve mallarından önce, îmanlarını korumanın derdine düştüler. Şu hâdise, ashâb-ı kirâmın bu hassâsiyetine ne güzel bir misaldir:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ali’ye:

“–Dikkat et! Muhakkak ki sen, benden sonra birtakım zorluk ve sıkıntılarla karşılaşacaksın!” buyurdu. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- hemen:

“–O esnâda dînim selâmette olacak mı?” diye sordu.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Evet, dînin selâmette olacak!” buyurdu.[2]

Yani sahâbînin en mühim derdi, dînini korumak, îmânını muhafaza edebilmekti. Bunun dışındaki iptilâlar ne kadar büyük olursa olsun, onların gözünde küçük ve ehemmiyetsizdi.

Buna rağmen ashâb-ı kirâm dahî, -ilâhî imtihan gereği- zaman zaman sabırların zorlandığı, irâdelerin eridiği, son derece müşkül durumlarla karşı karşıya kaldılar. “مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِ : Allâhʼın yardımı ne zaman?!.”[3] diyecek hâle geldiler. Fakat yine de küffâra boyun eğmediler. Canlarıyla ve mallarıyla Cennetʼi satın almanın gayreti içinde oldular. Böylece her iki cihanda da azîz oldular.

Şunu derin derin tefekkür etmeliyiz ki, tarih boyunca nice îman kahramanları, çektikleri çilelere rağmen istikâmetten ayrılmadılar. Ashâb-ı kirâm, canları pahasına îmanlarından tâviz vermediler. Onları örnek almamız gerekirken bugün bizler;

‒En ufak bir zorlukta istikâmetini kaybeden,

‒Şöhret ve şehvet imtihanında âdeta kıblesini şaşıran,

‒Azıcık bolluk ve refaha kavuşunca kulluğunu unutan,

‒Dünyevî menfaatleri için takvâ hassâsiyetlerini yitiren,

‒Esas hayat olan âhireti göz ardı edip dünyevîleşen,

‒Din kardeşine yardım eli uzatmak için rahatını bozamayan, konforundan fedakârlık yapamayan,

–İnançlı olduğu hâlde inançsızlar gibi yaşayan gâfillerden olursak,

Yarın âhirette nasıl o sâlih ve sâdık müʼminlerle birlikte haşrolunmayı umabiliriz?!.

Ne kadar ibretlidir ki, bundan bir asır önce Türkiyeʼmizi işgâle yeltenen yedi düvelin hayâsızca akınlarına karşı, gövdesini siper ederek çetin bir istiklâl mücâdelesi vermiş olan aziz milletimiz gibi, bugün de Filistinli kardeşlerimiz, bir ateş çemberi içinde, ağır bir imtihandan geçiyorlar. O kardeşlerimizin Allah için, dîn için, mukaddesât için, İslâm âleminin göz bebeği Mescid-i Aksâ için, vatanlarını müdâfaa için; nasıl canlarını, mallarını, bütün varlıklarını fedâ ettiklerini, yakînen müşâhede ediyoruz.

Âdeta tarih tekerrür ediyor. 14 asır evvel Mekkeli Muhâcirlerin mâruz kaldıkları zulüm, işkence, ambargo, abluka ve vahşetler sanki yeniden yaşanıyor.

Bugün siyonist İsrail’in Filistinli mâsumları bir ateş çemberine hapsederek yaptığı katliamlar, vaktiyle zâlim Ashâb-ı Uhdûd’un, mazlum müslümanlara, ateş dolu hendeklerde yaptığı vahşetten aşağı kalmıyor. Bütün dünya, âdeta bu hendeğin kenarında oturmuş, yanarak can veren, fakat îmânından tâviz vermeyen müʼminleri çaresizce seyrediyor. Ufacık bir alana hapsedilip her türlü imkândan mahrum edilmiş olan Gazzeli müʼminler, dünyanın süper gücüne(!) sırtını dayamış olan siyonistlerin her türlü ezâ ve cefâsına, insanlık dışı muâmelesine mâruz kalıyor, fakat zâlime aslâ boyun eğmiyorlar.

Vaktiyle Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, tevhîdi müdâfaa ettiği için, Nemrudʼun dağ gibi ateşine atılmıştı. Bugün ise Hazret-i İbrahimʼi mukaddes ataları olarak gören ve bununla övünen zâlim İsrail, tevhîd ehli müʼminlerin vatanlarını çalmak için, küresel güçlerden aldığı sınırsız destekle ve -belki bundan daha hazin olanı- İslâm âleminin dağınıklığından aldığı cesaretle, hiçbir hak-hukuk ve ölçü tanımadan, açıkça bir soykırım yapıyor. Daha düne kadar Nazi katliâmına (Holokost) mâruz kalmış olmanın mağduriyetinden beslenen İsrail, şimdi atalarının mâruz kaldığı soykırıma rahmet okutacak cinsten vahşetler sergiliyor.

