Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -27-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2023 – Aralık, Sayı: 454

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Rasûlʼün verdiği haber,
Günden güne zuhûr eder,
Tuttu dünyayı serteser,[1]
Zulüm deyû ağlar var mı?..

[Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin fiten hadislerinde haber verdiği ve kıyâmetin ayak sesleri olan birçok fitne ve fesâdın zuhur ettiği âhir zamanı idrâk ediyoruz.

Tarih tekerrür ediyor. Bugün dünya, yeniden bir câhiliye devrine döndü. İbn-i Haldun; “Geçmiş hâdiseler, gelecek olanlara, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” dediği gibi, günümüz dünyasında haksızca istilâ edilerek imkânları gasp edilen memleketler ve âdeta kanları emilerek sefâlete sürüklenen milyonlarca insanın içler acısı hâli; câhiliye devrindeki vahşet manzaralarını aratmıyor. Zayıf ve güçsüz toplumlara revâ görülen ezâ ve cefâlar, geçmişteki câhiliyeye rahmet okutacak cinsten!..

Dünkü câhiliyede, güçlü olan haklıydı, bugünkü modern câhiliyede de aynı durum geçerli. Hiçbir şekilde hesap sorulamayan küresel güçler, zayıfları acımasızca ezerek, dehşetli bir gaddarlık manzarası sergiliyor.

Bugün kendilerini güyâ “hümanist” ve “medenî” görerek, insan hak ve hürriyetlerinin sözcülüğünü yapanlar; yangın yerine çevirdikleri bölgelerde, bebek, çocuk, kadın, yaşlı, hasta ayırt etmeden, sivillerin yaşadığı her yeri bombalayıp küle çevirmekten, en ufak bir vicdan azâbı duymuyorlar.

Yeryüzündeki savaşları durdurabilecek imkâna sahip olan küresel güçler, zayıf ve mazlumun yanında olmak yerine, menfaatleri gereği zâlimden yana tavır alıp ona sınırsız destek vermeye, yangını daha da körükleyerek yeni yeni savaşların zeminini hazırlamaya devam ediyorlar. Zâlim işgalcilerin hunharca saldırılarını “meşrû savunma hakkı” olarak îlân edip, mazlumların kendi vatanlarını işgalden kurtarmaya çalışmalarını ise “terör” diye kabul ettirmeye çalışarak, hakkı bâtıl, bâtılı da hak göstermek istiyor, âdeta insanlığın aklıyla alay ediyorlar.

İşte bugün; Batıʼnın şımarık çocuğu, eli kanlı siyonistler tarafından, yıllarca kendi vatanlarında abluka altına alınarak âdeta bir “açık hava hapishanesi”nde ve “sahra hastahanesi”nde yaşamaya mahkûm edilen, kasıtlı bir zulüm ve yıldırma politikasıyla memleketlerinden kovulmak istenen milyonlarca Gazzeli müslüman, her türlü imkândan mahrum bırakılarak, 7 Ekimʼden beri gece-gündüz demeden, insafsızca bombalanıyor.

Daha dün, kendilerinin zulüm ve soykırıma uğradığını söyleyerek mağduriyetten beslenen işgalci siyonistler, bugün dünyanın gözleri önünde Gazzeli müslümanlara karşı, benzeri görülmemiş bir vahşet ve katliam uyguluyor. Hak, hukuk ve ahlâk tanımadan; evleri, hastahaneleri, okulları, ibadethaneleri yerle bir ediyor. Maksadına ulaşmak için her türlü hukuksuzluğu kendine hak görüyor. Yıllarca topraklarını gasbettiği Filistinli kardeşlerimize, insanlık dışı muâmeleleri müstahak görüyor. Orantısız bir güçle terör estiriyor. Ümmet-i Muhammedʼi çıldırtmak istercesine; savaş suçu, nefret suçu, insanlık suçu olan her şeyi yapıyor; tam bir cinnet, vahşet ve canavarlık sergiliyor.

İnsan olanın kanını donduran, yediği lokmayı boğazına dizdiren, uykularını kaçıran, insanlığından utandıran bu felâket manzaraları karşısında, vicdanı olan herkes, olup biteni kahrolarak izliyor. Bîçâre mazlumların ise -maalesef- insanlığa dair umutları tükeniyor.

