Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -28-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2024 – Ocak, Sayı: 455

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Cümle insan bir babadan bir anadan oldular;
Pes yine birbirine hıkd[1] u hased etmek neden?

“Bütün insanlar bir anne-babanın evlâdıdır. Öyleyse birbirine kin ve haset duymak nedendir?”

[Meşhur kıssadır:

Ölüm döşeğindeki bir zât, oğullarından birkaç değnek istemiş. Sonra da getirilen değnekleri bir demet yapıp;

“–Haydi bunu kırın!” demiş. Oğulları kıramayınca, demeti çözmüş ve;

“–Şimdi değnekleri birer birer alın, bakalım kırabilecek misiniz?” demiş. Hepsi birer değnek alıp kırmış. Bunun üzerine o zât:

“–Evlâtlarım! İşte siz de benden sonra bu değnekler gibisiniz. Toplu olduğunuz müddetçe, sizi kimse yenemez; lâkin ayrılığa düşerseniz, çabuk kırılır, bozguna uğrarsınız!” diyerek, onlara hayatları boyunca bir ve beraber olmalarını vasiyet etmiş.

Cenâb-ı Hak bütün müʼminleri, “din kardeşi” kılmış ve bu kardeşliğin ne pahasına olursa olsun muhafaza edilmesini emir buyurmuştur. Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Allâh’a ve Rasûlʼüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; yoksa korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider…” (el-Enfâl, 46)

Yani müslümanlar birlik ve beraberlik içinde bulunmazlarsa, Allâh’ın rızâ, muhabbet, rahmet ve inâyetinden mahrum kalarak, güç ve kuvvetlerini kaybederler. Nitekim hadîs-i şerîfte de:

“Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyrulmuştur. (Ahmed, IV, 278, 375)

Yüce dînimiz İslâm, emrettiği ibadet hayatıyla dahî, müʼminler arasında birlik-beraberlik, yardımlaşma ve kardeşliği pekiştirmeyi hedeflemektedir. Nitekim beş vakit namazda cemaatle bir araya gelip omuz omuza vermek, aynı kıbleye yönelerek Allâhʼa ibadet etmek, müʼmin gönüllerin âdeta yekvücut olup kaynaşmasına vesîledir. Hac ise bunun çok daha büyük bir tezâhürüdür. Zira dünyanın dört bir tarafından gelen müslümanlar, Kâbeʼnin etrafında ümmetin birliğini temsil eden, büyük bir tevhîd manzarası arz etmektedir.

İslâm, müʼminlerin birlik ve beraberliğine bu kadar ehemmiyet verirken, bu hususta ihmal ve gaflet göstermek, hattâ kardeşliği zedeleyecek ırkçılık gibi hâl ve tavırlar sergilemek, mü’minlerin arasını bozmak için fırsat kollayan şeytana dâvetiye çıkarmaktır. Bu fırsatı yakalayan şeytan -aleyhillâne- mü’minlerin nefsâniyetlerini tahrik ederek, aralarını daha da bozmakta gecikmez. Bunun için Cenâb-ı Hak biz kullarını îkaz buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Hep birden barışa (selâmete) girin. Sakın şeytanın adımlarına uymayın!..” (el-Bakara, 208)

Şunu aslâ unutmayalım ki, ümmetin dirliği için, evvelâ birliği zarurîdir. Bugün müslümanlara zulmeden İslâm düşmanlarının en büyük kozu da, ümmetin dağınıklığıdır. İslâm düşmanları, müslümanların bu zaafından cesaret bularak, zayıf gördükleri müslüman toplumları tek tek yutmaya çalışıyorlar.

Ne kadar ibretlidir ki hristiyanlar, tahrif edilmiş inançlarına göre yahudîleri, Hazret-i Îsâʼyı çarmıha germeleri sebebiyle “tanrı kâtili” olarak görüp lânetli bir kavim kabul ederler. Aynı şekilde yahudîler de kendi muharref inançlarına göre, Hazret-i Îsâ’nın nesebiyle ilgili çirkin iftiralarda bulunur ve onu -hâşâ- sapkın biri olarak görürler.