Bu ağır zulüm altında, Allahʼtan gayrı dayanak, barınak ve sığınağı olmayan din kardeşlerimiz ise, âdeta Hazret-i İbrahimʼin tevekkül ve teslîmiyetinden mülhem bir sabır, metânet ve rızâ ikliminde; ya şehâdet şerbetini içiyor, yahut gâzî oluyor; fakat aslâ zâlime boyun eğmiyorlar.

Hattâ sergiledikleri fevkalâde tevekkül, teslîmiyet ve mukâvemetle, nice nasipli gönlün İslâmʼa yönelmesine vesîle oluyorlar. Onlar şehîd olup can verirken, yeryüzündeki nice hidâyet mahrumları mânen can buluyor, İslâm ile şerefleniyor.

Gazzeʼde, neredeyse bütün âile efrâdı katledilen bir baba; “Biz ne yaşarsak yaşayalım, Allâhʼın râzı olmadığı bir şeyi aslâ söylemeyiz. Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.” diyerek, şikâyet ve isyan yerine, îmânın kazandırdığı ruh asâletini sergiledi. Şehid bebeğine sarılmış anneler, enkazdan çıkarılan yaralı çocuklar, aynı sabır ve metânetin farklı misallerini izhâr ettiler.

Böylece İslâm’ın izzet ve vakârıyla, tevekkül, teslîmiyet, sabır, sebat, dirâyet ve mukâvemetin ne demek olduğunu, bütün cihâna yeniden tâlim ettiler.

Siyonist zâlimler, sağlam hâlde esir aldıkları müslümanları, sakat ve hasta hâlde teslim ederken; müslümanlar ise hasta esirlerini tedavi ederek sağ-sâlim teslim ettiler. Böylece hak ile bâtılın farkına dâir, insanlığa muhteşem bir fazîlet dersi verdiler.

Bugün Gazzeli kardeşlerimiz, îmanlarına olan sadâkatlerini, tereddüt etmeden şehâdete yürüyerek ispat ediyorlar. Bizler de o kardeşlerimizin sabır, sebat ve tahammülüne mukâbil, nefislerimizi hesaba çekmeliyiz.

Düşünmeliyiz ki, bizler Allah yolundaki gayret ve fedakârlıklarımızı Filistinli kardeşlerimizin fedakârlıklarıyla mîzân edecek olursak, acaba yarın âhirette nasıl onlarla aynı Cennetʼlerde olmayı ümit edebiliriz?!.

İşte bu nevî suâllerle, bugün vicdanlarımızı sık sık sorgulamalı, kalbî, kavlî ve fiilî duâlarımızla, o kardeşlerimizin yanında olmaya gayret göstermeliyiz.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Cenâb-ı Hak, herhangi bir vesîle olmaksızın, ezelî inâyeti ile kullarının zâtını sever. Oʼnun muhibleri (sevenleri) de herhangi bir sıfatını değil, doğrudan Zâtʼını severler. Çünkü sıfatlarını sevmek, o sıfatların tecellîlerinin değişkenliği ile değişir.

(Meselâ) bir kimse, Oʼnun sıfatlarından Latîfʼe muhabbet etse, Kahır sıfatı tecellî ettiği zaman, muhabbetten eser kalmaz. Yine Münʻim’e olan muhabbet, Müntakim sıfatı tecellî ettiği zaman izâle olur. Ancak Allâhʼın zâtına olan muhabbet, tecellîlerinin türlü türlü olmasıyla değişmeyip bâkî kalır.

Bu muhabbet derecesine ulaşmış bir kimse, nîmetlere şükrettiği gibi, iptilâlara da şükreder. Ne var ki sıfatlara muhib olan kimse, böyle değildir. O, iptilâya sabreder, ama şükredemez.”[4]

[Dünya hayatı, her zaman düz bir çizgi gibi istikrâr üzere devam etmez. Zira Cenâb-ı Hak, biz kullarını bu cihan mektebinde; sıhhatle ve hastalıkla, zenginlikle ve fakirlikle, nîmet ve iptilâlarla, hayırla ve şerle, velhâsıl hayatın med-cezirleriyle / iniş-çıkışlarıyla dâimâ imtihan ediyor.

Allah Teâlâ, bizim varlıkta ve darlıkta nasıl davranacağımızı, ezelî ve ebedî ilmiyle çok iyi bildiği hâlde, bunu bizim de görüp kendi kendimizin şâhidi olmamızı murâd ediyor.