İşte böyle bir hengâmede müʼminler olarak; zayıfın, bîçârenin, kimsesizin, ezilenin acısını paylaşmak ve onların derdiyle dertlenmek, hepimizin birinci vazifesi olmalıdır. Din kardeşlerimiz mahzun iken bizler mesrur olmamalı, onlar açken karnımızı tıka-basa doyurmamalı, onlar muzdaripken sabahlara kadar rahat rahat uyumamalıyız. Mazlumların Arşʼı titreten sesli ve sessiz feryatlarına bîgâne kalmamalıyız.

Zâlim siyonistler, “dünyanın süper gücü”ne güvenerek, ufacık bir kara parçasına sıkışmış milyonlarca müslümana hayâsızca saldırmaya başladığında, Türkiyemiz, üç günlük millî yas îlân edip bayrakları yarıya indirmişti. Bu bile safını belli etmek adına mazlumlara verilen kıymetli bir destekti. Fakat din kardeşlerimiz katledilmeye devam ettiği müddetçe, ümmet-i Muhammed olarak yasımız bitemez. Bu felâket son bulup mazlumların yüzü gülmedikçe bizim de yüzümüz gülemez, hüznümüz dinemez…]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Şol ki etmez Senʼi özünde taleb,
Bârid âhen[2] döğüp, çeker o taʻab…[3]

“Kim ki Allah için kalbinde samimî bir talep, hâlis bir niyet, gerçek bir azim ve gayret taşımıyorsa, onun işi, soğuk demiri dövmek gibi, boş ve faydasız bir yorgunluktan ibârettir.”

[Müʼmin, Allah yolundaki her türlü cehd ü gayrette, bilhassa din kardeşinin derdiyle dertlenmek hususunda, hâlis bir niyet ve samimî bir gayret sahibi olmalıdır. Zira bunun aksine “Dostlar alışverişte görsün!” kabîlinden, sırf zâhiri kurtarmak için veya fânîlerin ayıplamasından çekinerek, yapmacık hâl ve tavırlar sergilemekle, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına kavuşulamaz.

Müʼmin, ümmetin ıztırâbı karşısında yüreği yanan, dertli insandır. Mehmed Âkif, bu hâlet-i rûhiyeyi ne güzel ifade eder:

Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim…
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım;
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!..

Dolayısıyla, ümmetin ıztırapları karşısında üzülüyormuş gibi yapıp hiçbir gayrete girmemek, açık bir samimiyetsizlik ifadesidir. Bir taraftan zâlimlere kızıyormuş gibi yapıp diğer taraftan o peygamber kâtili lânetli kavmin ve destekçilerinin ürün ve hizmetlerini satın almak, onlara arka çıkan firmaların moda markalarını tercih etmeyi sürdürmek, onların taraftarı olan televizyon kanallarının, yazılı ve dijital mecrâların müdâvimi olmak, velhâsıl zâlimlerin değirmenine su taşımaya devam etmek, büyük bir riyakârlık ve gaflettir.

Bu hususta samimiyetten uzaklaşıldığı takdirde, kişi nefsinin maskarası ve menfaatlerinin putperesti hâline gelir. Îman hassâsiyetleri yerine, dünya menfaatleri ön plana çıkmaya başlar. “Hoşgörü” adı altında yanlışları hafife almaya, “Aman kırılmasın, gücenmesin, dostluk ve menfaatimiz zedelenmesin, ticaretimiz zarar görmesin…” gibi düşüncelerle, zâlimlere karşı sessiz kalmaya başlar. Hâlbuki zulme sessiz kalmak, ona ortak olmak demektir.