Nitekim tarihte yahudî ve hristiyanlar uzun müddet birbirlerine düşmanlık etmişler, bilhassa hristiyanlar, kendi topraklarında yaşayan azınlık yahudîlere büyük zulüm ve katliamlar yapmışlardır. Hattâ yahudîler, İspanya’daki büyük katliamdan, ecdâdımız Osmanlı’nın merhametiyle kurtulmuşlardır.

Buna rağmen, birbirinin can düşmanı olması gereken yahudî ve hristiyanlar, “Küfür tek millettir!” hükmünü te’yid ederek bugün müslümanlara karşı birleşebiliyorken, Allâhʼın kardeş kıldığı müslümanların, dindaşlarını katliamdan kurtarmak için bile yekvücut olamayışı, ne kadar da hazindir!..

Yahudî ve hristiyanların, aralarındaki derin ihtilâflara rağmen, müslümanlara karşı dost ve müttefik olabilmeleri, Kurʼânʼın Hak kelâmı olduğunu ispat eden ayrı bir mûcizedir. Zira âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Ey îmân edenler! Yahudîleri ve hristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). Sizden onları dost tutanlar, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.” (el-Mâide, 51)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez…” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)

Fakat ne yazık ki bugün yeryüzünde, zâlimlerin -olmayan- insafına terk edilmiş milyonlarca din kardeşimiz, ümmetin dağınıklığının acı faturasını canlarıyla ödüyor. Ümmet, İslâm kardeşliği etrafında kenetlenemezse, dün Bosnaʼda, bugün Gazzeʼde olduğu gibi, yarın sıranın hangi müslüman topluma geleceği meçhuldür.

Dolayısıyla bugün başta Filistin olmak üzere, Suriye, Myanmar, Doğu Türkistan ve diğer İslâm beldelerindeki mazlum din kardeşlerimizin içler acısı hâli, hepimizi derin bir nefis muhâsebesine sevk etmelidir.

Unutmayalım ki bu hâl, onlar için de ağır bir imtihandır, bizim için de… Onlar için, sabır, sebat ve tahammül imtihanıdır, bizim içinse din kardeşlerimize ne kadar vefâ gösterebildiğimizin imtihanı…

Bugün başta Filistin olmak üzere, dünyanın birçok bölgesinde insanlık dışı bir gaddarlığa mâruz kalan din kardeşlerimiz, hem dilleriyle hem de lisân-ı hâlleriyle feryat ediyor, içinde bulundukları çâresizliği duyurmaya çalışıyorlar. Bu kardeşlerimizi duymak, onların acısını acımız bilmek, canımızla-malımızla onlara yardımcı olmak, hem bir din kardeşliği vecîbesidir, hem de bir insanlık vazifesidir.

Zira Cenâb-ı Hak:

“Sonra o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

Türkiye gibi müstesnâ bir vatanda yaşıyor olmamız, büyük bir nîmettir. Fakat bu nîmetin bizlere yüklediği İslâmî, insanî ve tarihî pek çok mesʼûliyet bulunuyor. Bu mesʼûliyetlerimizden biri de İslâm coğrafyasındaki mazlum kardeşlerimizin kanayan yarasına merhem olmak, onların dertleriyle dertlenmek, maddî ve mânevî bütün imkânlarımızla yanlarında olmaktır.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri:

“Bir savaş, iki ordunun ittifâkıyla kazanılır. Biri gazâ ordusu, diğeriyse duâ ordusudur.” buyurmuştur.

Bizler de elimizden gelen her türlü fedakârlığı yaptıktan sonra, bu duâ ordusunda da yer almaya gayret edelim.