Rızâ ve muhabbetine erebilmemiz için, her hâlükârda kendisine hamd ve şükür hâlinde olan bir kalbî kıvam taşımamızı, ihlâs, takvâ ve istikâmet üzere bir kullukta bulunmamızı istiyor. En zor şartlar altında dahî bedbin olmayıp dâimâ bardağın dolu tarafını görerek, yine de şükretmemizi arzu ediyor.

Seven biri, nasıl ki sevdiğinden gelen acı-tatlı sürprizlere rızâ gösterirse, Hak âşığı müʼminler de, kendileri hakkındaki ilâhî takdir ne şekilde tecellî ederse etsin, bunu kendileri için en hayırlısı olarak telâkkî eder, Allâh’a olan sadâkatten zerre kadar ayrılmazlar. Bilâkis, rızâ-yı ilâhîye nâil olabilmek için, O’nun her türlü takdîrine râzı olurlar. Rahat zamanlarda da zor zamanlarda da Cenâb-ı Hakk’a cân u gönülden itaat ederler. Başlarına gelen bütün ilâhî imtihanların, âdeta bir muhabbet testi, bir gönül kontrolü olduğu şuuruyla, şikâyet ve sızlanmayı unutur; hamd ve şükrün, tevekkül ve teslîmiyetin huzur ve sükûnu içinde yaşarlar.

Şu hadîs-i şerîf ne kadar mânidardır:

İsmail -aleyhisselâm- evlendikten sonra, İbrahim -aleyhisselâm-, oğlunu görmeye gelmişti. Fakat İsmail -aleyhisselâm- evde yoktu. Hanımına sordu, o da:

“–Rızkımızı tedârik etmek üzere çıktı, gitti.” diye cevap verdi.

Sonra İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Maîşetiniz, hâliniz nasıldır?” diye sordu. Hazret-i İsmail’in hanımı:

“–Şiddetli darlık içindeyiz, çok fenâ bir hâldeyiz!” diye cevap verdi.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Efendin eve geldiğinde benden selâm söyle; kapısının eşiğini değiştirsin!” dedi.

İsmail -aleyhisselâm- geldiğinde, babasının gelip gittiğini, evin içinde hissettiği güzel kokudan anladı:

“–Evimize bir gelen oldu mu?” diye sordu. Hanımı da:

“–Evet, şu şu vasıflarda, yaşlı bir zât geldi. Bana seni sordu, cevap verdim. Maîşetimizi sordu; ben de şiddetli darlık içinde olduğumuzu söyledim.” dedi.

Bunun üzerine İsmail -aleyhisselâm-:

“–Bir şey vasiyet edip bir söz tevdî etmedi mi?” diye sordu. O da:

“–Sana selâm söylememi ve «Kapısının eşiğini değiştirsin!» dememi tembih etti.” dedi.

Bu sözlerin mânâsını anlayan İsmail -aleyhisselâm- hanımına:

“–O gelen ihtiyar, babamdır. (Hâlinden şikâyetin ve şükürsüzlüğün sebebiyle) bana senden ayrılmamı emretmiş. Artık sen âilenin evine dönebilirsin!” dedi ve evden ayrıldı. Cürhümîler’den, başka bir kadın ile evlendi.

İbrahim -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hakk’ın dilediği bir müddet sonra gelip yine evde İsmail -aleyhisselâm-’ı bulamadı. İsmail -aleyhisselâm-’ın yeni evlendiği hanımının yanına vardı, İsmail’i sordu. O da:

“–Maîşetimizi tedârik etmeye gitti.” dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Nasılsınız; maîşetiniz, hâliniz vaktiniz yerinde midir?” diye sordu. Kadın:

“–Elhamdülillâh! Biz, hayır, saâdet ve bolluk içindeyiz.” diye Allâh’a hamd ü senâ eyledi.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Ne yiyip ne içersiniz?” diye sordu. Kadın da:

“–Et yiyoruz, su içiyoruz.” dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Yâ Rabbi! Bunların etlerini ve sularını mübârek kıl, bolluk ve bereket ihsân eyle!” diye duâ etti. Ardından İsmail -aleyhisselâm-’ın zevcesine:

“–Efendin geldiğinde benden selâm söyle; kapısının eşiğini güzel tutsun!” dedi.

İsmail -aleyhisselâm- eve geldiğinde, yine içeride hissettiği güzel kokudan, babasının teşrîf ettiğini anladı ve hanımına:

“–Evimize gelen oldu mu?” diye sordu. Âilesi:

“–Evet, nur yüzlü bir ihtiyar geldi.” diye İbrahim -aleyhisselâm-’ı medh ü senâ etti. Sonra şöyle devam etti:

“–Seni sordu. Ben de «Rızkımızı tedârik etmeye gitti.» dedim. «Geçiminiz nasıldır?» dedi. Ben de «Hayır ve saâdet içindeyiz.» dedim.”