Zulüm ve haksızlık yapanlara, eliyle, diliyle veya kalbiyle gereken İslâmî tavrı sergilememek, o yanlışlıkların yaygınlaşmasına, meşrû görülmesine ve neticede alenen ve pervâsızca işlenmesine zemin hazırlar. Nitekim İsrâiloğulları’nın bozuluşu da, dünyevî menfaatlerini kaybetmek korkusuyla verdikleri tâvizler neticesinde başlamıştır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu şöyle haber vermişlerdir:

“(Benî İsrâil halkı) ilk zamanlar, kötülük yapan birini görünce:

«Bak arkadaş! Allah’tan kork ve bu yaptığından vazgeç! Çünkü bunu yapmak sana helâl değil!» diye uyarırlardı. Ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüklerinde (menfaatleri ön plana gelir) onunla birlikte yiyip içebilmek ve yanında oturabilmek için bir daha îkâz etmezlerdi. İşte o zaman Allah Teâlâ onların kalplerini birbirine benzetti.”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları söylerken bir yere yaslanarak konuşuyordu. Birden doğruldu ve sözlerini şöyle tamamladı:

“Ya siz de birbirinize iyilikleri tavsiye eder, kötülüklerden sakındırır, zâlimin zulmüne mânî olursunuz, yâhut Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, İsrâiloğulları’na lânet ettiği gibi size de lânet eder.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4336)

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede açıkça îkaz buyuruyor:

“Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur!..” (Hûd, 113)

İşte bu ilâhî tehdide dûçâr olmamak için, zâlimlerin zulmü ve mazlumların âhı, yarın insanlığın başına umûmî bir belâ olarak dönmeden evvel, bugün ciddî bir şekilde zâlimlere buğzedip, mazlumlara sahip çıkmaya gayret edelim. Zâlimlerin karşısında, mazlumun yanında olalım. Hayra anahtar, şerre kilit olmaya çalışalım. Unutmayalım ki gerçek bir îman; lâyıkına muhabbet, müstahakkına da nefreti gerekli kılar.

Din kardeşlerimize karşı sahip olmamız gereken kalbî hassasiyete dâir Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, merhamet etmekte ve korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğunda, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)

Şeyh Sâdî de âdeta bu hadîs-i şerîften ilhamla şöyle seslenir:

“Başkalarının dert ve acılarıyla muzdarip olmazsan, sen «insan» diye adlanmaya lâyık değilsin!”

Îmânın ilk meyvesi merhamettir. Müʼmin, din kardeşini kendine zimmetli bilen, fedakâr ve diğergâm insandır. Şu hâdise, müslümanın nasıl bir gönül kıvamı taşıması gerektiğini ne güzel hulâsa etmektedir:

Mısır’da şiddetli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde, Yusuf -aleyhisselâm-’a şöyle sordular:

“–Sen, devletin hazinelerine hükmeden bir idarecisin. Neden kendini aç bırakıyorsun?”

O ise şu ibretli cevâbı verdi:

“–Karnım tok olursa, açların hâlini anlayamam diye korkuyorum!”

Mevlânâ Hazretleri de şöyle buyuruyor:

Şems ç bana bir şey öğretti;

«Dünyada üşüyen biri varsa, sen de ısınma hakkına sahip değilsin!» dedi. Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyenler var, ben artık ısınamıyorum!..”

Bizler de mazlum din kardeşlerimizi gördüğümüz zaman düşünmeliyiz ki:

“Biz onların yerinde olabilirdik, onlar da bizim yerimizde olabilirlerdi. Biz onların yerinde olsak, yeryüzündeki din kardeşlerimizden nasıl muâmele görmeyi arzu edersek, bugün biz de onlara öyle davranmalıyız…”

Bugün dayanılmaz acılar yaşayan Filistinli kardeşlerimiz için, bu kalbî hassâsiyeti ne kadar taşıyabildiğimize dâir, nefislerimizi sık sık muhâsebe edelim. Zira bu husus, hepimiz için mühim bir din kardeşliği mesʼûliyeti ve aynı zamanda bir âhiret vebâlidir.

Bu uhrevî vebâlden kurtulabilmek için, mazlum din kardeşlerimize yardım edecek maddî güç ve imkânımız varsa seferber edelim. Hiçbir şey yapamıyorsak; hem bu husustaki zaaf, noksanlık ve âcizliğimiz için Cenâb-ı Hakʼtan af dileyelim, hem de o kardeşlerimizin kurtuluşları için, bilhassa seherlerde samimî gözyaşlarıyla duâlar edelim.