İslâm âlimleri, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde zulüm gören, esir olan veya ezilen din kardeşlerine yardım etmeye muktedir olup da yardım etmeyen müslümanların, büyük bir günaha girdikleri hususunda ittifak etmişlerdir.

Bu ağır vebalden kurtulmanın yegâne çâresi, tevhîd dîni İslâmʼın mensupları olan müslümanların da “vahdet”i, yani birlik ve beraberliğidir. Yüce Rabbimiz bunu açıkça emrediyor:

“Hep birlikte Allâh’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin!..” (Âl-i İmrân, 103)

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allâh’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (el-Hucurât, 10)

Bu Kurʼânî tâlimatlara rağmen “sen-ben” kavgaları devam ettiği müddetçe, ümmetin başının felâketlerden kurtulmayacağı âşikârdır. Bunun için Cenâb-ı Hak, benlik dâvâlarını bir kenara bırakıp İslâm kardeşliğini korumamızı, diğer bir âyet-i kerîmede şöyle emir buyuruyor:

“…Siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, (mü’min kardeşlerinizle) aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlʼüne itaat edin.” (el-Enfâl, 1)

Dolayısıyla müʼmin;

‒Din kardeşinin ufak-tefek kusurlarına bakmayacak,

‒Affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelmeye gayret edecek,

‒Gerektiğinde İslâm kardeşliğini muhafaza uğruna, fedakârlık ve ferâgatte bulunmaktan kaçınmayacak.

Asr-ı saâdette yaşanmış olan şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bazı kabîlelerin Medîne’yi kuşatmak için toplandıklarını haber almıştı. Bunun üzerine 300 kişilik bir askerî birliği, Amr bin Âs -radıyallâhu anh-’ın kumandasında, düşman üzerine gönderdi. Mücâhidler düşmana yaklaştıkları zaman, onların kendilerinden çok daha büyük bir ordu ve yığınak hazırlamış olduklarını haber aldılar.

Bunun üzerine Amr bin Âs -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e haber gönderip yardım istedi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı 200 kişinin başına geçirip yardımcı birlik olarak yola çıkardı. Amr bin Âs ile buluştuklarında, beraberce hareket etmelerini ve aralarında anlaşmazlığa düşmekten kaçınmalarını sıkı sıkı tembih etti. (Vâkıdî, II, 770; İbn Saʻd, II, 131)

Ebû Ubeyde -radıyallâhu anh- gelince Amr bin Âs -radıyallâhu anh- ona:

“‒Sizin de kumandanınız benim! Çünkü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e haber gönderip bana yardım etmenizi kendisinden ben istedim. Sen ancak bana yardımcı olmak üzere geldin!” dedi.

Ebû Ubeyde -radıyallâhu anh- da:

“‒Hayır! İş öyle değildir. Ben, kendi birliğimin kumandanıyım, sen de kendi birliğinin kumandanısın!” dedi. Beraberinde bulunan sahâbenin ileri gelenleri de, bu hususta Ebû Ubeyde -radıyallâhu anh-ʼı desteklediler. Fakat Amr -radıyallâhu anh- kararında ısrar edince Ebû Ubeyde -radıyallâhu anh- büyük bir olgunluk göstererek:

“‒Ey Amr!” dedi. “Bilesin ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bana en son sözü:

«‒Arkadaşının yanına varınca birbirinize karşı itaatli olun. Aranızda anlaşmazlığa düşmeyin!» emri olmuştur. Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat ederim!” dedi ve Amr -radıyallâhu anh-ʼın emrine girdi. (Bkz. Abdurrezzak, Musannef, V, 453)

Ordu muzafferen Medîneʼye dönünce bu iki sahâbî arasında olanlar Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe haber verildi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Allah, Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı rahmetiyle esirgesin!” buyurarak, onun için hayır duâda bulundu. (Vâkıdî, II, 773)

Tarihte Peygamber Efendimizʼin torunu Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’ın, ümmetin bölünüp parçalanmaması için hilâfetten ferâgat etmesi, İdris-i Bitlisî Hazretleri’nin Doğu Anadolu’yu, Barbaros Hayreddin Paşa’nın -başta Cezâyir olmak üzere- fethettiği nice yerleri kendi irâdesiyle Osmanlı’ya bağlaması, Cenâb-ı Hakkʼın emrettiği İslâm kardeşliği şuurunun muhteşem tezâhürleridir.