İsmail -aleyhisselâm-:

“–Sana bir şey vasiyet etti mi?” diye sordu. Zevcesi de:

“–Evet, o muhterem ihtiyar, sana selâm söyledi. «Kapısının eşiğini iyi tutsun!» diye tembih etti.” dedi.

Bunun üzerine İsmail -aleyhisselâm-:

“–İşte o, babamdır. Evimizin şerefli eşiği de sensin. Babam seni hoş tutmamı ve iyi geçinmemi emretmiş.” dedi. (Buhârî, Enbiyâ, 9)

Hadîs-i şerîften de anlaşıldığı üzere, aynı hayat şartları; şükür ve kanaatten nasipsiz, gâfil bir gönül için şikâyet ve isyan sebebi olurken; kanaatle zenginleşmiş, takvâ sahibi, ârife bir gönle ise hamd, şükür ve huzur vesîlesi olabilmektedir.

Ahmed ibn-i Hanbel -rahmetullâhi aleyh-’in şu ifadesi, bu hakîkati ne güzel hulâsa eder:

“(Kanaatkâr) bir mü’mine az bir mal kâfîdir; muhteris kişiye ise çok mal bile kâfî gelmez.”

Bundan dolayıdır ki, insanın Hak katındaki kıymetini, kalbindeki takvânın seviyesi belirler. Zira insan, kalbî kıvamına göre, aynı manzaradan bambaşka mânâlar telâkkî edebilir.

Ferîdüddîn Attar Hazretleri;

“Kanaatten nasîbi olmayanı dünya malı nasıl zengin etsin!” dediği gibi, hakîkî zenginlik, mal çokluğuyla değil, gönül tokluğuyladır. Kanaat ve gönül huzuru, en büyük zenginlik ve saâdettir.

Şunu unutmayalım ki; bugün belki birçoğumuzun beğenmediği, sıkıldım dediği, kurtulmak istediği hayat şartları, yeryüzünde nice muhtacın ve mahrumun hayallerini süslemektedir.

Bugün Batı’daki bir çocuğun istikbâle dâir hayalinde, daha çok, servet, şöhret ve şehvetle ilgili nefsânî beklentiler yer alırken; mazlum coğrafyalarda, bilhassa da Doğu Türkistan’da, Keşmirʼde, Arakanʼda, Suriye’de, Filistin’de bir çocuğun gelecekten beklentilerinin başında, şehid olmuş yakınlarını bir daha görebilmek, bombalanmış evine yeniden kavuşabilmek, kovulduğu memleketine tekrar dönebilmek, kendi vatanında hür bir şekilde yaşayabilmek geliyor…

Dolayısıyla; dîn, îman ve vatan başta olmak üzere, elimizdeki bütün nîmetlerin kadr u kıymetini bilip, bunları ihsân eden Rabbimiz’e cân u gönülden şükretmeliyiz. Ayrıca bu şükrün fiilî tezâhürü sadedinde; zor durumdaki müʼmin kardeşlerimizi kendimize zimmetli bilmeli, ferdî hayatımızda iktisatlı yaşayıp ihtiyaç fazlası imkânlarımızı onlarla cömertçe paylaşmalıyız.

İşte bu takdirde Cenâb-ı Hak, ihsân ettiği nîmetlerin bereketlenerek devam etmesini lûtfeder -inşâallah-.

Bunun zıddına; -Allah korusun- küfrân-ı nîmette bulunmak, eldeki nîmeti küçümseyip beğenmemek, hiçbir şeyden tatmin olmamak, dâimâ şikâyet ve isyan etmek, din kardeşlerinin ihtiyaçlarına bîgâne kalmak, israf ve cimrilik etmek gibi çirkin hâl ve tavırlar ise, o nîmetlerden de mahrûmiyete sebep olabilir.]

Cenâb-ı Hak, bütün dert ve tasası şahsî menfaatlerinden ibâret olan gâfiller zümresine dâhil olmaktan, biz âciz kullarını muhafaza buyursun. Cümlemizi, ümmetin derdiyle dertlenen, cömert, fedakâr ve gayret-i dîniyye sahibi kullarından kılsın. Müslüman olarak can verip sâlihlerle haşrolunmayı, lûtf u keremiyle ihsan ve ikram eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Nâdân: Bilgisiz, anlayışsız, kaba, terbiyesi kıt, hak ve hakîkati tanımayan.

[2] İbni Ebî Şeybe, el-Musannef, 6/372, no: 32117; Hâkim, 3/151, no: 4677.

[3] el-Bakara, 214.

[4] Hüdâyî; Habbetüʼl-Muhabbe, 1. Bölüm, Çeviren, Dr. Necdet Yılmaz, İst. 2002.