Kurʼân-ı Kerîmʼde kıssaları nakledildiği üzere, îmanlarını koruma derdine düşmüş gençler olan Ashâb-ı Kehf, zâlim Dakyanus ve ordusundan bir mağaraya sığınmış ve orada samimî bir niyazda bulunmuşlardı. Bizler de bugün zâlimlerin kuşatması altında kalmış olan din kardeşlerimiz için, aynı duâ ile Cenâb-ı Hakkʼa yalvaralım:

رَبَّنَا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا

“…Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bize, (içinde bulunduğumuz şu) durumdan bir kurtuluş yolu hazırla!” (el-Kehf, 10)

Yine Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼinde “nice azların çoklara gâlip geldiği”ni bildirmek üzere, güçlü-kuvvetli Câlûtʼun ordusuna karşı, az sayıdaki Tâlûtʼun askerlerini misal veriyor. Bizler de o îmanlı askerlerin düşmanla karşılaşınca yaptıkları şu samimî niyazla, din kardeşlerimiz için duâ edelim:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ

“…Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et!” (el-Bakara, 250)]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Feyz-i Hakʼta buhl[4] yok, herkes velî[5] tâlip değil,

Bî-sebep ıslâh-ı âlem, Bârîʼye vâcip değil…

“Cenâb-ı Hak, feyz ve ihsânında -hâşâ- cimrilik yapmaz. Ne var ki herkes Oʼnun feyz ve ihsânına samimiyetle tâlip hâlde değil. Cenâb-ı Hak da âlemi sebepsiz yere ıslâh etmeye mecbur değildir…”

[Belâ ve musîbetlerin kalkması, âlemin huzur, sükûn ve nizam bulması, hak ve adâletin temini için beraberce gayret edenlere, Cenâb-ı Hak rahmet, bereket, nusret ve inâyetini ihsân eder. Yeter ki bizler, toplum olarak kulluğumuzun gereğini lâyıkıyla îfâ edelim.

Cenâb-ı Hak namazın her rekâtında bize Fâtiha Sûresi’ni okutturuyor. Fâtiha’da bugün bilhassa üzerinde düşünmemiz gereken;

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5) âyetidir.

Zira bu âyette bizim ferdî değil, beraberce, yani cemaat hâlinde Allâh’a kulluğumuza dikkat çekiliyor. Toplum olarak ilâhî emir ve yasaklara riâyetimiz ne durumdaysa, Allâh’ın yardımına da o nisbette nâil olabileceğimiz beyân ediliyor.

O hâlde umûmî belâ ve musîbetlerin çoğaldığı zamanlarda topluca kendimizi hesaba çekip hatâ ve kusurlarımızın telâfîsine yönelmemiz elzemdir. Başımıza büyük felâket ve bâdireler gelmemesi için, hep beraber tevbe ve istiğfâra yönelip, Allâh’ın emir ve yasaklarına daha çok îtinâ göstermemiz, bol bol sadaka ve infaklarla garipleri, yetimleri, kimsesizleri, mazlumları sevindirmemiz şarttır. Zira Allâh’ın nusret, inâyet ve rahmetine gerçek mânâda tâlip olmak, bunu gerektirir.

Bizler de bilhassa ümmetin ağır imtihanlardan geçtiği bu günlerde;

–Hâl ve amellerimizin, ilâhî rahmeti mi, yoksa -Allah korusun- ilâhî gazabı mı çağıracak keyfiyette olduğunu, samimiyetle tefekkür edelim.

–İlâhî rahmeti celbedecek sebeplere gereği gibi yapışalım.

–Kahır tecellîlerine muhâtap oluyorsak, hatâ ve kusurlarımız için tevbe-istiğfâr edip yanlışlarımızı telâfiye çalışalım.

Şunu da unutmayalım ki Cenâb-ı Hak her şeye kâdirdir. O dilerse zâlimleri, fâsıkları, günahkârları hemen kahredip cezalandırabilir. Mazlum ve muzdarip kullarını derhâl kurtarabilir. Fakat bu takdirde, bu cihanda bulunma sebebimiz olan “ilâhî imtihan sırrı” ortadan kalkar.

Meselâ, Cenâb-ı Hak nûrunu tamamlayacağını vaad etmiştir ve elbette tamamlayacaktır. Zira O’nun her şeye gücü yeter. O bir şeyin olmasını murâd ettiğinde yalnızca “ol” der ve en “olmaz” denilen şeyler bile oluverir. Kalpler O’nun kudret elindedir. Dilerse bir kâfirle bile dînini yüceltmeye muktedirdir. Yani nûrunu tamamlamak için biz âciz kullarına -hâşâ- ihtiyacı yoktur. Bilâkis her şey Oʼna muhtaçtır.