Müslümanlar arasında bu birlik-beraberlik ve kardeşlik şuuru bulunduğu müddetçe İslâm âlemi, asırlar boyunca huzur içinde yaşadı.

Şunu unutmayalım ki bugün İslâm dünyasındaki dağınıklığın sebeplerinden biri, İslâm düşmanlarının müslüman toplumlar arasına ektiği fitne tohumlarıysa da, diğer bir sebebi de -maalesef- müslümanlar olarak İslâm kardeşliği şuuruna yeterince sahip olmayışımızdır.

Dolayısıyla İslâmʼın emrettiği birlik-beraberlik şuuru, toplumun çekirdeğini teşkil eden aileden başlayıp, içtimâî, iktisâdî, ticârî ve siyâsî hayattan, milletler arası münâsebetlere kadar her sahada müʼminlerin vazgeçilmez bir şiârı olmalıdır.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Menzil uzaktır himmet et,
Cân ile yolda hizmet et,
Varın nisâr-ı[2] Hazret et,
Gel, Hakkʼa pervâz[3] edelim!

“Gideceğin yer uzaktır, yüksek bir irâdeyle gayret et. Allah yolunda canınla hizmet et, malını da Oʼnun rızâsı uğruna cömertçe infâk et. Haydi gel, Hakkʼa vuslat dergâhına doğru kanat açalım!”

[Can ve mal, insanın iki büyük imtihânıdır. Zira insan, canını da malını da çok sever. Cenâb-ı Hak da:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça birre (hayrın kemâline) eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.

Yani îman, ibadet, muâmelât ve ahlâkta kemâle ererek ilâhî rızâ ve muhabbete nâil olabilmek için, Cenâb-ı Hakkʼın ihsân ettiği bütün nîmetleri, gerektiğinde yine Oʼnun yolunda fedâ etmekten çekinmemek îcâb eder.

İkinci Akabe Beyʻatiʼnde Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe;

“‒Rabbin ve Senʼin için şartların nedir?” diye sormuş, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

“‒Rabbim için şartım, Oʼna ibadet etmeniz, Oʼna hiçbir eş tutmamanızdır! Kendi hakkımdaki şartım da, canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öyle korumanızdır.” buyurmuştu.

Sahâbîler bu defa:

“‒Böyle yaparsak bize ne vardır?” diye sordular. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“‒Cennet vardır!” buyurdu.

Bunun üzerine orada bulunanlar:

“‒Bu ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne döneriz, ne de dönülmesini isteriz!” dediler. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Allah müʼminlerden, canlarını ve mallarını kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. (Bu,) Tevratʼta, İncilʼde ve Kurʼânʼda Allah üzerine hak bir vaaddir. Allahʼtan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O hâlde Oʼnunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (et-Tevbe, 111)

Nitekim bu büyük kazancı elde edebilmek için sahâbe-i kirâm, selef-i sâlihîn ve şanlı ecdâdımız, candan ve maldan fedakârlığa dâir pek çok fazîlet numûnelerini tarihin şeref levhalarına nakşetmişlerdir.

Sahâbe-i kirâm, Allah yolunda canlarını ve mallarını seve seve fedâ ettiler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir infak seferberliği îlan ettiği zaman, ellerinde ne varsa huzûr-i saâdete getirdiler. Allah Rasûlüʼnün İslâmʼa dâvet mektuplarını, kralların kelle uçurmaya hazır cellâtlarının önünde, îman cesaretiyle okudular. Allah için candan ve maldan nice bedeller ödediler.

Câlib-i dikkattir ki, Vedâ Haccıʼnda 120.000 sahâbî mevcuttu. Bunun ancak 20.000 kadarı Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvereʼde medfundur. Diğerleri ise İslâmʼı tebliğ etmek ve îlâ-yı kelimetullâh için, dünyanın dört bir yanına sefer ettiler. Varabildikleri son nokta kabirleri oldu.

Tarihimize baktığımız zaman;

Sultan Alparslan, 1071’de Malazgirt Meydan Muhârebesi’ne girmeden evvel, bembeyaz elbiseler giydi ve askerlerine:

“–Bu benim kefenimdir!” dedi. Kendini cihan şöhretine değil, şehidliğe hazırladı. Sonra da askerlerine şu veciz hitâbede bulundu:

“Ya muzaffer olur gâyeme ulaşırım; ya da şehîd olarak Cennet’e giderim. Sizlerden beni tâkip etmeyi tercih edenler, tâkip etsin. Ayrılmayı tercih edenler, gitsinler! Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün ben de sizlerden biriyim. Sizlerle birlikte savaşan bir gâziyim. Beni tâkip edenler ve nefislerini yüce Allâh’a adayarak şehîd olanlar Cennet’e; sağ kalanlar ise gâziliğe kavuşacaktır. Ayrılanları ise, âhirette ateş, dünyada da alçaklık beklemektedir.”

Sultan Alparslan’ın bu ihlâsına mukâbil Cenâb-ı Hak ona, kendi ordusundan beş kat daha kalabalık bir orduya sahip olan Romen Diyojen karşısında muhteşem bir zafer nasîb etti.

Sultan 1. Murad Hüdâvendigâr, 1389’da Kosova Ovasıʼna girdi. Şiddetli bir fırtına vardı. Göz gözü görmüyordu. O gece Beraat Kandili idi. Murad Han, iki rekât namaz kıldıktan sonra, gözyaşları içinde şu duâyı yaptı:

“Yâ Rabbi! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden mâsum askerlerimi cezâlandırma!..

Allâh’ım! Onlar buraya kadar sadece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı tebliğ etmek için geldiler!

İlâhî! Bunca kere beni zaferden mahrum etmedin. Dâimâ duâmı kabul buyurdun. Yine Sana ilticâ ediyorum, duâmı kabûl eyle! Bir yağmur nasîb eyle! Bu toz bulutu kalksın. Kâfirin askerini âşikâr görüp yüz yüze cenk edelim!

Yâ İlâhî! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum. Niyetimi en iyi Sen bilirsin. Maksadım, mal-mülk değildir. Yalnız Sen’in rızânı isterim.

Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlûb edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lûtfet ki, bütün müslümanlar bayram etsin! Dilersen o bayram gününün kurbanı da şu Murad kulun olsun!..”

Cenâb-ı Hak, Sultan Muradʼın duâsını kabul buyurdu. Hem büyük bir zafer, hem de şehidlik mertebesini ihsân eyledi.

Yine Fatih Sultan Mehmed Hân, İstanbulʼun fethi için hazırlık yaparken;

“Ya İstanbul beni alır, ya da ben İstanbul’u…” diyerek, taşıdığı yüksek azim, kararlılık ve candan fedakârlık ufkunu dile getiriyordu.

Fatihʼin askerleri de;

“İstanbul elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!..”[4] hadîs-i şerîfindeki Peygamber müjdesine nâil olabilme iştiyâkına bürünmüşlerdi.

Ok yağmurları altında, Rum ateşleri ve kızgın yağlar üzerlerine dökülürken Bizans surlarına tırmanıyorlar ve büyük bir îman vecdi içinde;

“–Bugün şehid olma sırası bize geldi.” diyorlardı.