Fakat bizler, bu dünyada bir “sebepler âlemi” içinde yaşıyoruz. Cenâb-ı Hak da nûrunu tamamlama hususundaki vaadini insanlar eliyle gerçekleştireceğine göre, hepimiz o kutlu vaadin gerçekleşmesi için gayret ve fedakârlık hâlinde olmayı nîmet bilmeliyiz. Aksi hâlde Rabbimiz yine nûrunu tamamlar, fakat bu hizmetlerde ihmalkâr davrananlar mes’ûl olurlar.

Cenâb-ı Hak verdiği her nîmetin hesabını soracaktır. Mahşer günü belki de en zor hesap; zulüm ve haksızlıklara mânî olma imkânı varken sessiz kalmanın hesâbı olacaktır. Zira orada, dünyada iken yapıp ettiklerimizden hesaba çekileceğimiz gibi, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan da hesap vereceğiz.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-ʼın şu ifadeleri ne kadar ibretlidir:

“Biz, (ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati) duyardık: Kıyâmet günü bir kişinin yanına, hiç tanımadığı biri gelir ve yakasına yapışır. Adam şaşırır ve:

«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der. Yakasına yapışan kişi ise:

«–Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkaz etmezdin, beni o kötülüklerden alıkoymazdın!» diyerek ondan dâvâcı olur.”[6]

Düşünmeliyiz ki bizler;

‒En yakınımızdan başlamak üzere etrafımıza ne kadar hak ve hakîkati duyurabiliyoruz?

‒Selde sürüklenen kütükler misâli, bâtıl ehlinin yalan ve iftira furyasına kapılmış insanlarımıza el uzatıp hak ve hakîkati anlatabiliyor muyuz?

Unutmayalım ki âlemin düzelip hak ve adâletin yerini bulmasını istemek, sadece lâfla olmaz. Bunun için kalbî ve kavlî duâlar kadar, fiilî duâ olan gayretlere de ihtiyaç vardır. Zira “Takdîr-i ezel, gayrete âşıktır.” denilmiştir. Yani sadece dilde kalmayıp hâlisâne çalışmalarla samimiyeti ispat edilen duâlar, makbul ve müstecâb olur.

Müʼmin, dünyanın gidişâtından kendini mesʼûl görüp ıslâhı için -gücü nisbetinde- gayret göstermekle mükelleftir. Zamâne şerlerinden yalnızca şikâyet etmek, zâlimlere “Allah ıslah etsin!” mazlumlara da “Vah vah, tüh tüh!” deyip, sonra bu durumu düzeltmek için hiçbir gayrete girmeden bir kenarda oturmak, müslümanın ahlâkı olamaz.

Günümüzde ekranlarda, gazetelerde, sosyal medyada bîçâre din kardeşlerimizin yaşadıkları felâket manzaralarını gördükçe hüzünleniyor, belki gözyaşı döküyor ve içimiz yanarak “Allah yardımcıları olsun!” diyoruz. Fakat merhametin asıl tezâhürü sadedinde; “Ben şu an mü’min kardeşimin ıztırâbını dindirmek için ne yapabilirim?” diyerek, canımızla, malımızla, hâlimizle, kālimizle, her türlü imkânımızla harekete geçebiliyor muyuz?

Unutmayalım ki herkes -gücü nisbetinde- mazlumların haklı mücâdelesini dünyaya duyurmaya çalışabilir. Zâlimleri protesto ve boykot edebilir. Nemrudʼun ateşindeki Hazret-i İbrahimʼe bir damla su taşıyan karınca misâli, en azından safımızı belli eden hiçbir gayreti küçük görmeyelim. Ki yarın bir gün, bu mazlumların âhı umûmî bir musîbete dönüşerek insanlığı vurmaya başlarsa, Rabbimiz’e yalvaracak yüzümüz olsun!..

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede biz kullarını şöyle îkaz buyuruyor:

“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umûma sirâyet ederek hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allâhʼın azâbı şiddetlidir.” (el-Enfâl, 25)

Yani etrafındaki kötülüklere göz yumup ses çıkarmayan ve yanlış yapanları îkâz etmek için kâfî derecede gayret göstermeyen, zulme bulaşmamış insanların da zâlimlerle birlikte umûmî bir azâba dûçâr olabilecekleri bildiriliyor.

Nitekim Dâvud -aleyhisselâm- zamanında, cumartesi günü avlanmama hususundaki ilâhî emre itaat ettikleri hâlde, bu emre uymayanlara ses çıkarmayan bir kesim vardı. Öyle ki bunlar, kötülükten nehyetmeye çalışan sâlih kullara da:

“‒Helâk olacak kavme niçin nasihat edip kendinizi yoruyorsunuz?” derlerdi. O sâlih müʼminler ise:

“‒Biz, Allâh’ın huzûrunda mes’ûl olmamak için tebliğ ediyoruz!” derlerdi.

Neticede, kendileri günaha bulaşmasalar da, o günahı işleyenlere ses çıkarmadıkları için, onlar da kahr-ı ilâhîye dûçâr olmaktan kurtulamadılar.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, umûmî azap tecellîleri gelip çatmadan evvel, hak ve hakîkatin sesini yükseltmek için gayret göstermenin ehemmiyetini, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle ifade buyurmuşlardır:

“Canımı kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azap gönderir. Sonra Allâh’a yalvarıp duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9/2169)

Nitekim ilâhî intikâmı celbeden azgınlıkları sebebiyle Lût Kavmiʼnin helâk edileceğini duyduğunda Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, ne büyük bir isyan içinde olduklarını bilmediğinden, onlara merhametle duâ etmek isteyince melekler:

“–Artık duâ vakti geçti!..” demişlerdir.

Diğer taraftan, şunu da sık sık tefekkür etmeliyiz ki; dînimizin, vatanımızın ve maddî-mânevî değerlerimizin bugünlere ulaşması, âlemin nizâmı, hak ve adâletin cihana hâkim kılınması için, geçmişte sahâbe-i kirâm, selef-i sâlihîn ve şanlı ecdâdımız ne kadar gayret etmişti, biz bugün ne kadar gayret içindeyiz?

‒Vefâ borçlu olduğumuz ashâb-ı kirâma güzelce tâbî olabiliyor muyuz?

‒Kendilerinden feyz aldığımız geçmişteki sâlihlerin nurlu yolunu gönül dünyamızda ne kadar yaşatabiliyoruz?

‒Ecdâdımızʼa lâyık nesiller olabiliyor muyuz?

Mehmed Âkifʼin dediği gibi:

Ecdâdını, zannetme asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıtʼada yer yer kanayan izleri şâhid;
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid!..

Bugün de ecdâdın emâneti olan İslâm beldelerinin selâmet bulması ve ümmetin kurtuluşu için çok çalışmamız gerekiyor. Yılların gaflet, ihmal ve geç kalmışlığını telâfi için, âdeta geceyi gündüze katarak gayret etmemiz îcâb ediyor. Şanlı tarihimizde olduğu gibi, âlem-i İslâmʼı yine ahlâkta, fazîlette, ilimde, sanatta, fende, teknikte, velhâsıl medeniyette en ileriye taşımamız gerekiyor.

Unutmayalım ki; “Su uyur, düşman uyumaz!..”]

Cenâb-ı Hak, 2 milyarlık İslâm âlemine birlik-beraberlik, intibah ve diriliş nasîb eylesin. Mazlum müslüman kardeşlerimizi en kısa zamanda felâha çıkarsın, kâfirlere karşı mansur ve muzaffer kılsın.

Rabbimiz bizleri de, din kardeşlerinin dertleriyle dertlenen, elinden, dilinden ve gönlünden ümmetin müstefîd olduğu, gayret-i dîniyye sahibi kullarından eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Serteser: Baştanbaşa, hep, bütün.

[2] Bârid âhen: Soğuk demir.

[3] Taʻab: Yorgunluk, zahmet, sıkıntı.

[4] Buhl: Cimrilik.

[5] Velî: Velâkin, ama, fakat.

[6] Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, Beyrut 1417, III, 164/3506.