Yine bu şehâdet aşkını Çanakkale Harbiʼnde de görüyoruz. Çanakkaleʼde ordumuzun atacak barutu kalmamıştı. Düşman zâhiren çok güçlü ve kalabalıktı. Buna rağmen, müşahhas bir can ve mal infâkı yaşandığı için, Cenâb-ı Hakkʼın yardımı tecellî etti ve zafer müyesser oldu.

Velhâsıl, bir savaşta gâlip gelmek, sırf sayı veya güç üstünlüğüne değil, haklı olmaya, doğruluğa, îman ve mâneviyâta bağlıdır. Zafer tâcı, kemmiyetten ziyâde, keyfiyet sahibi orduların başına konulur.

Bâtıl ordularının zafer zannettikleri zâhirî gâlibiyetler ise ancak onların ebedî zillet ve hüsranlarının habercisi olan mezâlimlerdir. Onların “savaş” adı altında, hak, hukuk ve ahlâk tanımadan yaptıkları katliamlar, tarihe ancak bir yüz karası olarak geçen, zulüm, vahşet, cinnet ve cinâyetlerdir.

Bildiğimiz kadarıyla tarihte iki büyük “çocuk katliâmı” yaşanmıştır. İlki, Hazret-i İbrahimʼin zuhûruna mânî olmak için Nemrudʼun yaptığı katliamdı. Nemrud, gördüğü bir rüya üzerine bir peygamber geleceğini ve kendisinin tanrılığını da krallığını da yerle bir edeceğini anlamıştı. Bunun üzerine o sene doğan yüz bin erkek çocuğu katletmişti.

İkinci büyük katliam da Hazret-i Mûsâʼnın zuhûruna engel olmak isteyen Firavunʼun yaptığıydı. Firavun da gördüğü bir rüya üzerine, on binlerce bebeği katlederek tahtını yıkacak olan Mûsâʼnın gelişini önleyebileceğini zannetmişti. Hâlbuki Cenâb-ı Hak onunla âdeta istihzâ edercesine, Hazret-i Mûsâʼyı Firavun’un sarayında yetiştirmişti.

Muhyiddin ibn-i Arabî Hazretleri buyuruyor:

Firavun, zuhûr edecek olan Hazret-i Mûsâ’yı imhâ için -rivâyete göre- yetmiş bin mâsumu katletti. Hâlbuki katledilen çocukların hepsi, Hazret-i Mûsâ’ya hayatında imdâd olmak, onun rûhâniyetini güçlendirmek için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun henüz Mûsâ’yı bilmiyorsa da Hak Teâlâ biliyordu. Elbette o mâsumların her birinin alınan hayatı, Mûsâ’ya âit olacaktı. Zira hedef o idi.”

Nemrud ve Firavunʼun katliamlarından sonra üçüncü büyük “çocuk katliâmı” da -maalesef- bugün siyonist İsrail tarafından yapılıyor.

Niyâzımız odur ki, geçmişte nasıl Nemrud ve Firavun helâk olmuşsa -inşâallah- bugün Filistinli kardeşlerimize zulmeden çocuk kâtilleri de aynı şekilde kahr-ı ilâhîye dûçâr olurlar.]

Cenâb-ı Hak, bugün Gazzeʼde katledilen her mâsum yavrunun rûhâniyetini, İslâm’ın istikbâlindeki şanlı zaferlerin müjdecisi kılsın.

Rabbimiz, lûtf u keremiyle, şerleri hayra tebdîl eylesin.

Ümmet-i Muhammedʼe birlik ve beraberlik, dirlik ve huzur ihsan buyursun.

Mazlum kardeşlerimize de tez zamanda kurtuluş ve zafer nasîb eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Hıkd: Kin tutma, öç almak için fırsat bekleme.

[2] Nisâr: Saçmak, serpmek, dağıtmak, bol bol infâk etmek.

[3] Pervâz: Uçuş, uçmak.

[4] Ahmed bin Hanbel, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300.